30 Aralık 2016 Cuma

UMUTLAR

Devrim ve aşk,
Toplumda ve insanda,yenilikler yaratır.
Umutları besler,
Ne güzel,devrim ve aşkla,
Gülerek yaşamak.

Rüyalarımda,
Ruhum benimle konuşuyor.
Yapacaklarımı,
Sanki önceden,
Söyler gibi.
Cennette miyim,neyim.
Huriler doluyor,rüyalarıma.

Hayallerim,
Gerçekleştiğinde,
Ne de mutlu oluyorum.
O hayaller değil mi ki,
Kültürü besler,
İcatları yaptırır,
Müzikle,ruhu dinlendirir.
Roman,öykü,masallarla,
Hayal dünyamızı,zenginleştirir.
Sarayburnunda,
Deniz kızı bana bakar,sevdalanırım.
Umutlar,rüyalar,hayaller,düşünceler,
Ne de güzel,kardeş kardeş,
Birbirinizi destekliyorsunuz.
Yaşam sevincim artıyor.

Cemal Borandağ 28 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul

VİCDAN

İçimde bir ses var ,farklı.
Vicdan mıdır,nedir?
Devamlı takipte.
Eren miyim,ermiş miyim neyim.
Tanrı buyruğu mu ne.
Görür gözlerim,farklı.
Bu görüntü nedir?
Allah aşkına.
Bir tutam umut mudur,
Telepati midir,sezgi midir,hayal mıdır?
Gider ayaklarım koşarak.
İlham var mıi gibi
Bazende geri geri.
Gitmek istemez.
Ön yargı mıdır,sezgi midir nedir.
Yaşamı,severek yaşarsan,
Bazen, isteksizlikler,halsizlikler,hastalıklar.
Hayat bir düz yol değil.
Düzü de var,yokuşu da var,inişi de var.
Arifsen,sağlıklı isen,
Hayat budur dersin.
Yaşa be...
Beh... beh ...beh...
Cemal Borandağ 24 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul

Bir de sabahın dördü

bir de sabahın dördü
dışarda kar
odamız ılık
gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir çocukla yattığını
aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını

kıskandım gogen'i tahitilim
terlemiş vücudunu silerken
cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
güneşi doğurmuştu ölü cisim
martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
sam yelim sahra-i kebirim
kahrettim her şeye o gün
babanın şarap çanağına,
gogen'e,
kadere,
sana,
bana ,
bir de gittiğin arabanın tekerine

ne diyordum arkadaş....
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini

sırayla olurum fatih, selim, kanuni
bazen kadın hamamında tellak....
bazen christoph colomb
napolyon'ken düşünürüm elbede geçen günleri
`timur 'ken beyazıt'ı yenişimi....
bir kere aristo'nun hocası olmuştum
ona verdiğim dersle gurur duymuştum
bazen jan dark'ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum

eğer daha da içersem
shaskespare halt etmiş derim karşımda
salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
işte mozart'ın aradığı melodi bu diye gülerim
enayiymiş be platon...
bir içsinde görsün....ne felsefesi varmış bu hayatın
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

islak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim neme lazım senin
kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş....
ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
şehrin izbe sokaklarında
yavaş yavaş kaybolur benliğim...


Mazlum Çimen

Kaynak: Mazlum Çimen Ekmek Şarap Sen Ve Ben şarkı sözleri
http://sarkisozuceviri.com/mazlum-cimen-ekmek-sarap-sen-ve-ben-sarki-sozleri/

26 Aralık 2016 Pazartesi

Çocukluğum

Çocukluğum,Anayasamdır.
Annemdir-babamdır rehber.
Vücut hücreleri gibidir,toplum.,
Bütünüz,dağıyla,taşıyla,toprağıyla,
Kurdu,kuşu,börtü böceği.
Daha ne olsun,yaşamak.,Böyle bir şey..
Yetmişinde odur insan,yedisinde ne ise.

Ah aynalar,ah aynalar.
Birde tersinde baksalar.
Hayata.
Gösterse ya,demlenmiş halimi.
Yaşadıklarım,kardır.
Daha ne olsun.
Hayatın,yokuşunda,inişinde,düzünde.
Gülüyorum ya.
Yeter bana.
Cemal Borandağ 19 Aralık 2016 Tuzla- İstanbul

ŞİİR

Sanat faaliyetleri zirve yapmışken buralarda, ben de katkıda bulunayım istedim bir şiir denemesi ile...
Sanat demişken; ne mutlu ki sanatçı olanlara, olabilenlere, sanatçı olmasa da sanatı sevenlere, sanatçıyı sayanlara, sanata değer verenlere.

Ne demiş önderimiz Atatürk;
"Efendiler; Hepiniz Milletvekili Olabilirsiniz, Bakan Olabilirsiniz, Hatta Cumhurbaşkanı Olabilirsiniz, Fakat Sanatkar Olamazsınız ..."
Yani kısaca demek istemiş ki, efendiler her bi b.k olabilirsiniz ama sanatçı olmak sıkar. Bari sanattan anlasalar, sevseler, değer verseler...

ŞİİR

Ne geçer zaman sürekli, Ne de durur mekan yerinde
Yalnızlık sonsuz bir uçurum,
Sen ve Ben,
Biz
Kocaman,
Sonsuz bir evrendik ikimiz
Gözlerim açılmıştı seninle,
Engin maviliklerde kayboldum sonra birden
Saçlarının sarısında
Buğday başaklarının kokusu
Dudaklarından dökülen sessiz sözcüklerde
Kalbimin atışı
Ağlayan gözlerine yaş olmamıştı
Kanayan yüreğimin feryadı
Şefkatle dokunuşların
Bana beni getirirdi sende
Ve sen gittin
Beni benimle bırakarak yalnız
Bir yabancı dolaşıyor şimdi dünyamda
Bana seni aratan
Yokluğun hiçliğime denk
Aynada gördüğüm yüz sen değilse eğer, ben kimim?

Nevzat YÜCEL
Ankara Kasım 2014

İnsanlar vardır;

Gelip geçerler hayatlarımızdan..
Kimi hiçbir iz bırakmaz ardından,
Kimi hafifçe okşar ruhumuzu,
Kimi de hüzün bırakır ardından..
İnsanlar vardır;
Usulca sokulurlar içimize,
Sonsuzcasına orada kalsın isteriz..
Bazıları serap gibidir,
Yokluğunda hayalleridir gerçeğimiz...
İnsanlar vardır;
Su gibi aziz, su gibi duru..
Konuştukça su olur akarlar kalbimize,
Kan gibi, Can gibi, Canan gibi...
İnsanlar vardır;
Işığı sönmüş yıldızlar gibi çaresizdirler..
Açtın mı kollarını,
Kalbine doldururlar ışığı..
İnsanlar vardır,
Soğuk duvarlar misali
Gülümsemenin sıcaklığını bilmezler,
Bilseler de sevmezler...
İnsanlar vardır,
Gelip geçerler hayatlarımızdan
Kimi depremlerle gider,
Kimi fırtınalarla…
Ben kalanlardan yanayım..
Gitmeyenlerin sadakatini ve sabrını severim,
Sarılıp bırakmayanların sıcaklığını...
../Şems-i Tebrizi.

Beyin vücuttaki

Beyin vücuttaki en büyük birimdir, ve ana kontrol merkezidir. Vucüdün en önemli parçasıdır. O kadar çok bilgiyi depolar ki sorumlulukları çok fazladır.
Hassas yapısı kolay zarar görebilir ve bu nedenle ciddi sağlık sorunlarına, bazı yan etkilere neden olabilir.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, bunlar Günümüzde Beyin Hasarına yol açan 10 alışkanlık (hemen hemen hepimiz yapıyoruz)
1.Kahvaltı Etmemek
Kahvaltı günün en önemli öğünü olduğunu sürekli duyuyoruz. Kan şekeri azaltmak isteyenlerde dahil olmak üzere birçok insan bunu biliyor. Ancak, geceden yenilen yemekten sonra kahvaltıyı atlama beyin için yeterli besinlerin sağlanmasını engelliyor. Bu şekilde beyin fonksiyonlarının bozulmasına neden olabilir.
2.Uykusuzluk
Uzun süren uykusuzluklar hücrelerinin ölümünü hızlandırdı. Uyku stres gün boyunca uygun dinlenme ve onarım vücut sağlar. Bu nedenle, uyku her zaman öncelikleri arasında olmalıdır.
3.Yüksek Şeker Alımı
Vücuda yüksek şeker alımı olursa, besinlerden gelen yararlı vitamin ve mineralleri organların emmesini engelliyor.Böylelikle kötü beslenme sonucu beyin rahatsızlıklarının gelişmesin yol açacaktır.
4. Aşırı yorulma(zihnen ve bedensel)
Aşırı yeme, kilo artışı, şişkinlik, düşük benlik saygısı (Düşük benlik saygısı kişinin kendini değersiz, etkisiz, yetersiz, başarılı hissetmemesi, kendini sevmemesidir) Bu gibi etkenler beyindeki atardamarların sertleşmesine neden olur.
Yatmadan önce yatakta telefon kullananlar Dikkat Devamını okumak için tıkla

5. Sigara içmek

Bu en zararlı alışkanlıklardan biridir ve diğer tüm yan etkilere rağmen Alzheimer hastalığı gibi erken bunama hastalıkların yanı sıra “çoklu beyin küçülmesine” neden olur.
6. Uyurken Kafayı Örtmek
Garip gelebilir, ama bu alışkanlık gece boyunca oksijen alımını azaltır, ve uyurken, baş dönmesi veya hava eksikliği hissetmeyiz. Ayrıca, fazla karbon dioksit Solunması riski vardır.
7. Hava Kirliliği
Oksijen maskesi ile tüm gün boyunca ortalıkta gezemeyiz! Beynin etkin çalışması için son derece yüksek miktarlarda oksijen gerekir. Kirli havanın sürekli solunması oksijeni azaltıp, Beynin etkin olmasını engeller
8.Hasta olduğumuz sırada beyni yormak
Herkesin zamanından yoksun olduğu ve sürekli acele ettiğimiz bir dünyada yaşamaktayız, Çok sayıda insan hasta olduğu sürece dinlenmek yerine, çalışmaya devam etmeyi tercih eder. Bununla birlikte hastalık, Vücudumuzun biraz yavaşlaması gerektiğinin işaretidir. Ve beynin dinlenmesi gerektiğinin işaretidir!Bu nedenle hastalıkta çalışmak, beyni zorlamak beyinde hasara neden olabilir ve etkinliğini azaltabilir!
Telefonu hangi kulakta kullanmalıyız Devamını okumak için tıkla
9.Az Konuşmak
Şaka değil gerçek. Konuşarak beyinnin gelişimi ve büyümesini destekleyen, zihni geliştiren konuşmalar yapmalıyız. Müzik, sinema, fotoğraf gibi. Hayal gücümüzü geliştirmeliyiz. Bu da beynin etkiniliğini arttırıyor..
10. Uyarıcı Düşüncelerin Eksikliği
Düşünme beyni genişletir ve işlevini arttırır, bu yüzden bu güçlü araç beyni önemli derecede geliştirir ve akılda yeni ufuklar açar. Beynin nevoplastikliği ya zihninizi geliştirmenizi ya da beyin küçülmenizi ve ilgi eksikliğinizin azaltılması ve azaltılmış çabalar becerilerinizi ve yeteneklerinizi düşürmenizi sağlar. Dolayısıyla beyin etkili bir araçtır, bu yüzden onu daha da nasıl geliştireceğinizi öğrenmelisiniz ve sizin için mucizeler yapabilir!
Bu yazıyı arkadaşlarınızla paylaşın. Sağlıklı mutlu günler dileriz..

Kaynak: Bayanlar Bilir

Göçmen Kuşu

Göçmen kuşu,
Ne de hasretlik çekersin.
Sılaya doğru.
Şiirler okur,şarkılar söyler,raks edersin.
Türkülerinde,çığlığını duyurursun.
Göçmen kızı.
Annen,baban var mıdır?
Türküsü,her şeyi,
Ne de güzel anlatır.

Talih kuşu,
Kon işte,garibanın başına.,
Göçmen kızının,başına.
Kısmetlensin.
Değişsin hayatı.
Gün görsün,güneş görsün.
Göçmen kızı,annen,baban var mıdır?

Devlet kuşu,
Nereye konacağını,bilir misin?
Adaletli misin?
Hak hukuk bilir misin?
Fakir,fukarayı düşünür müsün?
Eli emekli olanın,
Ağzı yemekli olur ,derler.
Doğru mudur?
Kon işte,devlet kuşu,
Göçmen kızının başına.
Göçmen kızı annen,baban,var mıdır?

Cemal Borandağ 25 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul.

