31 Mart 2017 Cuma

6 Kısa Fıkra

ORUÇ

Biri diğerine hayat pahalılığı ile nasıl savaşıyorsun dedi. Öbürü çareyi oruç tutmakta buldum dedi. Hem ramazanı hem de 3 ayları sahura kalkmadan tutarak bütçemi ayarladım dedi.

AZ YEDE BİR UŞAK TUT

Seyahat sırasında iki kişi arkadaş olmuşlar, arkadaşlıklarını ilerletince de biri diğerine sürekli iş buyurmaya başlamış. Diğeri nezaketini koruyarak birkaç gün onun dediklerini yerine getirmiş. Lakin iş çığırından çıkınca diğeri onu dadısı gibi kullanmaya başlamış. Bunun üzerine kullanılan kişi isyan ederek, diğerine sormuş. Sen demiş çok mu yiyiyorsun yoksa az mı? Sana ne! Az yerim çok yerim yapacağın bir tabak fazla yemek çok mu geldi. Bu pişkinlik karşısındakinin asabına dokunmuş. Tabak yıkanmasa da olur kırılsa da kıymeti yok ama demiş, ben az yiyiyorum. Ben evde uşak tutacağım zaman hep az yerim de masraftan kısmış olurum. Eğer ev sahibi az yerse uşakta ondan görüp çok fazla yemez. İki tarafta kar etmiş olur. İnsanlar onun için “az yede bir uşak tut” demişler.

TELEVİZYONCU’DA

Yaşlıca bir zat televizyonunu alarak televizyon tamircisine gelir. Aman der, bu televizyonumu bir elden geçiriver zira çok kötü görüntü vermeye başladı. Artık yaşlandı ona bakıverde biraz gençleşsin daha güzel görüntü versin. Televizyon tamircisi televizyonu iyice elden geçirir. Televizyonun sahibine dönerek, beyim der görüntüsü gayet iyi siz derhal bir göz doktoruna gidip gözlerinize baktırın yaşlanan sizin gözleriniz.

ÇİNGENELER

Çingeneler bir araya toplanmışlar birbirleriyle yarış yapıyorlardı. Bir tanesi giyinip de met etmeye başlayınca öbürü hırslanıp ortaya çıktı ve soyundu. Senin yeni entarine benim yanık tenli olan göğüslü vücudumu ne erkekler ne kadınlar değişir a budala diye haykırdı.

NE ALMIŞ

Erkek çarşıdan gelen karısını ter soğutmak için yakasını açıp, açıp salladığını görünce: çarşıdan ne aldın karıcığım dedi. Kadın sana kravat aradım ama bulamadım, botlara baktım küçüktü. Kendime kombinezon, külot falan aldım. Erkek sutyen almadın mı? Diye sordu. Kadın: neden soruyorsun dedi. Almadım. Erkek: yakanı çok fazla açıyorsun da ondan dedi. Belki yeni sutyenini komşular görsünler diye heves etmişsindir dedi. Kadın: hiç fena düşünmüş sayılmasın ama bir aydır sutyensiz dolaşıyorum artık!

SOKAKTA

Sokakta külotunun düştüğünü gören çocuk kadını kovalayarak arkasından yakaladı. “hanım” dedi. Külotunuzu düşürmüşsünüz. Kadın pişkinlikle mersi dedi. Nerede buldunuz? Çocuk bir an durakladı. Tam sinemanın önünde buldum. Kadın, hayret dedi. Benim külotumun bağı ayakkabıcı da kopmuştu. Nasıl olur bir yanlışlık olmasın.