Gittikçe yalnızlaşıyorum

Gittikçe yalnızlaşıyorum bir sen varsın
karşılığı olmayan sorular düşüyor aklıma
ve kuşların intihar tasarısından söz ediliyor kentte
soğuyan ellerinde kalıyorum bir kırlangıç gibi
Ellerin bir mecnun yurdu, upuzun bir sessizlik
birlikte okuduğumuz kitaplar kadar sımsıcak

Biz bu kitapları ne zaman okuduk ve niçin
her satırını çizip notlar düştük kıyılarına
Dünya upuzun bir çöl sanki, bir buzul kütlesi
karşılık bulamıyorsun aklıma düşen sorulara
ve düşüşüp duruyor kırlangıçlar, üşüyorum
bir yolcu hüznüyle geçip gidiyor ömrümüz

Sesine bir esmerlik düşüyor parçalanıyor yüzün
kayıp gidiyor parmaklarımın arasından
bir aşkı anlatmak için seçtiğim sözcükler
Hep yanlış numaralar düşüyor telefonlarda
kaçırıyor korkulu bakışlarını eski tanıdıklar
Bir sen varsın kurtulursam bu aşkla kurtulurum

Gülüşü süt mavisi insanlar vardı/ nerdeler şimdi
çoğunun adını unuttum çoğunun kimliğinde kazınmış adresler
Nevin canına kıydı geçen gün, şiir gibi bir kızdı bilirsin
Öner enfarktüs geçirmiş içerde, kesik kesik öksürürdü eskiden
Ayşe ise acemi bir sokak yosması artık
Üşüyorum, ama sen anılarla sarma beni ve anlat yalnızlığımızı

Bu kent kuşların intiharını umursamıyor artık
ve göğsüm buz kesmiş bu üşüten yalnızlıkta
Birlikte çay içtiğimiz sokaklarda yürüdüğümüz
o süt mavisi gülüşler güz solgunluğunda şimdi
unuttum çoğunun adını çoğu voltalarda yıllardır
nasıl da sessiz yaşanıyor gürültüler ortasında

Bir daha hiç öpüşmeyecek Gülçin
o çok sevdiği porselen fincanla çay içemeyecek
uzatamayacak saçlarını sevgilisinin istediği gibi
gittikçe yalnızlaşıyorum, üşüyorum, unuttum sanıyordum
yazılsa destan olacak bir aşkın serüveni
şiirimde bir dipnot olacak şimdilik

Ahmet Telli

VİCDAN

İçimde bir ses var ,farklı.
Vicdan mıdır,nedir?
Devamlı takipte.
Eren miyim,ermiş miyim neyim.
Tanrı buyruğu mu ne.

Görür gözlerim,farklı.
Bu görüntü nedir?
Allah aşkına.
Bir tutam umut mudur,
Telepati midir,sezgi midir,hayal mıdır?

Gider ayaklarım koşarak.
İlham var mıi gibi
Bazende geri geri.
Gitmek istemez.
Ön yargı mıdır,sezgi midir nedir.

Yaşamı,severek yaşarsan,
Bazen, isteksizlikler,halsizlikler,hastalıklar.
Hayat bir düz yol değil.
Düzü de var,yokuşu da var,inişi de var.
Arifsen,sağlıklı isen,
Hayat budur dersin.
Yaşa be...
Beh... beh ...beh...

Cemal Borandağ 24 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul

Yakın Döğüş

Bozuldu bak, dünyanın ezberi
Ağaçlar bile şaşırıyor günleri,
Düşünelim bakalım;
Bir şey vardı, o neydi?

Üzmezdi gücümüzü, kaldıramadığımız taş
Tenha bir yer seçilirdi, söylemek için.
Geçim ehliydi yoksulluk bile
Şükretmeyen ne bilsin!

Değil mi?

Pusu kurmazdı kimse, suyun başına
Gitmezdi çöpe hurmanın çekirdeği
Bilirdi yolu bütün mevsimler,
Bir damla su, yaprağın ucunda
Dünya derdik, böyle bir yer.

Hiçbir şeyi tek başına yeme
Diyen sahabenin sözünü
Karıncalar tutuyor ancak.
İnsan olmanın verdiği güzellik
Soluyor durmadan, bir bak.

İbrahim Tenekeci

19 Aralık 2016 Pazartesi

PROF. DR. SAMİ ZAN (1921-1984)

İstanbul Tıp Fakültesinde "Sami Zan "adında müthiş bir Anatomi hocası vardı...Hocaların hocalarının hocasıdır..
Sıraların üstlerinde oraya buraya atlarken bir yandan da aşağıdaki sözler çıkıverdi ağzından...
1. Yıkılmayan ağacın yeri belli olmaz!
2. Hıyara kıyasla turpa şükür!
3. Meyvası çamura düşüyor diye ağaca mı lanet edilir?
4. Hekim hastasını nadiren tedavi, genellikle teselli eder.
5. Üniversiteye girip te çıkamayanlara profesör denir.
6. Okumak sanatı esasları hatırlamak, ayrıntıları unutmaktır.
7. Bence en acınacak insan, görevinde ücretten başka bir şey alamayandır.
8. Hayat denklemi: Çalışma (10) x Doğruluk (10) x Bilgi (10) xGüzellik (10)x Şans (0) = 0
9. Biz sidikle pislik arasından dünyaya geldik, öğünmemiz nedendir?
10. Hayat üstü pamuklarla örtülü bir kazık tarlasıdır.
11. Hayatta bütün setler üzerinden geçilmek için yapılmıştır, önünde durulmak için değil!
12. Dilediğin gibi yaşa, nasılsa öleceksin!
13. Yükselmek için kendi ayaklarınızı kullanınız, başkalarının sırtı ve ellerini değil!
14. İyilik belki unutulur ama ölmez. Kötülük ölür ama unutulmaz.
15. Göz medeniyetler yapar fakat medeniyetler göz yapamaz.
16. Moloz alma adam al. Adam yoksa hiç kimseyi almamak hırdavat almaktan iyidir.
17. Sevmek oturup birbirine bakmak değil, belki beraberce aynı yöne bakmaktır.
18. Söndüremeyeceğin ateşi yakma!
19. Yaşlılık gözlerde başlar, genital organlarda biter.
20. Gülme bunlara, doktor gülmez, tebessüm eder!
21. Herkesin ter kokusu ayrıdır, parmakizi gibidir.**
22. Yüksek makamlar yalçın kayalara benzer. Oralara nadiren kartallar, çoğunlukla kertenkeleler çıkar.
23. Yolun ilerisini göremiyorsanız dönemece gelmişsiniz demektir.
24. Aşk hayatta her yaşta insana musallat olan bir hastalıktır.
25. Kader size bir limon verdiyse, ondan limonata yapacaksınız!
26. Hekim olmak her konuya hâkim olmaktır.
27.Mutluluk insanın sevdiği işi yapması değil yaptığı işi sevmesidir.
28. İbret al, ibret olma.
29. Hastalık randevu ile gelmiyor ki sen hastaya randevu veresin.
30.Doktorluğunuz kalbinize oturmadıkça doktor değilsiniz.
31. Zaman paraya benzer, lüzumsuz sarf edilmedikçe yeter.
32. Elzem lazımdan önce gelir.
33. Felakete dayanamamak büyük bir felakettir.
34. Geleceğin en iyi habercisi geçmiştir.
35. Aşağıda olan düşmekten korkmaz.
36.Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızlı kapatma, geri dönmek isteyebilirsin.
37. Mezar üstünde oturmak, gebe kadın üstünde oturmak gibidir.
38. Kapıyı kilit, kadını yiğit tutar.
39. Dört şeye güvenme; kış havasına, düşman sevgisine, amirin iltifatına, kadının sadakatine.
40. Gönlün yuvandaysa ne ala, yoksa yürümez bu evlilik.
41. Dünyada değeri en zor anlaşılan şey doğru sözdür.
42. Gerçek kalp her şeyi affeder.
43. Her aşk layık olduğu kadar yaşar.
44. Büyük mutluluklar açı çekmeden elde edilmez.
45. Tehlike geliyorum, namus gidiyorum demez.
46.Ana baba evladını yeryüzüne getirir, hoca onu gökyüzüne çıkarır.
47. Hayatta nasihatçi olarak ölüm yeter.
48. Para iyi bir uşak kötü bir efendidir.

KRAL

Hemen her mahallede olduğu gibi bizim mahallenin de bir delisi var. Mahallede ona, “46” derler. Lakabı isminin yerine geçmiştir, bu nedenle ismini bilenler bile ona ismiyle hitap etmez.
Öncelikle bilmeyenler için anlatayım; eski Türk Ceza Kanunu’nun 46. maddesinde akli dengesi yerinde olmayanların yani delilerin cezai ehliyetleri tanımlanmıştır. Ancak eski kanundaki bu madde yeni Türk Ceza Kanunu’yla 32. maddeye taşınmış olsa da akıl hastalığı ve suç ilişkisi açısından illiyet bağını tanımlayan eski kanunun madde sayısı halen halk arasında delileri tanımlayan sayı olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Gelgelelim bizim Kral’a…
Kral benim yaşlarımda, fakat zayıf ve çelimsiz vücudu nedeniyle yaşını pek göstermez.
Parmakları her daim kötü bir şey yapıp yerinde duramayan bir dağ gelinciği, elleri hep saklanacak bir yerler arayan küçük kediler gibidir. Onun bir parçası değilmiş gibi hareket eden ellerini çokça ceplerinin içinde unuttuğu olur. Fakat elleriyle tuttuğu şeyleri soğuna sıcağına aldırmadan bir çocuk gibi tutar. Hakkını vererek…
Ellerinin bu durumunu ilk bakışta fark etmek belki zor olabilir ama küçücük ayakları onu gören herkesin hemen dikkatini çeker. O ayaklarla bırakın yürümeyi, ayakta bile nasıl dengesini koruyabildiğine kimse akıl erdiremez. Ne var ki o ayaklarla Kral’ın mahallede girmediği sokak, merdiveninden çıkmadığı apartman, basmadığı kaldırım taşı yok gibidir…
Kral’ın, çocukken geçirdiği menenjit hastalığı yüzünden bu hale geldiği söylenir. Tanrı onu hep çocuk bırakmış ama elindeki oyuncaklarının alınmasına da mani olmamıştır. Sırf bu nedenle tanrıya hep kızgın olması gerekirken tanrıdan en çok korkan da o dur. Hatta bunun yanı sıra batıl inançları; ateşe tükürürsen ya da kurbağaya ellersen yüzünde çiller olur, yemek yerken ya da gülerken dişlerin görünürse ömrün görünen dişin kadar azalırdının çok ötesindedir.
Kral’ın okuyabildiği tek kelime trafik işaretleri üzerindeki stop yazısı olmasına rağmen elinden gazete dergi düşürmez. Saatlerce bu sayfaların üzerlerindeki resimlerle oyalanır. Kelimelerin arasından kendince şifreler bulup çözer. Onlarla ilgilenirken dünyadan tamamen kopar. Onun haricinde diğer zamanlarda bütün gördüğü şeyler kendi boyundadır. Hiç bir şeyin altını üstünü görmez. Kim bilir hayallerinde kaç Sezar, kaç Fatih, kaç Napolyon olsa da gerçekte Kral’ın yeri bu mahalledir. Sarayından hiç dışarı çıkmayan, orduları hiç savaşa girmemiş bir Kral’dır o…
Bense büyüklü küçüklü mahalledeki herkesin, ben dahil, özellikle yapacakları her saçma işte onun varlığına ihtiyaç duyduklarını, o işi yaparken mutlaka onu da yanlarına aldıklarını ve sanki bu sayede yaptıkları o saçma işi onun varlığıyla meşrulaştırdıklarını anladığım günden beri ona sadece “Kral” derim…
Onun ne kadar anlatsam az, malum normal insanlar birbirine benzer, deliler değil. Delilerin tüm yapıp ettikleri, normal insanların amaçlarının, tasarılarının ve niyetlerinin gölgesinde örülmüş, eksik, kusurlu birer kopya olarak görülmesine rağmen, her biri aslında normal denilen insanların aksine birbirlerinden oldukça farklıdırlar, o nedenle onları tarife normal insanların kullandığı kelimeler yetersiz kalır…
Bilmem, ne demek istediğimi belki geçen gün başımdan geçen bir olay daha iyi anlatır…
Kral’la birlikte yürüyorduk… Muhabbet olsun diye, kendisine neden 46 denildiğini, bunun nedenini bilip bilmediğini sordum. Hiç beklemediğim bir şekilde, oldukça kızgın bir ses tonuyla, “annem 46 numara ayakkabı giydiğim için herkesin beni öyle çağırdığını söylüyor ama öyle değil; 62’den tavşan,73’den zürafa, 46’dan da suaygırı yapılır, ben de suaygırlarını çok severim, ondan,” dedi.
Gülerek, “Hadi oradan sende Allah’ın delisi, sen hangi ara suaygırı gördün ki…” dedim ve onunla alay ederek yürümeye devam ettim. O da benim hızlı adımlarıma eşlik ediyordu ki bir an tökezledim. İçimi çekiliyor gibiydi…
Dönüp Kral’ın yüzüne baktığımda, suaygırlarının karanlık bir gecede gökyüzünde alev alev akan meteorlar gibi gözlerinden aşağıya doğru aktığını gördüm. Birden içimi bir ürperti kapladı. Sokaktaydık, ayakta…
“Kral” dedim, “beni tut…”
Ellerimi sıkıca kavradı ve “Gözlerinde sinekler uçuşuyor,” dedi ve bir şey dememe fırsat vermeden “Dur şimdi onları öldüreceğim…”
Kendime geldiğimde tüm mahalleli başıma toplanmıştı fakat Kral ortalıkta görünmüyordu…
Anlaşılan suaygırlarına binip gitmişti...

İnsan ne zaman alışır hayata baba?

yağmurun değdiği her yerdi yüzün
seni sordum da irkildi toprak
ölümü bildim, büyüdüm
çocukluğum mevsimsiz bir leylak
bir yelkovan gidişi
bir akrep
yürüyüşü
ötesi iyilik, güzellik...alıştığımız
bir yarayı sarıp sarmalamak

gecikmiş sözlerin ağırlığı heybemde
bir karanfil, solgun, öyle
kedere bulanarak
nasıl dökülürse
döküldü toprağına sözlerim de

söküp nallarını atların
koşturmak gibi karanlığın evine
öldün. yokluğunda
varlığı bildim

insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına
baba?

Çiğdem Sezer

İSTANBUL ŞARKISI

Yedi tepesi,aşıkların mekanı.
Hep ilkbaharı yaşarsın.
Genç kızın ılık nefesi gibi,
Güzel kokar.
Taşı toprağı altın dediler.
Kadınları kız,kızları bebek gibi.
Şiir yazdırır,şarkı söyletir,türküleri sazın teline vurdurur.
Sanat ile eylemin,Duygu ve düşüncenin,
Kavranabilir,bir düşünceye dönüştüğü,
Kutsal kent.
İstanbul'da yaşlılara yer yok.
Hep genç kalır,çalışırsın,
Koşturmaca,yakalamaca.
Kostantionpol,
Fransız şövalyelerine göre,kent.
Süslü bir fahişe.
Tepelerin,köşklerin,anıt ağaçların ve minareleriyle,
Zerafeti ile yükseldiği yer.
Parlayan,sönen bir yeryüzü cenneti.
Ayasofya'da,cennet mi,yoksa yeryüzü mü dersin.
Topkapı,peri masalı sarayı.
Sultanahmet,erenlerin toplandığı yer.
İnsanlık tarihi burada yazılır.
Kültür şehri.
Boğazda sular aheste aheste akar.
Yunus balıkları dans ederek geçer.
Vapurlar,martılarla beraber,gelin alayını uğurlar gibi.
Kız kulesi mahsun mahsun bakar.
Galata kulesi,tarihi gözetler.
Perada unutulmuş,eski Ceneviz evleri.
Hamamlar,yorgun hanlar,kapalı çarşı,
Türk lokumu,kebap.
Herşey,daima bir tutam hayaldir.
Ey kıskanç koca İstanbul,tutuğunu bırakmazsın,
Benim,Aşığımsın dersin.
Hadi Boğazda,rakı-balıkla,
Hayallerimizi demleyelim,Güzelim.

Cemal Borandağ 16 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul

Ne zaman yüzüne baksam

Ne zaman yüzüne baksam
yalnızlığın o mutlu gerilimi

O öksüz göl hızla derinleşir
biliyorum, acılarım hiç bitmeyecek, bu öyle bir
yeşil

Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
ikimizi de aşar, o kapının ardındaki masal
bense yüreğimin bu hallerinden korkar, kalırım
bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi
geçip giden yüzlerine bakar kalırım

Ömrün kısalığı çarpar camlara
ateş hızla yayılır içerilere

Akşam olur, evler dolar boşalır
acıyla erir, yüzüne aşık çocuk

Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
İkimizi de aşar, o kapının ardındaki masal

Cezmi ErsözNe zaman yüzüne baksam
yalnızlığın o mutlu gerilimi

O öksüz göl hızla derinleşir
biliyorum, acılarım hiç bitmeyecek, bu öyle bir
yeşil

Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
ikimizi de aşar, o kapının ardındaki masal
bense yüreğimin bu hallerinden korkar, kalırım
bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi
geçip giden yüzlerine bakar kalırım

Ömrün kısalığı çarpar camlara
ateş hızla yayılır içerilere

Akşam olur, evler dolar boşalır
acıyla erir, yüzüne aşık çocuk

Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
İkimizi de aşar, o kapının ardındaki masal

Cezmi Ersöz

BENİM BABAM KRALDI

Evin en öksüzü babalardır, en yalnız, en kimsesizi, herkese kimse olurken. Evin direği olurken kendisi direksizdir, dayanacağı kimsesi pek yoktur. Çünkü o hep güçlü olmak zorundadır. O zayıf olamaz Çünkü o kahramandır, o güçsüz olamaz.
Çünkü o kahramandır, o ağlayamaz Çünkü o kahramandır, hep kahraman olmak, öyle kalmak zorundadır. Yoksa silebilir herkes onu. Küçümser, erkekten bile saymaz.
Batan gemiyi en son terk eden baba iken, uçan bir balonda, fazla ağırlıkların atılması aksi halde balonun düşme ihtimalinin olduğu anlarda, aileden ilk atılacak kişi babadır.
Hayatını ailesine adasa da, ne eşine ne de çocuklarına yaranabilir tam anlamıyla. Kimsesi kalmaz zaten memleketi belli olduğunda. Hani sormuşlar ya adama nerelisin diye. O da demiş henüz evlenmedim diye. Ne ilk ailesine,ne de yeni ailesine yaranamaz, arada kalır.
Aile içi yetmez gibi, hep annelik yüceltilir onun yanına ayıp olmasın diye babalık da eklenir. Anneler gününün bütün ihtişamına, şatafatına, her yerde vurgulanması ve insanları harekete geçirmesine rağmen, babalar günü unutulur, ya da babalar gününde hatırlanır ve öylesine geçiştirilir.
Evin dış kapı mandalı gibidir çoğu zaman. Evin en yalnızıdır.Bu yüzden en son babalar duymaz mı? Ya saklanır, ya yalan söylenir ya da paylaşma gereği duyulmaz. Bunda elbet hoşgörüsü az babanın da suçu ve katkısı vardır ama yine de ne yapsa yaranamaz, yakınlaşamaz. Belki çocuklarıyla yakınlaşmak ister ama malum ataerkil kurallar, toplum baskısı, utanç duygusu buna engel olur, ne sevdiğini gösterebilir ne de sevilmek istediğini…
Babanın aile de en sevdiği birey kadındır, eşidir. Eşinin ise en sevdiği çocuklarıdır, kendisi değil. En büyük aşk evliliklerinde bile, sevgilisi doğum yaptığında bir anda artık sevgilisi değil, anne olur, kendine biçtiği en büyük rolü olur sevgilisi.
Baba en çok anneyi sever, anne en çok yavrusunu sever, yavrusu ise en çok eşini sever, eşi ise en çok yavrusunu sever. Bu böyle devam eder durur, hayatın kanunu gereği.
Anne ya da çocuklar işsiz olabilir, kimse bunu çok görmez onlara. Ama baba işsiz olamaz. Düşünün erkek çalışır kadın ev hanımı ise sorun yok ama tersi durumda erkekten bile sayılmaz. Evin geçimini karşılamak zorundadır, hem de şartlar ne olursa olsun. Dışarıda onca karşılaştığı kötülük ve güçlüklerle uğraşırken, eve gelip sığınmak, salmak isterken kendini, evde eşinin kaprislerini çekmek, çocukların sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalır.
Belki ağlamak ister onların yanında, onlarla… Yapamaz!
Evin şerefini, evin namusunu korumak zorundadır. Kızının ilk aşkı kendisi olsa da, büyüyünce kızı artık aldatır babasını ve başka gençlere kayar gönlü. Babasına bin bir naz yapan o kız ise sevgilisinin, eşinin her dediğini yapar.
Evde yıllarca babası ile çatışan, özgürlüklerini elde etmeye çalışan, oğlu ise eşinin yanında muma döner. En acısı ise yıllarca gözünden bile koruduğu o güzeller güzeli kızını, gözbebeğini gelir adamın biri alır elinden, gözünden sakladığını başka gözlere verir. Değil birinin ona dokunması yan gözle bile bakmasına dayanamayan baba, teslim eder bir başkasına elleriyle. Üstelik bir de düğün dernek yapmak zorundadır, oynamak zorunda kalır sanki eğlenirmiş gibi.
Yıllarca dışarıda deli gibi çalışırken, bebekken hiç büyümeyeceğini düşündüğü yavrularının değiştiğini bile fark edemez, birey olduklarını. Ona bağımlı iken onlar, bir anda bağımsızlıklarını ilan etmeye başlarlar, küçük bir hayal kırıklığıyla karşılar, yapacak bir şey yoktur.
Bizim gibi toplumlarda, erkek evladından çok kızına değer veren, her şeye rağmen onun için her şeyini feda eden babaların önünde sevgiyle eğiliyorum
Sizler büyük insanlarsınız ALLAH başımızdan eksik etmesin İNŞAALLAH..

16 Aralık 2016 Cuma

Usulca gir kapıdan, zile basma

Usulca gir kapıdan, zile basma.
Hiç telaşlanma ben daha dönmemişsem.
Yoldayımdır, nerdeyse yokuşun dibinde,
Suların kararmasını bekliyorumdur,
Tuğla harmanlarından gelen yanık havanın
Bahçedeki akşamsefalarına sinmesini.
Güç bela dizginliyorumdur içimde
Dörtnala sana koşan küheylanları.

Bütün gün kağıttan dağlar arasındaydım,
Nabzım ileri giden bir saat gibi işledi durdu.
Dilekçeler, kararlar, tozlu makbuzlar:
Hep adını okudum silinmiş satırlarda.
Pencerede kuleler, minareler, kirli gök.
Durmadan kuşlar uçtu bir bacadan.
Rüzgara karışan saçlarını gördüm
Bulutlu aynalarda.

Balkonun kapısını aç, su ver saksıdaki çiçeğe.
Geyikli örtüyü ser masaya, dinlen biraz.
Sessizlik şaşırtmasın seni, ürkütmesin.
Ben içindeyimdir o alaca sessizliğin.
Şehrin gürültüsü dolacak az sonra odaya,
Karanlık bir yankıya dönüşecek karşı dağlarda.

Cevat Çapan

Kapımı çalıp durma ölüm,

Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.

Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükûta râmolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?

Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?

Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson'u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?

Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.

Cahit Sıtkı Tarancı

Mavi bir elbiseyle gelmiştin,

Mavi bir elbiseyle gelmiştin, gökyüzü maviydi..
Getirdiğin rüzgarla ev kokuyordun..
Kolun koluma değiyordu, omzun omzuma..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..

Bin dokuz yüz kırk iki baharıydı
Bahçeli pencereler önünde geziyorduk,
Gözlerimiz buluşuyordu, ürperiyordum
Gökyüzü maviydi, mendilin maviydi

Sıcak nefesin yüzüme değiyordu
"Evlenebilir miyiz" diye sormuştum,
Yürüyüşün değişmiş, yüzün penbeleşmişti;
Mavi elbiseler içindeydin, gökyüzü maviydi.

Elini elime verdin, ayrılıyorduk,
Gözlerin gözlerimde, dudakların ıslak,
"Sık sık konuşalım" demiştin; gittin..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..

Celal Sılay

HiTiT DUASI

"Tanrım,
Beni yavaşlat,
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir...
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telâşlı hızımı dengele...
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver .
Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği,
belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol...
Anlık güzellikleri yaşayabilme sanatını öğret;
Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,
güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,
güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,
balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret...
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini,
yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi
büyümesine bağlıdır...
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı
değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha
sağlıklı olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi...
Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve HİKMET,
Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver..."
Hititler'in M.Ö.2000 yılındaki duvar yazısından.

Buluşmak Üzere

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım

Can Yücel

Nazım Hikmet Ran'dan

Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

Nenem'e

Yaşamın boyunca sevdin
Sevmeyi öğrettin
Büyük bir yolculuk içinde
Büyüdün ama hiç bir zaman sevgini yitirmedin.

Öncülük ettin.
Mücadele ettin çocuklarına
Düşündüğünü her zaman açıkca söyledin.
Bizlere korkmamayı,direnmeyi içimizden geldiği gibi yaşamayı ve paylaşmayı öğrettin.

Yaşamın boyunca çevrendeki insanlara
hep yüreğinden bir parça koparıp verdin
Neneciğim senin yüreğindeki
Sevgi sınır ve engel tanımadı.

Neneme...

Cemal Borandağ

AŞKO

Çekti bakışlarınla,
Kendine.
Cazibesi miydi
Sempatisi miydi
Güzelliği miydi,Bilemedim,
Aşko.

Seneler,seneleri kovaladı.
Yıllarca görüşmemiştik.
Birbirimizi,
Kalplerde yaşıyorduk.
Durduk yere hüzünleniyor,
Of oflar çekiyorduk.
Hasretten.
Sıla özlemi çökmüştü,
Üstüme.
Aşko.

Kavuşmak mı güzel,
Kavuşup ,hasret gidermek mi?
Bilemedim.
İçime çöreklendi,aşk acısı.
Boa yılanı gibi.
Aşko.

Eski aşklarının özlemi içinde olanlara gitsin şiirim.saygı ve sevgilerimle.

Cemal Borandag 11 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul

9 Aralık 2016 Cuma

Abert Einstein

1.)”Evrende en büyük ziyan, sorgulama yeteneğini yitirmiş bir beyindir.”
2.) “İnsan alçaklığının sınırı yok, kendini her an yara almaya hazırla.”
3.) “Kişinin susması, her zaman söyleneni onayladığı anlamına gelmez. Bazen canı aptallarla tartışmak istemiyordur.”
4.) “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi sınırlıyken, hayal gücü tüm dünyayı kapsar.”
5.) “Mutlu bir hayat yaşamak istiyorsanız hayatınızı bir amaca bağlayın, kişilere veya eşyalara değil.”
6.) “İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi değil, prensipleri ve inançlarıdır.”
7.) “Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir.”
8.) “Düşlemek, bilmekten daha önemlidir.”
9.) “İnsanlar arasında kendi gözüyle gören ve kendi yüreğiyle hissedenler çok azdır.”
10.) ”İnsan” olduğunuzu hatırlayın. Geriye kalan her şeyi unutsanız da olur!..”
11.) “Hayat iki şekilde yaşanır: Ya hiç mucize yokmuş gibi, ya da her şey birer mucizeymiş gibi.”
12.) “Karşındakine yargılarınla değil, algılarınla yaklaş.”
13.) “Kesinlikle bilmeniz gereken tek şey, kütüphanenin nerede olduğudur.”
14.) “Her aptal bilebilir, önemli olan anlayabilmektir: Bir insanı, bir hayvanı, bir bitkiyi, bir düşünceyi…”
15.) “Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücü ise her yere.”

Uğur Yücel’le yapılan bir söyleşi

En belirgin fark mutfaksızlık. Mesala Boğaz’da bir balık lokantasına gidiyorsun, meze alıyorsun, ben bunu iki gün önce başka bir yerde yedim diyorsun. Her şey birbirinin bu kadar mı aynısı olur? Hiçbir özgünlük yok. Eskiden her meyhanenin kendi mutfağından çıkan mezeyi yerdin. Şimdi öyle değil artık. Basit bir ciğer kızartma bile, sıradan gözüken bir şey, pişirme, sunum açısından anlam kaybetti. Balık pişirme ustaları kalmadı, iyi balık pişiren dört beş tane yer var İstanbul’da.
Bu toprakların kültür çeşitliliğine sahip insanları kaybetmek esasında bütün hayatı kaybetmektir. Ben bu hayatı kaybetmiş neslin çocuğuyum. İstanbul’da son Bizanslıları biz gördük. Şimdi kimse bilmiyor. Yahudi, Ermeni, Rum arasındaki farkı bilmiyor gençlik. Bunların hepsini aynı yere koyuyor.

Lezzetlerini bilmiyor, kültürlerini bilmiyor hatta şöyle zannediyorlar: Önce Türkler vardı sonra herkes geldi. Bütün Anadolulular buradayken Türkler geldi. Sonra Yahudiler. Bunu kimse bilmiyor. Bir Rum arkadaşıma sevimli bir kız soruyor: “Biz İstanbul’ a 1984’te geldik. Siz ne zaman geldiniz?” Arkadaşım sakince cevaplıyor “3000 yıl önce.” Bu hayatın bizim gibi farkına varmadılar, bunun hazzını çıkaramadılar. Bir Rum evinden gelen bir tepsi musakkaya karşılık annenin gönderdiği bir Anadolu mantısı ya da bir Ermeni evinden gelen midye dolma ve buna karşılık bir koca tabak baklava. Zeytinyağlıyı, balığı Rumların elinden, dolmaları topiği Ermenilerin elinden, hamuru Türklerin, eti Kürtlerin elinden yiyeceksin. Elden ele, komşudan komşuya, cenazede, mutlulukta, bayramda bunlar paylaşılırdı ve bunun farkına varırdın.

Tabii yemekler, tatlılar. Bu renkler gitti, tatlar gitti, komşulara dağıtılan irmik helvaları, paskalya çörekleri, yumurtalar… Mesela dedem hacıydı ama Paskalya zamanı yumurta tokuştururdu benim arkadaşlarımla, yılbaşında başına kukuleta takardı, yılbaşı kutlanırdı ama Kandil’de de radyo başına geçilip Kandil dinlenirdi. Mevlitlere gidilirdi, kilisedeki düğünlere giderdi bu hacı hocalar, anneanneler. Yakın biri öldüğü zaman bizim mevlit olurdu Rumlar, Ermeniler, Yahudiler başörtüsü takıp bizim eve gelir, duaya katılırdı. Bu dünya, bu söylediğim şeyler hayat kaybı değil midir?

Hem yaşam biçimini aynı zamanda lezzetlerini kaybediyorsun. Bir kültür yok oluyor, bu iç içelik, bu koskoca Anadolu kültürü bizim gözümüzün önünde paramparça edildi.

İster Arap olsun, ister Kürt olsun, ister Türk olsun, Rum, Ermeni, bu medeniyetler, burada yaşayan kültürler, bunların hepsi yetiştikleri yerin iklimine göre davranmıştır. Adam bir yere köy kuruyor, rüzgârı nerden alacağını, sabah güneşinin nereye geleceğini, köyün evlerinin yüzünün nereye bakacağını hesaplıyor. Sahip olmak bu demektir, yoksa dünyada toprak herkesindir. Sınırsız bir dünyaya inanıyorum ben. Benim yerleştiğim, köklerimin yerleştiği bir yer varsa köklerim o topraklara, o denizlere göre hareket ediyor. Sen bu kökleri, o tohumları yok edersen, yerinden yurdundan edersen ve onun yerine benimkiler geçsin dersen dünya harikası bir caminin dibine gökdelen koyarsın. Yahu Şirince’de dünyanın en güzel zeytinlerinin olduğu yere Mübadeleyle gelen insanlar tütüncü. Zeytin ağacı hiçbir şey ifade etmiyor. Ama bir Anadolu Rum’u için zeytin ağacı onun ayrılmaz parçası. Oraya yerleştirdiğin adamsa bundan hiçbir şey algılamıyor. Kim mutlu oldu lanet Mübadele’den ne Müslümanı ne Hıristiyanı. Anadolu kurudu. Koskoca üzüm bağları, incirler, yemişler, meyveler, her şey kurudu, beton oldu. Şimdi çırpınıyoruz, o topraklarda meğer ne üzümler yetişiyormuş diyoruz. Yerinden etmeyi, onun yerine geçmeyi lezzetle ilişkilendirirsek yine bir hayat kaybıdır. Dünyanın her yerinde bütün işgaller, savaşlar, bütün yer değiştirmeler aynı zamanda hayatın tadına karşı da yapılmıştır. Hepsi dindar, hepsinin dinleri var. Eğer Tanrı’ya inanıyor ve tapınıyorlarsa bence bu Tanrı’ya yapılmış en büyük ihanettir. Çünkü herkes başka bir dünyada daha rahat edeceği endişesiyle ibadet ediyor oysa dünya denilen yer bir cennet. Sen bu yaşadığın cennete ihanet edersen, öbür tarafın hangi kurgusuyla uğraşacaksın?


Radikal
— Aleksan Oltacı ile birlikte.

İLAHİ MAHKEME (HİKAYE)

Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün?

Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor.
Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış.

Adam şaşkın, “Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Beni senin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor.”

Tanrı gülümsemiş, “Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım.

Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminizde özgür bıraktım.
Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için sizi yargılamak kendimi yargılamak olur.
Ayrıca benim yargılamama ne gerek var ki? Her şeyi bilen ben sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz.

Birazdan salonu, hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış.
Onlar seni affederse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor.”
demiş.
Adam merakla sormuş: “Peki ya affetmezlerse ne olacak?
“Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş,

“Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın.

Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın.”

Adam bir süre düşünmüş, “Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya.
“Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım.
Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir.
Cennet de dünyadan başka yerde değil.” demiş Tanrı.

“Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi.” diye karşı çıkmış adam.

“Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz
kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır.” demiş Tanrı.
“Peki dünyaya döndüğümde doğru yola görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam.
“Ben bunun için siz insanların içine “vicdan” denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz.”

“Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam.

“Hem size şah damarınızdan daha yakınım, hem de düşman olduğunuz kadar sizden uzağım.” demiş Tanrı.

“Çünkü düşmanlarınız da Ben’im. Siz de Ben’im.”

“Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrı’m?”
“Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara.” diye gülmüş Tanrı.

“Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz? Ne kadar bilgi kazandınız?

Bir Çin prensi tahta çıkacaktı

Bir Çin prensi tahta çıkacaktı ama yasalara göre, daha önce evlenmesi gerekiyordu.
Uygun bir aday bulmak için bölgedeki genç kızları huzuruna çağırdı.
Saraydaki hizmetçilerden birinin kızı prensi çok seviyordu. O da prensin huzuruna çıkmak istedi. Annesinin uyarılarını dinlemedi,
çünkü sevdiği adamı bir kere bile görmek onu mutlu edecekti.

Beklenen gece geldi. Genç ve güzel kızlar en güzel giysilerini giymişler, süslenmişler, kendilerini beğendirmek için her çareye başvurmuşlardı. Prens kızlara birer tohum verdi. Bunu saksılarına dikmelerini, altı ay sonra gelmelerini söyledi.

En güzel çiçeği yetiştiren kızı kendine eş olarak seçecekti. Herkes tohumu alıp heyecanla evlerine geri döndü.

Genç kız da kendisine verilen tohumu alıp saksıya ekti. O kadar bakmasına, özenmesine karşılık toprakta tek bir filiz bile görünmedi. Her şeyi denedi, uzmanlara danıştı ama bir fayda göremedi.
Altı ay dolmuştu ama saksı hâlâ bomboştu.

Prens sunacağı bir çiçek olmadığı halde gene de belirtilen gün ve saatte boş saksıyla saraya gitti. Oysa diğer kızlar güzel çiçekli saksılarla gelmişlerdi

Sonunda beklenen an geldi. Prens salona girdi, kızların arasında dolaştı, saksıları birer birer inceledi. Hizmetçinin kızını kendine eş olarak seçtiğini duyurdu.
Herkes şaşırmıştı. Diğer kızlar bu karara tepki gösterdiler, itiraz ettiler. Boş saksıyla gelen kız nasıl eş olarak seçilirdi? Prens durumu şöyle açıkladı:

Bu genç hanım en değerli çiçeği yetiştirip bana sundu. O çiçeğin adı dürüstlük çiçeğidir. Çünkü sizlere dağıttığım tohumların hepsi sahteydi ve çiçek açmaları olanaksızdı.

Biz kadınları hiç sevmedik!

(Bu yazıyı yazan erkeğin adını bilmiyorum ama yürekten kutluyorum...!)

Saçlarını sevdik, hele bir de sarışınsa daha çok sevdik
Ağızlarını sevdik, hele bir de şehvetli ve dolgun ise daha çok sevdik.
Göğüslerini sevdik…
Bacaklarını sevdik, hele bir de sütun gibiyse bayıldık.
Kalçalarını sevdik…
Gerçekten güzel vücutlu ve “çıtırsa” daha çok sevdik…

Yolda, arabada, televizyonda, internette onlara hep “baktık”
Her yerlerine iyice ve dikkatle baktık.
Pek iyi görememiş olacağız ki bir daha baktık.
Bir daha ve bir daha…
Kadınların her yerlerine baktık ama gözlerine ya hiç bakmadık ya da baktığımızda çok geç olmuştu…

Biz kadınlara çok dokunduk! Onlar istese de istemese de dokunduk.
Son yıllarda dini motiflerden güç bulanlarımız oldu.
Eh! Yozlaşan toplum ve geç gelen hatta hiç gelmeyen adalet olunca da 13-14 yaşındaki çocuklara bile dokunmaya başladık! Sapık damgası yemeyi göze alanlar bile şaşırdı çünkü sapık diye haykıran ne kadar azdı!

Kadınlara dokunmada dünya sıralamasında üst yerlere geldik… 2009 itibariyle rakamlar oldukça “umut verici!!! “

% 40 ını sürekli dövdük
%45 ine duygusal şiddet uyguladık (küfür, hakaret, küçük düşürme)
%16 sına zorla sahip olduk (ve olmaya devam ediyoruz)

Tüm bunlara maruz kalan her 3 kadından biri intihara kalkıştı ama biz hiç oralı olmadık (hem bize ne değil mi? Fener ya da Cimbom maç kaybedince çok üzüldük ama kadınlar söz konusu olunca pek oralı olmadık)

% 9 una daha masum birer çocukken bile dokunduk.

Ama onlar hep sustular. Çünkü konuşsalar kimse inanmazdı. “kim bilir neler yaptın ki sana tacizde ya da tecavüzde bulundu amcan ya da komşun” bu da sana ders olsun, türünden tepkiler görecekti.

Ama bu ders o kadar acıdır ki biz erkekler bilemeyiz. Bizlere sorduklarında %25 imiz “bazı durumlarda kadın dövülür” demeyi doğal bir şey gibi dile getirdik.

% 51’i erkekler ile tartışmayı bile “saygısızlık” sanıyor artık. %36’sı kendisi para kazansa bile parasını nasıl harcayacağına karar veremeyeceğine inanmış ya da inanmak zorunda kalmış. % 52’si “erkek kadından sorumludur” diyecek kadar kadınlığını unutmuş ya da unutturulmuş. % 49’u “erkek ne zaman isterse bana sahip olabilir benim itiraz hakkım olamaz” diyecek konuma gelmiş ya da getirilmiş!

Hal böyleyken kabul edelim biz kadınları kullanmayı çok sevdik. Evde, işte, siyasette, okulda kısacası her yerde…

Parti kongrelerinde sözde liderler konuşurken arka fonda 3-4 kadın vardı hep. Onlardan vitrin yaptık, imaj yaptık. Başörtülü, normal türbanlı, modern türbanlı ve türbansız…

"Cennet anaların ayakları altında" diye diye büyütüldük ama anaları hep ayaklarımız altında çiğnedik, ezdik, tepikledik…

14 şubat sevgililer günü ya da anneler gününde bir kaç saat ara verdik ama sonra yine ezmeye devam ettik.

İş verirken bile onları hep düşündük! İş yerinde gözümüz gönlümüz açılsın ya da malum niyetler ile bayan eleman aranıyor ilanı vermeyi çok sevdik.

Bu ülkede kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biz erkekler bilemeyiz. Çünkü artık konuşmuyorlar, konuşamıyorlar, konuşturulmuyorlar.

Bu ülkenin kurucusu Atatürk 1930’lu yıllarda Türk kadınına dünyadaki birçok çağdaş ülkeden önceden hak ettiği hakları verdiğinde umutlanmıştık. Çünkü o Atatürk’tü ve Kurtuluş Savaşında bebeğinin kundağında mermi taşıyan anayı ya da cephede erkeği ile göğüs göğüse savaşan bacısını unutmamıştı. İhanet edemezdi ve etmemişti de. Ama biz ihanet ettik! Türkiye nereye gidiyor? Diye soruyor herkes birbirine.

Oysa cevap ne kadar da açık değil mi? Türkiye hızla ve şevkle karanlığa gidiyor. Hatta koşuyor…

Çünkü kadın yok oluyor, yok ediliyor…
Benim annem, kız kardeşim, sevgili kızım yok oluyor…

Kadını yok olan ülkenin gideceği yol bellidir. Karanlık ve onursuz bir gelecek…

ORANGOTAN

Cici babanın adı,
Parentez içinde orangotandır.
Kadınlar,neden süslenir,giyinir,makyaj yapar,
Kuaföre gider,en güzel elbiselerini giyinir,
Sevdiği erkek beğensin diye.
Parantez içinde Orangotan.
Anne,bugün biyoloji öğretmenimiz,
İnsanlar maymundan gelme,
Doğru kızım,
Benim ailem,Adem -Havadan gelme,
Ama
Babangiller,maymun soyundan,
Hepsi birbirinden çirkin.
Ama anne,
Babamı çok seviyorum.
Bir dediğimizi,iki etmiyor.
Sabah-akşam çalışıyor.
Akşam eve yorgun,argın geliyor.
Yinede,
Mutfakta sanki söyleniyorsun.
Hayvan,orangotan diyorsun.
Kızım üzülme,bütün hayvanları severim,
Hayvanları sevmeyen,insanları sevmez.
Hayvanları sevdiğim için,
Hayvan,orangotan demişim.
Ne zararı var.
Anne,bana hep,
Akıllı kızım diyorsun.
Bende akıl olduğuna göre,
Bence sen bir aktiristsin.
Ana,rol kesiyorsun.Babama,canım,aslan kocacığım diyorsun,
O da sana
Biricik Meleğim diyor.
Çalışmaya gönderdiğinde,
Her tarafı dağıtmış,perişan etmiş,
Ne olacak.
Orangotan diyorsun.
Anne bence sen bir,
Meleksin.

Cemal Borandağ 5 Aralık.2016 Tuzla-İstanbul

Uğur Yücel’le Yapılan Bir Söyleşi

En belirgin fark mutfaksızlık. Mesala Boğaz’da bir balık lokantasına gidiyorsun, meze alıyorsun, ben bunu iki gün önce başka bir yerde yedim diyorsun. Her şey birbirinin bu kadar mı aynısı olur? Hiçbir özgünlük yok. Eskiden her meyhanenin kendi mutfağından çıkan mezeyi yerdin. Şimdi öyle değil artık. Basit bir ciğer kızartma bile, sıradan gözüken bir şey, pişirme, sunum açısından anlam kaybetti. Balık pişirme ustaları kalmadı, iyi balık pişiren dört beş tane yer var İstanbul’da.
Bu toprakların kültür çeşitliliğine sahip insanları kaybetmek esasında bütün hayatı kaybetmektir. Ben bu hayatı kaybetmiş neslin çocuğuyum. İstanbul’da son Bizanslıları biz gördük. Şimdi kimse bilmiyor. Yahudi, Ermeni, Rum arasındaki farkı bilmiyor gençlik. Bunların hepsini aynı yere koyuyor.Lezzetlerini bilmiyor, kültürlerini bilmiyor hatta şöyle zannediyorlar: Önce Türkler vardı sonra herkes geldi. Bütün Anadolulular buradayken Türkler geldi. Sonra Yahudiler. Bunu kimse bilmiyor. Bir Rum arkadaşıma sevimli bir kız soruyor: “Biz İstanbul’ a 1984’te geldik. Siz ne zaman geldiniz?” Arkadaşım sakince cevaplıyor “3000 yıl önce.” Bu hayatın bizim gibi farkına varmadılar, bunun hazzını çıkaramadılar. Bir Rum evinden gelen bir tepsi musakkaya karşılık annenin gönderdiği bir Anadolu mantısı ya da bir Ermeni evinden gelen midye dolma ve buna karşılık bir koca tabak baklava. Zeytinyağlıyı, balığı Rumların elinden, dolmaları topiği Ermenilerin elinden, hamuru Türklerin, eti Kürtlerin elinden yiyeceksin. Elden ele, komşudan komşuya, cenazede, mutlulukta, bayramda bunlar paylaşılırdı ve bunun farkına varırdın.

Tabii yemekler, tatlılar. Bu renkler gitti, tatlar gitti, komşulara dağıtılan irmik helvaları, paskalya çörekleri, yumurtalar… Mesela dedem hacıydı ama Paskalya zamanı yumurta tokuştururdu benim arkadaşlarımla, yılbaşında başına kukuleta takardı, yılbaşı kutlanırdı ama Kandil’de de radyo başına geçilip Kandil dinlenirdi. Mevlitlere gidilirdi, kilisedeki düğünlere giderdi bu hacı hocalar, anneanneler. Yakın biri öldüğü zaman bizim mevlit olurdu Rumlar, Ermeniler, Yahudiler başörtüsü takıp bizim eve gelir, duaya katılırdı. Bu dünya, bu söylediğim şeyler hayat kaybı değil midir?

Hem yaşam biçimini aynı zamanda lezzetlerini kaybediyorsun. Bir kültür yok oluyor, bu iç içelik, bu koskoca Anadolu kültürü bizim gözümüzün önünde paramparça edildi.

İster Arap olsun, ister Kürt olsun, ister Türk olsun, Rum, Ermeni, bu medeniyetler, burada yaşayan kültürler, bunların hepsi yetiştikleri yerin iklimine göre davranmıştır. Adam bir yere köy kuruyor, rüzgârı nerden alacağını, sabah güneşinin nereye geleceğini, köyün evlerinin yüzünün nereye bakacağını hesaplıyor. Sahip olmak bu demektir, yoksa dünyada toprak herkesindir. Sınırsız bir dünyaya inanıyorum ben. Benim yerleştiğim, köklerimin yerleştiği bir yer varsa köklerim o topraklara, o denizlere göre hareket ediyor. Sen bu kökleri, o tohumları yok edersen, yerinden yurdundan edersen ve onun yerine benimkiler geçsin dersen dünya harikası bir caminin dibine gökdelen koyarsın. Yahu Şirince’de dünyanın en güzel zeytinlerinin olduğu yere Mübadeleyle gelen insanlar tütüncü. Zeytin ağacı hiçbir şey ifade etmiyor. Ama bir Anadolu Rum’u için zeytin ağacı onun ayrılmaz parçası. Oraya yerleştirdiğin adamsa bundan hiçbir şey algılamıyor. Kim mutlu oldu lanet Mübadele’den ne Müslümanı ne Hıristiyanı. Anadolu kurudu. Koskoca üzüm bağları, incirler, yemişler, meyveler, her şey kurudu, beton oldu. Şimdi çırpınıyoruz, o topraklarda meğer ne üzümler yetişiyormuş diyoruz. Yerinden etmeyi, onun yerine geçmeyi lezzetle ilişkilendirirsek yine bir hayat kaybıdır. Dünyanın her yerinde bütün işgaller, savaşlar, bütün yer değiştirmeler aynı zamanda hayatın tadına karşı da yapılmıştır. Hepsi dindar, hepsinin dinleri var. Eğer Tanrı’ya inanıyor ve tapınıyorlarsa bence bu Tanrı’ya yapılmış en büyük ihanettir. Çünkü herkes başka bir dünyada daha rahat edeceği endişesiyle ibadet ediyor oysa dünya denilen yer bir cennet. Sen bu yaşadığın cennete ihanet edersen, öbür tarafın hangi kurgusuyla uğraşacaksın?


Radikal— Aleksan Oltacı ile birlikte.

2 Aralık 2016 Cuma

ÖĞRETMENİM



Kültür,mirası ile doğdum.
Sen bir kültür elçisi,yalvaç gibisin.
Bana,çiçeklerin dilini,kuşların dilini,insanların dilini anlat.
Bana,türküleri,şarkıları,şiirleri öğret.
Bilgelik,hayat boyu devam eder.
Bana sevgiyi anlat,aşkı anlat,mutlu olmayı öğret.
En iyi öğrenme sistemi,öğreterek öğrenmektir
Öğrendiklerini,bana da anlat.
Sevgili öğretmenim.
Herkesten zaten bir şeyler öğreniyoruz.
Annem- babam ilk öğretmenlerimdi.
Toplumda öğrendiklerim.
Tecürbelerim de öğretmenlerimdir.
Canım öğretmenim,
Bana sevmeyi anlat.

Öğretmenler gününü canı gönülden kutlarım.Başöğretmenimiz M.KEMAL ATATÜRK

Cemal borandağ 24 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul

İNSAN SICAKLIĞI



Nasıl ki,güneş dünyayı aydınlatıyor,ısıtıyorsa,
Aşkta,dünyanın ikinci,güneşidir.
Verir,insan sıcaklığını.
Cana can,kana kan katar.
Boranda,fırtınada,karda ,kışta,
İnsan sıcaklığı,olmayan yerde,
Bunalım vardır,kumar vardır,alkol vardır.
Severek evlenmek,
Sevdiğine kavuşmak,ne güzel
Sorun,sevmeden evlenmelerde.
Eve eşya alır gibi,eş almakta.
Sonrada evlenince,
Ya mutlu olursun,yada filozof.
Huzursuz olup evli kalacağına,
Tek ve hür bir şekilde de ,mutlu olunur.
Kral çıplak,hayatın gerçeği bu!
Sevdiğine kavuşamayan,
Evlendi sanmasın!
Onun için ilk aşkın acısı,yıllarca sürer.
Unutamazsın.
Kavuşamazsan Aşk,
Kavuşunca evlilik olur.
Kardeş,kardeşle anlaşamıyor,
El kızı,el oğluyla nasıl anlaşabilirsinki
Ortak akılla,güvenle.
Hoşgörü,nezaket,sevgini katarak.
Aşk Emek ister.

Cemal Borandağ 02 Aralık 2016 Tuzla-İstanbul.

O ,3 kıtada hüküm süren muhteşem Osmanlı

O,3 kıtada hüküm süren muhteşem Osmanlı Sevr anlaşması ile
yok olmuştu MUSTAFA KEMAL
Samsun’a çıkmaya karar verdiğinde.. Atatürk rakı içmişmiş… Siroz’dan ölmüşmüş…
Müslümanlığı yok etmişmiş… Osmanlı’yı ortadan kaldırmışmış…
Osmanlı son dönemlerde çok doğru işler yapmış olsaydı, 3 kıta toprak mı
kaybederdi yapmayın…
Padişahlık ve hilafet rejimi doğru
bir yönetim şekli olsaydı, bugün bunları
konuşmuyor olurduk zaten…
Dünyada “uçmak” ile ilgili ilk ciddi
deneyi “Hezarfen Ahmet Çelebi…” yaptı.
Neden öldürüldü? Müslüman
geçinen şeriatçılar, dinciler, ve fetvaları ile…
Bu topraklarda
Kanuniden bu yana yobazlık bilimsel, sanatsal pek
çok güzelim şeyleri yok etti. Hala da yok ediyorlar…
Osmanlı doğru yapsaydı Mustafa Kemal’e ihtiyacı olmazdı…
Başı kesilesi yobazlar var… “Veledi zina”
“anası fahişeydi” diyerek en büyük insanlık suçu ve günah işleyenler…
Şu kısacık saygı duruşunu, “puta tapma” diye niteleyenler…
Mevlid okunsun, pilav dağıtılsın, fatiha okunsun, böyle
tören mi olur diyen var… Küfreden… Hakaret eden…
Ben bu hıristiyan halimle, fatiha
okudum bugün onun için, eşim müslüman…
Biz Atatürk’ü sevenler, onun için mevlid de yapıyoruz…
Pilav da dağıtıyoruz…
Dinsiz değildi, değiliz evellallah seni cahil cühela…
Hz.Muhammed, “bir elinin
verdiğini, öteki görmeyecek” diye buyurmuş…
Yaptıklarımızı reklam
etmiyoruz diyeyse bu cahilliğin, buyur içinde
patlasın kardeşim… Sen ve
sana yardaklananlar da, paylaşım ve
düşüncelerinin altında cahil cahil eğlen, eğlensinler…
Ha seni bir konuda daha ayıltayım…
Belki zoruna gidecek…
Belki bunu söylediğim için benden nefret edeceksin…
Valla çok da büyük bir kayıp değilsin…
Sen bilirsin…
Bak şimdi burayı çok iyi oku;
Ben Bizans mensubu bir hıristiyanım…
Bu topraklarda sen yokken de vardık…
Ben o dönem; “İstanbul’da bir kardinal külahı görmektense,
Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim” diyenlerdendim…
Fetihte kapıma dayandın, hakkınla şehri aldın…
Sonra deden fatih dedi ki; “canımız bir, malımız bir”
yüzyıllarca birlikte yaşadık…
Ben…
Osmanlı güç kaybederken,
ellerini ovuşturup yediği kaba pisleyen hainlerden olmadım…
Dedemin dedesi Balkan savaşı gazisi…
Osmanlı yok olurken, kendini ve vatanını
da yok sayanlardandık…
Kendi dindaşlarım ülkenin dört bir yanına
yayılmışken, ben cephede toprağım için savaştım…
Biri de çıkıp desin,
“Stefo’yu ya da ailesinden, sülalesinden birini
ihanet içinde gördük” kendi canımı kendim alırım…
Ülkemi böyle severken, asimile de olmadım…
Kiliseme gittim, orucumu tuttum…
Çocuklarıma öğrettim, sirtaki oynadım, uzo içtim…
Bayramlarımı kutladım…
Derken iş Sevre geldi…
Bugün bu ülkenin camilerinin
minarelerinden 5 vakit ezan okunmuşsa ve okunuyorsa…
Ve Caterina, Yorgo, Leonardo, İsabella, isimlerini Mehmet, Ayşe,
Ali, Zübeyde’den daha az duyuyorsan…
Ve azınlık olan SEN DEĞİL isen…
Ve sen bir ulus milletsen…
Ve biz hepimiz, TÜRK olmanın bir dayatma değil, Türkiye
Cumhuriyeti Vatandaşı olmanın verdiği bir nimet olduğunu
biliyorsak…
Biliyorsan…
Bunu önce Allah’a…
Sonra ona borçlusun…
O mu..?
Heh işte senin o şuursuzca, kulaktan dolma
bilgilerle hakaret ettiğin, ama seni sen, bu vatanı
vatan yapan adam…
Hani o…
O’nun adı;
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK..!
Stefo Seyisoğlu

Öldürülen İlk Müslüman Kadın başbakan Benazir Butto’nun Kadınlara dair 8 Çarpıcı sözü:

Erkek egemen kültürün doğası gereği ilkel kabileler döneminden beri üstünlük statüsünü kendinde görmesi, kuşkusuz kadınlar tarafından ya çaresizce kabulleniş, ya da bu kabullenişin içinden doğan, volkan gibi patlayan bir isyanla bertaraf edilmiştir yıllarca. Tarih sahnesinde ardı ardına fikir, düşünce, yaşam ve özgür insan olmanın, eşit haklara sahip bir dünyanın savaşı sürdürülmüştür. Kadınlar, bilim, sanat, ve çeşitli sosyal sorumluluk projelerinde erkeklerden daha üstün başarılara imza atarken, siyasi arenada da parlementer sistem içerisinde söz sahibi olup bir ülkeyi bile yönetebilmişlerdir. Bu ülkelerden biride Pakistandır.

Pakistan halkı askeri cuntanın yaptığı darbe girişiminin ardından demokratik seçim ve kendi iradesini ortaya koyarak, tarihinde görmediği bir kararlılıkla ilk kadın başbakan olarak Benazir Butto’yu kendilerini yönetmesi için seçti. Ne varki darbeler ve askeri cuntaların arka bahçesine dönen Pakistan’da, halkın iradesi iki sefer yok sayılıp Butto koltuğundan indirilip sürgün hayatı yaşadı. Bu sürgünler, yıldırmalar onun, halkı için mücadelesinden asla geri durmasını sağlamadı. Ardı ardına ölüm tehditleri ardı ardına Suikastler bir birini izledi.

Yaşamı mücadele ve sürgünle geçen Butto, 27 Aralık 2007 tarihinde Ravalpindi’de düzenlediği seçim mitinginin ardından gerçekleştirilen saldırıda hayatını kaybetti. Bir intihar saldırganı, mitingin ardından aracının açılır tavanından çıkıp halkı selamlamakta olan Butto’nun aracına yaklaşarak, üç el ateş etti. Yaptığı üç atışı da isabet ettiremeyen saldırgan, ardından üzerindeki bombaları patlattı. Patlamanın şiddetiyle başının sağ tarafını aracının tavan penceresinin koluna çarpan Benazir Butto hastaneye ağır yaralı olarak kaldırıldı. Kafatasında kırık oluşan Butto ameliyata alındı; fakat kurtarılamadı. Butto’nun yerel saatle 18:16’da öldüğü açıklandı.

Hazin ve sıradışı yaşamının yanında Butto’nun hayatını kaybetmeden önce çeşitli gazete ve dergilere verdiği demeçler ve söyleşilerin yanı sıra en son röportajını da Türk gazeteci ve yazar Nur Batur’la gerçekleştirdi. Nur Batur’un Butto ile yaptığı bu son röportajından biz edebiyathane.com editörleri olarak size Butto’nun kadınlar için söylediği 8 sözünü seçtik. İyi okumalar dileriz.

1: Peki saçın bir parçasının bile görülmemesi gerektiğine ne diyorsun?
-Hayır kesinlikle inanmıyorum. Hazreti Peygamber, en iyi peçenin gözlerdeki peçe olduğunu söyler. Ben de onu takip ediyorum.

2: Güçlü kadınların erkeklerin isteklerini kontrol etmelerine yardım etmek için örtündüklerini söyleyenler var.
– Zayıf ya da güçlü diye bir şey yok. İyi ya da kötü insan var. Allah ‘Şeytanca düşüncelerde ruhunuzu koruyun’ der, ama Allah, ‘Şeytanca düşüncelerden başkalarının ruhunu koruyun demez (gülerek). Bence sadece Müslüman ve Hıristiyan dünyası arasında değil Müslüman dünyasının kendi içinde de tartışma başlatması gerekiyor.

3: Kadınların burka giydiği Pakistan’da ilk kadın Başbakan oldun ama örtünmüyorsun neden ?
– Müslümanlığı çocukken öğrendim. Kadınların kapanmasını emretmiyor. Bunu herkesle de tartışırım. En iyi örtünme, gözlerdeki örtünmedir. Bakışınız namuslu olmalıdır.

4: Bu bitmez tükenmez kavgaya girdiğin için hiç pişman olmadın mı?
– Pakistan’da radikal güçlerle ılımlılar arasındaki savaş hâlâ da sürüyor. Ama sadece kendi çocuklarım için değil bütün Pakistanlı çocukların geleceği için kavgayı sürdürmeye kararlıyım.

5: Pakistan’da başını örtmen için dini baskı gördün mü?
– Dini baskı değil ama kültürel baskı hissettim. 13 yaşındayken burka giydim, tepeden tırnağa kapanıyordum. Ama babam giymeme gerek olmadığını söyledi. Fakat kültürüm bir parçası olarak hep böyle bir eşarp kullandım.

6: Örtünmenin kadının hürriyeti olduğunu söyleyenler var…
– Allah kadın ve erkeği eşit yarattı. Hayatta seçimlerini yaparken öncelikle Kuran’ı okumalarını ve Allah’ın ne dediğini öğrenmelerini tavsiye ediyorum. Erkeklerin söylediklerini dinleyerek değil, Kuran’ı okuduktan sonra nasıl giyineceklerine kendilerinin karar vermelerini tavsiye ediyorum. Allah ise bizde sadece mütevazi ve namuslu giyinmemizi istiyor. Ama bize tepeden tırnağa kapanmamızı emretmiyor.

7: Tanrı’ya isyan ettiğin olmadı mı?
– ‘Allah’ım ne olur taşıyamayacağım yükü verme’ diye yalvarıyordum. Ama Tanrı hiçbir zaman taşıyamayacağın yükü vermiyor. Şimdi geriye dönüp baktığım zaman belki de Tanrı Pakistan Halk Partisi iktidarda olmadığı zaman neler olduğunu, Pakistan halkının görmesini istedi.

8: Hiç öldürülmekten korkmadın mı?
– Zamanı gelir doğarız. Zamanı gelir ölürüz. Tanrı’nın ne zaman doğacağımıza ve öleceğimize karar verdiğine inanıyorum.

kaynak : edebiyathane.com

CANEVİM

Kücücüktüm,ufacıktım,
Pencerenizin camına,
Ufak,tefek taşlar atardım,
Platonik aşkımdın,
Canevim,cananım.
Şarap sarhoş etmezdi,
Aklıma sen gelmeseydin.

Hayattır bu,çalışacaksın,çabalAyacaksın,
Gerçek olan yaşantımız.
Çocuklarımız,evin yediveren gülleri gibiydi,
Canevim,cananım,
Viski sarhoş etmezdi,
Aklıma sen gelmeseydin.

Çocukluk,gençlik günlerim derken,
Nede çabuk geçti ömrümüz.
Dizlerimde derman,kandilimde yağ bitti.
Nostaljiyi yaşıyorum,
Domdom kurşunu yemiş gibi,
Rakı sarhoş etmezdi,
Aklıma sen gelmeseydin.

Cemal Borandağ 29 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul

Toprak çatladı

Toprak çatladı,
Susuzluktan mı,Aşksızlıktan mı,şiirsizlikten mi?
Şiir,İstanbul şarkıları,
Taşra türküleri,
Huzurevi arasında kayboldu,
Nerde o bangır bangır bağıran,
Aşksız yaşardık,ama,
Şiirsiz yaşamazdık.
Erkekleri,şiir okumayan,toplumlarda,
Kadınlar sevmeyi bilmez.
Şiir bir iç kanamadır.
Derdi olmayanın,şiirle işi olmaz.
Anadolu'da,ağıt yakan kadınlar gibi bağırır.
Devamlı içinde,koşan kısrak atlar geçer.
Gençliğinde aynaları çatlatır.
Yazdığı şiirlerde,insanları çatlatır.
Şiir,yaşadığımız bilgelelik günlerdir.
Bu memleketin şiirlere ihtiyaç vardır.

Cemal Borandağ 26 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul

Sözüm kız çocuğu olan babalara.

Kızlarınıza vakit ayırın ve onları çok ama çok sevin. Anlattıklarını dinleyin ki onları ilk dinleyen adamın kendilerini sevdiğini sanmasınlar. Onları güldürün, birlikte eğlenin ki beraber eğlendikleri ilk adamın peşine takılıp gitmesinler.
Gözlerinin içine bakın, göz bebeklerinizde kendilerini görsünler ki gözlerinin içine yalandan bakıp sevgi sözleri söyleyen adamlara kanıp hayatlarını heba etmesinler. Kızınızı ne kadar çok sever ne kadar çok ilgilenirseniz onları suistimal edilmekten, kullanılmaktan o kadar korumuş olursunuz. Babalarından yeterli desteği ve ilgiyi görmeyen kız çocukları başka erkekler tarafından istismara açık hale gelirler.
Kız çocuğuyla ne yapılır, erkek olsa balığa gidersin maça gidersin demeyin. Balığa da gidilir, denize de, maça da. Cinsiyet ayrımcılığı yapmayın. Oturup evcilik oynayın demiyorum. Ama en azından onun kurduğu oyunun izleyicisi olun. Ona tanık olun ki kendini göstermek dikkat çekmek için olmadık çabalara girmesin büyüdüğünde. Eğer bir kız çocuğunuz varsa bilin ki kızınızın hayatındaki en önemli figür babasıdır. Baba kız arasında kurulan ilişkinin niteliği o kızın hayatı boyunca kuracağı ilişkilerin niteliğini belirler.
Babasız olmak zordur. "Baba varken yoksa" işte o daha da zordur. Kız çocuklarını çok iyi koruyun ki kendilerini korumayı öğrensinler. Koruyun derken kısıtlayın demiyorum. Onları kırılmaktan, kandırılmaktan, cehaleletten koruyun.
Kızlarınıza güvenin. Kızlarınızın eğitimi için varınızı yoğunuzu ortaya dökün. Güç verin onlara ki gücü dışarıda bir yerde başka birilerinde aramasınlar....

ÖĞRETMENİM

Kültür,mirası ile doğdum.
Sen bir kültür elçisi,yalvaç gibisin.
Bana,çiçeklerin dilini,kuşların dilini,insanların dilini anlat.
Bana,türküleri,şarkıları,şiirleri öğret.
Bilgelik,hayat boyu devam eder.
Bana sevgiyi anlat,aşkı anlat,mutlu olmayı öğret.
En iyi öğrenme sistemi,öğreterek öğrenmektir
Öğrendiklerini,bana da anlat.
Sevgili öğretmenim.
Herkesten zaten bir şeyler öğreniyoruz.
Annem- babam ilk öğretmenlerimdi.
Toplumda öğrendiklerim.
Tecürbelerim de öğretmenlerimdir.
Canım öğretmenim,
Bana sevmeyi anlat.

Öğretmenler gününü canı gönülden kutlarım.Başöğretmenimiz M.KEMAL ATATÜRK

Cemal borandağ 24 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul

25 Kasım 2016 Cuma

Çingene Güzeli

Nerede bir çingene güzeli görsem,
Yüreğimde,bir alev,bir alev.
Rengarenk geyisileriyle.
Kaşları kara,gözleri kara,
Yüreğimde bir yara.
Çingen güzeli,soyka.
Geçmişin üzüntüleriyle,
Geleceğin kaygılarıyla,
Yaşayamam.
Hayat,bir gündür,o da bugündür,diyen,
Çingene güzeli,soyka.
Kocasının çaldığı atla öğünen,
Kıllı göğsünü kaşıdığı zaman hayran kalan,
Kücücük,ufacık Panama kanalında,
Balıklar yüzer.
Çingene güzeli,soyka.
Rakı,viski,şarap,hayatın,
Türküleri,şarkıları,şiirleridir.
Aptal keyfi yaşarım,
Çingene tavırlı kadınları,çok seviyorum,
Kim sevmez ki?
Halkalı köle ayısının,
Topladığı paralarla,şenlenen,neşelenen,
Çingene güzeli,soyka.

Cemal Borandağ25 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul

Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan Paşayı kaybettik.

Kıbrıs Türk tarihine banyo katliamı olarak geçen 3 oğlunu (Kutsi, Murat ve Hakan) ve Eşi Murüvvet Hanımı hain bir saldırıda kaybeden dönemin Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Baştabibi ve Cerrahı Tabip Binbaşı Nihat İlhan dün (23 Kasım 2016) hayata gözlerini yumdu.

24 Aralık 1963 gecesi Lefkoşa Kumsal’daki evleri taranmış, Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet Hanım oğullarını yanına alarak banyoya sığınmış, çocukları küvete koyarak vücudunu üzerlerine siper etmişti.

Tuğgeneral rütbesiyle emekli olduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanlığı gibi birçok görevde bulunan Komutan’ımız yeniden evlenmiş ve iki çocuğu olmuştu.

Mümtaz İnsan Nihat İlhan Komutan’ıma Allah’tan Rahmet diliyor, aile yakınlarına başsağlığı ve sabırlar diliyorum.
Mekanı cennet olsun.
Işıklar içinde uyusun.

Komutan'ımız yarın (25 Kasım 2016 Cuma günü) cuma namazına müteakip Elazığ İzzetpaşa Camii’nde kılınacak cenaze namazı sonrası sonsuzluğa uğurlanacaktır.

21 Kasım 2016 Pazartesi

BOŞUNA

Boşuna sevdik,birbirimizi.
Sen,kral sofrasında,
Asalağı,yağcısı,şaş şakçı ruhlusun!
Ben,sokak serserisi,
Kaldırım mühendisi,
Mahallenin delisi.
Alın teri ile,lokmayı hak eden,
Kul hakkı yemem diyen,
Budala,aptal,bunak mıyım ne!
Boşuna sevdik birbirimizi.
Annem,babam bulmuştu seni.
Niyese ki,
Allah acıdı,sevgiyi gönderdi.
Şeytan,bırakmıyor peşimi.
Baştan çıkarıyor.
Hangi güzele bakacağıma.
Şaşırıyorum.
Şaşırana Allah yardım etsin.
Boşuna sevdik,birbirimizi.
Bir dalda iki kiraz gibiydik.
Seni kuşlar gagaladı,
Beni rüzgar düşürdü.
Boşuna sevdik,birbirimizi.

Cemal Borandağ.20 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

Seyit Onbaşı

Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.
“-Sen kimsin?
-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.
***
Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.
Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü.
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.
1909’da askere gider.
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.
18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.
1918’de terhis olur.
BİR TEK ATATÜRK HATIRLAR
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der.
Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam" demiş, "biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”
Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.
Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.

DELİ GÖNÜL

Deli-kanlılıktan mı geliyor?
Deli gönül.
Bir beni tanıdın,
Birde pavyondaki,Deli Gönülü.
İkimizde oynağız değil mi?
Ne istediğimizi biliyoruz,
Ne de isteklerimiz biter.
Nereye gidem senin elinde,
Deli gönül.
Uslanmaz mısın,akıllanmaz mısın,yaşlan mısın?
Uslansan,ne kadar efendi adam derler,
Akıllansan,adam gibi adam derler,
Yaşlansan,yaşı yetmiş,işi bitmiş derler,
Derler de,derler,
Demeleri eksik olsun.
Delilik senin için mutluluktur.1
Akıllılar,kırk defa düşünür,bir defa yaparlar,
Deliler,zaman kaybetmeden,hemen yaparlar.
Yeter ki,deli damarı tutsun.
Deliler genç gönüllüdür.
Yeğit olur,cesur olur,hainlik,hinlik bilmezler.
Akıllılar,tehlikelidir,korkaktır,yüreksizdir.
Delilere güvenin.
Delilere,Anadoluda Eren gözüyle bakarlar.
Delilerle öğünün.
Gören seni,
Kılığınla,tavrınla,düşüncenle,
Filozof zaneder.
Deli Gönül.

Cemal Borandağ.15 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

18 Kasım 2016 Cuma

Bir Garip Şair Orhan Veli Kanık



Garip yaşamış, garip ölmüş bir şair

orhan-veli-1
Ben Orhan Veli
“Yazık oldu Süleyman Efendiye”
Mısra-i meşhurunun mübdii..
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela adamım, yani
Sirk hayvanı falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Bir evde otururum,
Bir işte çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
………..
Bu yıl onun 100. doğum yılı…
Kuyruklu Şiir
kasap-onu-kedisi
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.
Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye
yasli-amca
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Özellikle Orhan Veli’nin yazdığı bu dizeler kimilerince eleştirilirken kimilerince de Türkçede yazılmış en güzel dizelerden biri olarak kabul gördü…
Rakı şişesinde balık olsam
raki-sofrasi-mezeler
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum.
Bir de rakı şişesinde balık olsam
Garip akımının kurucuları olan Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, radikal bir tutumla kendilerinden önce gelen hececilerin ve Ahmet Haşim’in şiirleriyle, Nâzım Hikmet’in toplumcu-gerçekçi şiirlerini reddetti. Mesela Ahmet Haşim’in “Göllerde bu dem bir kamış olsam” mısrasını hicvetmek için yazdığı “Rakı şişesinde balık olsam” her daim dillerdedir.
Çok Şükür
yasli-yuruyen-cift
Bir insan daha var, çok şükür, evde;
Nefes var,
Ayak sesi var;
Çok şükür, çok şükür.
1946 yılına kadar çalıştığı tercüme bürosundaki işinden, bakanlıktaki baskıcı havadan rahatsız olarak istifa etti. Bu istifanın sebebini Orhan Veli’nin memuriyete uyum sağlayamaması olarak yorumlayanlar da oldu.
İş olsun diye
turkan-soray
Bütün güzel kadınlar zannettiler ki;
Aşk üstüne yazdığım her şiir
Kendileri için yazılmıştır.
Bense daima üzüntüsünü çektim.
Onları iş olsun diye yazdığımı
Bilmenin…
Ah Orhan Veli Ah… Vah zavallı kadınlar vah…
Belki de evde oturup ekmek parası için şiirler yazmak ona daha iyi geliyordu.
Derdim Başka
orhan-veli-5
Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha aşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka…
1949 yılında çıkan “Yaprak” dergisiyle birlikte Orhan Veli’nin şairliğinin yanı sıra fikir adamlığı yönü de ortaya çıktı. Şairin yaklaşan seçimlerle ilgili fikirleri bu dergide yayımlandı. Aynı günlerde Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Nâzım Hikmet’in hapishaneden çıkarılması için açılan kampanyaya katılarak üç gün açlık grevi yaptı.
İntihar
orhan-veli-2
Kimse duymadan ölmeliyim
Ağzımın kenarında
Bir parça kan bulunmalı.
Beni tanımayanlar
“Mutlak birini seviyordu” demeliler.
Tanıyanlarsa, “Zavallı” demeli,
“Çok sefalet çekti..”
Fakat hakiki sebep
Bunlardan hiçbirisi olmamalı…
Orhan Veli, Yaprak’ın kapanmasının ardından İstanbul’a geri döndü. Aynı yıl 10 Kasım’da bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı. İki gün sonra İstanbul’a döndü. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırıldı. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve Kanık’a alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulandı; beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşıldı. Aynı akşam sekizde komaya giren şair komadan çıkamayarak gece 23.20’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata veda etti.
İstanbul Türküsü
rumeli-hisari-eski-hali
İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
İstanbul, asırlardır tüm şairlere esin kaynağı olmuş, şiirler yazılmış adına, en güzellerinden birini de Orhan Veli yazmış…
İstanbul’u Dinliyorum
istanbulu-dinliyorum-gozlerim-kapali
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Satır içi resim 2
Bir başka şiirinde yine yeniden İstanbul’u anlatmış, oya gibi işlemiştir sözcükleri.
Fena Çocuk
ogrenci-cocuk
mektepten kaçıyorsun,
kuş tutuyorsun,
deniz kenarına gidip
fena çocuklarla konuşuyorsun,
duvarlara fena resimler yapıyorsun
bir şey değil,
beni de baştan çıkaracaksın,
sen ne fena çocuksun…
Sait Faik bir yazısında Orhan Veli’yi sözcüklerle şöyle tasvir eder: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğüse benzeyen bir sırt, -denebilirse- ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli…”
Pazar Akşamları
caycida-oturan-amcalar-eski
Şimdi kılıksızım, fakat
Borçlarımı ödedikten sonra
İhtimal bir kat da yeni esvabım olacak
Ve ihtimal sen
Yine beni sevmeyeceksin.
Bununla beraber pazar akşamları
Sizin mahalleden geçerken,
Süslenmiş olarak,
Zannediyor musun ki ben de sana
Şimdiki kadar kıymet vereceğim?
Kanık’ın bazı şiirlerinde, oluşturmaya çalıştığı yeni tarzla ilgili acemiliği ortaya çıkar. Bu şiirlerde mısralar yan yana yazılınca bir nesir oluşur.
Burjuva şairi
cimbizli-siir
Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!…
ya da
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik…
Toplum eleştirisi teması da Orhan Veli tarafından sık sık kullanıldı. Fakat şair, bu konuyu kendisinden önce bu türün örneklerini veren Namık Kemal, Nâzım Hikmet ya da Tevfik Fikret gibi isimlerin aksine ironi ve parodi tekniklerini kullanarak işliyordu, bu tür şiirlerinde sadece durum tespiti yapıp herhangi bir ideolojiyi savunmaması sebebiyle sanatçı burjuva şairi olmakla da suçlandı.


Dedikodu
Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melahat’i almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla’yi sandala atip,
Ruhumda hicranını söyletme hikayesi?
Şairin pek çok şiiri farklı sanatçılarca bestelendi. Anlatamıyorum, Alpay ve Hümeyra; Bedava Yaşıyoruz, Cem Karaca ve Özdemir Erdoğan; Dedikodu, Levent Yüksel; Pireli Şiir, Timur Selçuk ve Vesikalı Yarim, Edip Akbayram tarafından seslendirildi. Klasik Türk Müziği şarkısı olarak bestelenen İstanbul Türküsü ise Ahmet Özhan tarafından okundu. Murathan Mungan, Orhan Veli’nin şiirlerini “Bir Garip Orhan Veli” ismiyle oyunlaştırdı.
Sere Serpe
sere-serpe-uzanmis-kadin
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Orhan Veli, Dedikodu, Söz, Tahattur, Şanolu Şiir, Sereserpe, Eski Karım, Aşk Resmigeçidi gibi pek çok şiirinde ise aşk ve cinsellik konusunu işledi. Öte yandan çocukluk, şairin hem Garip öncesi hem de Garip döneminde sık sık kullandığı temalardan biriydi.
Dalgacı Mahmut
orhan-veli-4
İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah.
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.
Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne halt edeceğimi bilemem…
Şairin işlediği diğer temalar arasında yaşama sevinci, savaş ve yolculuk da vardır. Talât Sait Halman’a göre var olmanın ve yaşamın sevincini Türk edebiyatına sistemli olarak yerleştiren isim Orhan Veli olmuştur.
Son bir şiirle özetleyelim şairimizin yaşamını: Macera
orhan-veli-3
Küçüktüm, küçücüktüm,
Oltayı attım denize;
Bir üşüşüverdi balıklar,
Denizi gördüm.
Bir uçurtma yaptım, telli duvaklı;
Kuyruğu ebemkuşağı renginde;
Bir salıverdim gökyüzüne;
Gökyüzünü gördüm.
Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım;
Para kazanmak gerekti;
Girdim insanların içine,
İnsanları gördüm.
Ne yardan geçerim, ne serden;
Ne denizden, ne gökyüzünden ama…
Bırakmıyor son gördüğüm,
Bırakmıyor geçim derdi.
Oymuş, diyorum, zavallı şairin
Görüp göreceği…


DAĞLAR DAĞLAR

İnsanın çektiklerine,
Dağlar bile dayanmazmış.
Herkes seni dost biliyor,
Dertlerini sana söylüyorlar.
Türküleriyle,sazlarıyla,sözleriyle.
Gece yıldızlarla sohpet edersin.
Gölgesi koyu dağlar,
Derdimi ben söylesem,
Gökteki bulutlar ağlar.
Üzerinde yaylalar,bayırlar,çayırlar,
Cins cins ağaçlar,
Açan çiçeklerinle,
Gelinlik kız gibi süslenirsin.
Kurtlar,kuşlar,börtü böceği,
Beslersin.
Allah dağına göre kar veririmiş,
Akarsuların çağlaya çağlaya,
Akıyor.
Hep eşkiyalar,Çakıcılar,Sümenler,Kör Bayramlara,
Dostsun.
En çok onları seversin.
En son sığınacak yerleri sensin.
Ner de masum Mehmetçikler, varsa,sana yalvardığında,
Onları,karlarınla,çığlarınla,Sarıkamışlarda,donlarınla,
Yağmurlarınla,perişan edersin.
Güvendiğimiz dağlara,kar mı yağdı.
Sende mi,güçlüden yanasın.
Allah,sana da vicdan versin.
Dağlar,dağlar.

Cemal Borandağ 14 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

AKSU

Karlı dağların bereketisin,
Aksu.
Mısır için,Nil neyse,
Pazarcık için,Aksu odur.
İnsanı mutlu eden,
Kadın sesidir,
Para sesidir,
Su sesidir.
Mutlu edersin insanları,su sesinle.
Kartalkaya Barajı,
Bereketin anahtarıdır.
Sevdalandığım şehri,
Altın başaklarla,pamuk tarlalarıyla,çeltik tarlalarıyla,
Sevindirirsin.
Üstünde devamlı bulutlar,dolaşır.
Suyun azaldığı zaman.
Gök gürler,şimsekler çakar,
Kar,bora, fırtına,yağmurların hazır.
Milyonlarca sene mutlu mutlu,
Alabalıklarınla,sallana sallana,
Bazende,kükremiş aslan gibi akarsın.
Huzur veren,berrak suyunla,
Kurda kuşa,börtü böceğe,
Cana can katarsın!
Canansın Aksu...!

Cemal Borandağ 13 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

PAZARCIK

Sevdalı Kul Ahmet,türkülerinle,sazların tellerinde,
Aşıklarınla,Efsanesin.
Sevdiren bereketinle,altın başaklısın.
Bakarsın insanlara,
Ziyaret Tepesinde,
Kim çalışkan,
Kim sevdalı,
Kim tembel.
Kilim dokur gibi dokursun,
Kendini.
Kanbağı, canbağı, aşkbağı oluşmuş.
Kim senden gönlü ayrılabilir ki!
Kekik kokan,dağlarınla,
Çağlayıp,gelen.Aksuyla,
Sahil kentini andıran,Kartalkaya Barajınla,
Park ve bahçelerinle,
Sıla özlemi çeken gurbetçilerinle,
Küçük Parissin..
Bir sağlıklı vucut gibi,
Gilen belli,
Giden belli,
Selamı sıcak,huzuru bol ,neşesi bol.
Yaşlansan, yorulsanda ,dizlerinde dermen kalmasada,
Hergün,sevdanı,
Yeniden yaşarsın Pazarcık!

Cemal Borandağ 12 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

SEVDİKÇE YAŞARSIN

Vaden geldi mi,hakka yürürsün.
Arkanda,evlatların,torunların kalır.
Onlarla ölümsüzleşirsin,yaşarsın.
Vardan,yok olunmaz,
Yoktan,var olunmaz.demiş.
Lauoziye.
Devrim,günlerinde,aşkı yaşadım.!
Hayal ettikçe değil,
Sevdikçe,sevildikçe yaşarsın.
Kalıcı olan,
Alem,akıl,mantık,bilimdir.

Cemal Borandağ 11Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

DEVRE GECELERİ

Çocuk bahçesi gibi.
Salıncakları oyuncakları eksik.
Bizlere ne olmuş,
Birbirimizi oyuncak gibi görüyoruz.
Şakalarımız salıncak gibi,
Gülüşlerimiz içten samimi.
Çocuk saflığında,
Birbirimize karşı.
Kamplarda birbirimizin yatağına,
Tuttuğumuz yılan ve akrepleri koyardık.
Olmadık şakalar, palyaçoluklar.
Çocuklarımız gördüğü zaman,
Birbirimize yaptığımız şakaları:
A – çocuk ben olduğumu zannediyordum,
Esas çocuk bunlar.
Annem babamda hiç büyümeyecek,
Ne yapacağız bu çocukların elinde,
Diyecekleri geliyor.

Paşacanlar!
Siz çocuk değil miydiniz,
Ne zaman paşa oldunuz.
Ama siz herkesin gönlünde paşasınız.
Devlet görevinde ciddiyetle çalışanlar dürüstlükte sizde,
Ne çok bahsederler mertliğinizden,
Pamuk gibi yumuşak kalbinizden,

Profesörler doktorlar mühendisler,
Devre canlarım.
Yıllardan sonra ,
İlk defa karşılaştık.
Bir insan anıtı,
Adam gibi adamlar.

Mustafa Kemal’im,
Sevgili eşiyle beraber,
Devre gecesinde,
Tele konferans sistemiyle,
Ta Amerika’ dan katıldı.
Kalbi devre arkadaşları için atıyor.
Buda devre arkadaşlığı aşkı,
Böyle bir sevgi.
İnsan kardeşleri ile bu kadar,
Beraber olamıyor.
Kardeşlikten öte.
İçinde, millet, memleket,
insanlık sevgi var.
Hepimiz birer,
MUSTAFA KEMALİZ.

Bütün oyun havalarını biliriz.
Bizde oyun çok.
Dans, slow, wals, çarliton,
Ağır başlı desinler diye aydın havası.
Elektrik çarpmış gibi çırpınan,
Karadeniz havası.
Birlik beraberlik için kasap havası.
Kardeş türküleri için halay.
Hele birde kafaları leylim leylim,
Olduğu zaman.
Ne çalarsa oynarım abi.
Yerimde duramam havaları.
Devre canlar,
Hep çocuk kaldık.
Sizler hiç büyüyemeyecek misiniz?
Espriler, şakalaşmalar, gırgırlar.
İçi insan sevgisi ile dolu,
Gülen insan güzel insandır.
Gülmek sana yakışıyor.

Yıllarca devlet görevinde,
Atatürk’ ü müzün, dediği gibi.
Yurtta sulh, cihanda sulh.
Dediniz.
Aslanlar gibi,
Yurdun her köşesinde bulundunuz .
Zaman zaman,
Güzelliklerinizden bahsediyorum.
Kulaklarınız çınlıyor mu?

CEMAL BORANDAĞ 09 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul

CUMHURİYET

Cehaleti,kendine sermaye görenin,
Fakir,fukarayı sömürenin,
Kul hakkı,yiyenin,
Eline, diline,beline sahip olmayanın,
Anası güzel mi?

Hak,hukuk,adalet diyenin,
Yalnız kendine hak görenin,
Kendisinden başkasını düşünmeyenin,
İnsanları,din,dil ırk,mezhep ile bölenin,
Anası güzel mi?

Yaşam,sevdikçe güzelleşir,
Sağlığın değerini,koruyan bilir,
Allah'ın,verdiği canı korumak,ibadettir.
Başkasının,aşına,işine,eşine göz koyanın,
Anası güzel mi?

Cumhuriyet,bir değerdir koruyalım.
Annemdi,babamdı,ilk öğretmenlerim.
Gözlerimi,akıl,mantık,bilimle açtım,okullarda,
Cumhuriyet,atalarım mirasıdır,göz koyanın,
Anası güzel mi?

Cemal Borandağ.08 Kasım 2016 Tuzla-İstanbul.

CAN KIRAÇ'TAN KISA VE GERÇEK BİR ÖYKÜ

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir ile yaşanmış birgünün hikâyesini sunuyorum;
Dosyalarımın arasında eski bir not buldum; Yazı, 1967 yılı Haziran ayına aitti.
(Hayret! 49 yıl geride kalmış!)
Konuyu şöyle tanımlamışım:
"Vehbi Koç'u ve eşi Sadberk Hanım'ı İzmir'den Söke'ye götürdüğümüz seyahat boyunca yaşadıklarımız!"
Yüksek Gemi Mühendisi ve eski Havuzlar Genel Müdürü Fahri Tanman (Eşim İnci'nin teyzesi Saffet Tanman'ın eşi) Söke'de modern pamuktarımı yapan, Ziraat Odaları Başkanı, örnek birçiftçi ve AYDIN bir kişiydi.
(Onlar da ebediyete göçtüler!)
Koç'lar bu aileyi yakından tanımak istemişlerdi.
Şöförlüğünü yaptığım 1951 model Mercury marka otomobilimle İzmir'den Söke'ye hareket etmiştik.
Öğle molası için durduğumuz Kuşadası'nda Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan Cevat Şakir'le karşılaşmıştık. İMBAT otelinin lobisinde, Balıkçı, kocaman sesiyle bizlere bir "Merhaba!" çekmiş, davetimizi kırmayarak yanımıza oturmuştu. Rehberlik yaptığı turist kafilesi istirahate çekildiğinden boş zamanını bizlere ayırmış, üç saat olağanüstü bir beraberlik yaşamıştık. Böylece, onun MİTOLOJİ dünyasında, ilginç olaylarla dolu sanal bir gezintiye çıkmıştık.
Cevat Şakir, o dönemde, Anadolu Uygarlığı'nın Hellen Uygarlığı’nın temeli olduğunu savunuyordu.
Halikarnas Balıkçısı, Batı Uygarlığı'nın Anadolu asıllı olduğunu kanıtlayan mitolojik olayları coşku dolu uslûbu ile dünyanın dört köşesinden gelen yabancılara anlatmayı kendisine verilen milli bir görev sayıyor, zaman zaman rüzgâr gibi esiyor, şimşek gibi çakıyordu! Onu dinlerken, insan, başka dünyalarda, tarih öncesi tanrılarla buluştuğunu sanıyordu!
Beraberce böyle bir duyguyu paylaştığımız sırada, Balıkçı; "Ey Koçzade! Sen Paris'in Koç'unu bilir misin?" diye söze başlamış, Truva'lı çoban Paris'in karabaşlı, burgaç boynuzlu, sırtı kestane renkli KOÇunu şöyle tanıtmıştı bizlere;
"KOÇ, koca başını yavaş yavaş yere eğdi, toprağı ve otları kokladı, birden bir küheylân gibi sıçradı, önayakları ile toprağı kazımaya başladı, sonra yayından boşanan bir ok gibi uçarak sürünün içindeki koyunun birini ayaklarının arasına aldı ve onu ön ayakları üzerine çökertti!"
Yalnız memleket sorunları ile ilgilenen Vehbi Koç, konu "KOÇ" olunca, Cevat Şakir'in bu renkli, yüksek sesli ve heyecanlı anlatımının etkisi altına girmiş; "Cevat Bey! Bunları yaşamış gibi anlatıyorsun! Sen ne müthiş adammışsın yahu!" demekten kendini alamamıştı.
O gün, Balıkçı'nın, kâh eserek kâh kükreyerek anlattığı "APOLLON ve DAFNİ" hikâyesine gelince:
"Batılılar Apollon'u Hellen saymak için kırk dereden sugetirdiler ama boşuna oldu! Apollo Anadolu'ludur.
Olimpos tanrılarını yaratan Homeros, Apollon'u Anadolu'da buldu.
Apollon'un dört tapınağı Ege kıyısı boyunca BatıAnodolu'da sıralanır: Grineum, Klaros, Didyma ve Patara'dadır bunlar...
Bir gün, APOLLON, çiçek kokularının kaynaştığı bir vâdiden geçerken gökkuşağının duvaklar gibi bulutlardan aşağıya süzülüp türküler söyleyen güzeller güzeli bir KIZIN başına süzüldüğünü gördü! Ve Güneş Tanrısı Apollon'un yüreği aşkla dağlandı!
Bu KIZ, Tanrıça Artemis'in meleklerinden DAFNİS'ti!
Balıkçı'yı dinlerken etrafımızda kümelenen kalabalığın farkına varmamıştık!
Cevat Şakir, zaman zaman ayağa kalkıyor, kol hareketleriyle hikâyesini görsel bir şölene benzetiyor, bizleri APOLLON'un ve DAFNİS'in aşk dünyasına götürüyordu!
Vâdi, peri kızı DAFNİS için, çiçekten, ışıktan ve renklerden oluşan bir düş âlemiydi. Çırılçıplak göğsü, kar beyaz omuzları ve yüzüne yayılan mâsum gülüşü ile, DAFNİS, Apollon'u büyülemişti. Ama ne yazık ki, peri kızının kalbi erkeklere karşı sonsuza dek kilitliydi! Dafnis daima bâkire kalacaktı!"
Otelin lobisi tiyatro sahnesine dönmüştü!
Hepimiz büyük bir dikkat ve heyecanla Halikarnas Balıkçısı'nın teatral oyununun sihrine kapılmıştık. Apollon'un güzel Dafnis'in peşinden koşuşu, ona duyurmaya çalıştığı ateşli aşk sözleri, nefes alışları, kızın tanrıları yardıma çağırış çığlıkları...
Ve sonra, peri kızının yorgunluktan kendinden geçişi ve bedenini Apollon'un kucağına salıvermesi...
"Apollon Dafnis'in çıplaklığını örten saçlarını biryana atarak onu boyluboyunca kavramıştı. Nihayet, peri kızı, kendini APOLLON'un güneş gibi ışıyan kollarına ve susayan dudaklarına teslim etmişti."
Bizler, iki aşığın mutlu sona kavuştuklarını sandığımız bir anda Balıkçı'nın haykırışıyla hikâyenin bitmediğini anlamıştık:
Tanrı Apollon DAFNİS'i kollarıyla sararken onun yere saplanmış gibi hareketsiz durduğunu farketmişti!
Apollon, tanrısal sesiyle; 'Dafnis! Dafnis! Sen AĞAÇ oluyorsun!' diye bağırmaya başlamıştı. Gerçekten Dafnis'in yüzü soluyor, gerdanı ve memeleri yeşile dönüşüyordu!
Ayakları kıvrılan kökler gibi toprağa dalıyor, bacakları ve kalçası bir ağaç gövdesi gibi kabuk tutuyordu!
Şimdi yakarış sırası peri kızına gelmişti:
'Ey APOLLON! Al beni! Sen bir tanrı değil misin? Beni bu topraktan sök, beni kurtar! Beni kurtar Apollon!' diye yalvarıyordu.
Geçen her an, Apollon, çaresiz kaldığını görüyor, DAFNİS'in körpe yapraklara dönüşen saçlarını, kırmızılığı kaybolmayan dudakları arasından süzülen nefesini kokluyor ve birden, Olimpos tanrılarının, kıskançlık duygularıyla, DAFNİS'i bir 'DEFNE' fidanına dönüştürdüğünü anlıyordu!"
Artık, Halikarnas Balıkçı'sının şiirleşen sözlerinde DAFNİS'in göz kapakları titreşen iki yaprak, gözpınarlarından süzülen göz yaşları defne fidanının özsuyu oluyordu...
Tanrı APOLLON, yorgun vucûdu ile ormanların en genç ağacı DEFNEnin altına uzanmış, gökkubbede kayan yıldızları seyre koyulmuştu.
Apollon hüzün dolu sesiyle türküler yakıyor, peri kızına olan aşkı vâdiden vâdiye yankılanıyordu.
Balıkçı, sahnelediği mitolojik oyunu şöyle tamamlıyordu:
"DEFNE fidanının iki dalı Apollon'un sarı bukleli başını, biri soldan öbürü sağdan sardı ve bir çelenk olarak tanrıyı taçlandırdı. Apollon, DAFNİS'in defnesinden aldığı bu armağana şu dileğini sundu:
Ey PERİKIZI! Bu geceden sonra bütün insanlar senden bir dal ve çelenk isteyecekler. ÇELENKler, senin için göğe yükselen duygularımın ölümsüzleşen ilâhileri olsun!"
Hepimiz, böylesine duygu dolu bir aşk hikâyesinin etkisinde, koyu bir sessizliğe büründüğümüz bir ortamda, bu defa Balıkçı'nın kaderci bir yaklaşımla şunları söylemiş olmasına şaşırıp kalmıştık:
"Koçzade Vehbi Bey! Cenaze törenlerine gönderilen defne dallı çelenklerin hikâyesidir bu. Ölümümden sonra bana çelenk gönderirsen DEFNEDALLARI unutulmasın!"
Bu buluşmamızdan yedi yıl sonra,
13 Ekim 1973 günü, Halikarnas Balıkçı'sı aşk meleği DAFNİS'ine kavuşmak için aramızdan ayrılmıştı.
Vehbi Koç, Türk Eğitim Vakfı'nın 27 Ekim 1971 tarihinde başlayan çelenk bağışı kampanyasının sembolü olan "DEFNEDALLI ÇELENGİ "nden birinin Bodrum'a gönderilmesi için bana şu uyarıda bulunmuştu:
"Halikarnas Balıkçı'sının cenazesine, benim adıma, en seçme yapraklı defnelerden oluşan bir çelenk gönderilsin !"
* Kırkbeş yıldır, Türk Eğitim Vakfı'nın DEFNEYAPRAKLI bağış çelenkleri birbirlerini seven insanların duygularını sonsuzluğa taşıyor ve Apollon'un Dafnis'e olan aşkı, binlerce gencimize, çağdaşlaşma yolunda yeni ufuklar açıyor.
Vehbi Koç’un ve Cevat Şakir’in anıları önünde saygıyla eğiliyorum
Can Kıraç
"Maharet güzeli görebilmektir,
Sevmenin sırrına erebilmektir.
Cihan, Âlem herkes bilsin ki şunu;
En büyük ibadet SEVEBİLMEKTİR..
Sevelim Sevilelim, dünya kimseye kalmaz!"
YUNUS EMRE