Cide'de; yirmi yıl

Cide'de; yirmi yıl kadar önce ölen, marangozlukla uğraşan fakat civarın en iyi bastonlarını da yapan Gavur Ali namında çok ters fakat bir o kadar da dürüst bir adam vardı... Hiçbir zaman lafını kimseden esirgemez, aklından geçeni patdadanak söylermiş. Onunla ilgili duyduğum küçük bir öyküyü aktarmak istiyorum...
Bir gün çalışırken, dükkanının önünde siyah bir otomobil durmuş. İçinden bir general ile bir binbaşı inmiş, dükkana büyük bir azamet ile girmişler. General, bakışlarını dükkanın içinde dolaştırıp, yüksek tonda ve komut verir gibi Gavur Ali’ye doğru seslenmiş:
“ Bana bak... Bana iki gün içinde, kemik saplı, iki adet baston yapacaksın!... Anlaşıldı mı?..”
Gavur Ali hiç istifini bozmadan ve işine devam ederek cevaplamış:
“ Yapamam...”
General kızarak, “Nasıl yapamazsın?” deyince açıklamış:
“Ben emirle iş yapmam. Buranın komutanı benim ve burada sadece ben emir veririm. Şayet rica ederseniz, zamanım da uygunsa yaparım. Hatta, misafir olduğunuz için bir fiyatına iki tane bile baston yapabilirim.”
Bu sözler üzerine general, mahcubiyetinden kızararak yumuşak tonda konuşmuş:
“ Kusura bakmayın, ağız alışkanlığı işte... Ne demek efendim...Tabii ki ricamız olur...” ( Hık mık, kem küm, gak guk...)
Sevgili Arkadaşlarım, Cide'de veya Cide'den geçerken dikkatli olun... Ne de olsa Gastamonu'luyuz, daş düşebülüü, ayı çıkabülüü... Noyan

Bulmaca Çözemiyorum


Alzheimer olmamak için 7 kolay önlem: Alzheimer bir beyin hastalığıdır. Sebebi nedir bilinmemektedir ve kesin bir tedavisi de yoktur. Her yıl dünyada milyonlarca insana Alzheimer teşhisi konulmaktadır. Alhzeimer bir yaşlılık hastalığıdır, fakat erken yaşlarda da oluşabilmektedir. Beyinde sinir hücrelerinde Amyloid plaklarının birikmesi ile ortaya çıkmaktadır. İşte, Alzheimer olmamak için alınacak olan önlemler;

Alzheimer’a karşı alınacak olan önlemler:

Alzheimer ve kahve;

Düzenli olarak kahve tüketenlerde Alzheimer çok daha az görülmektedir. Yapılan araştırmalarda, kahvenin Alzheimer riskini düşürdüğü ortaya çıkmıştır. Hollanda’da yaklaşık 10 yıl boyunca 600 yaşlı erkek incelemeye alınmıştır. Düzenli kahve tüketen yaşlıların, zihinsel performansları içmeyenlere göre çok daha iyi durumda olduğu görülmüştür. Ayrıca farelere kafein verilerek yapılan bir araştırmada, kafein alan farelerin beyinlerinde Alzheimer’a neden olan plaklaşmanın önüne geçilmiştir. Buna göre uzmanlar, günde üç fincan kadar kahve tüketimini önermektedir.

Meyve suyu ve antioksidanlar;

Vücuda alınan tüm besinler, oksijenle yakılır ve enerjiye dönüşür. Bu esnada oksidanlar oluşur. oksidanlar erken yaşlanma, kanser, damarlarda yapı bozuklukları ve ciddi hastalıkların oluşmasını sağlamaktadır. Antioksidanlar ise, bu zararlı oksidanların vücuttan atılmasını sağlamaktadır. Beyin sağlığı açısından bu durum çok önemlidir. Yapılan araştırmalarda, Alzheimer’ı olan hastaların kanlarında çok az antioksidan olduğu ortaya çıkmıştır.

Bilinen en kuvvetli antioksidan C vitaminidir. C vitamini limon, portakal ve narenciyede bol miktarda bulunmaktadır. Bu nedenle, Alzheimer’a önlem almak için bol miktarda turunçgiller ve yeşil yapraklı sebzeler tüketilmelidir. Ayrıca C, E, Beta-karoten ve polifenol Alzheimera karşı kesinlikle tüketilmelidir. Son yıllarda hayvanlarda yapılan testlerde, polifenollerin hayvanları %60 daha uzun yaşattığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca polifenoller sinir hasarını önlemektedir. Haftada 3-4 porsiyon kadar meyve suyu ve meyve yemek Alzheimer riskini ciddi manada düşürür.

Balık ve omega 3 yağ asitleri;

Omega-3 yağ asitleri Alzheimer riskini düşürür. Haftada 2-3 defa balık tüketenlerde Alzheimer riski önemli ölçüde düşmektedir. Balıkta bulunan omega-3 yağ asitleri damarları korur. Bu sayede beyinde iltihaplanma ve hasar riski oluşmaz. Sardalye, somon, ton balığı, mersin balığı, pisi balığı, alabalık, midye ve uskumru omega-3 yağ asitleri açısından zengindir.

Akdeniz diyeti;

Akdeniz mutfağı balık, sebze ve meyve ağrılıklıdır. Bol miktarda zeytinyağı kullanılır. Tüm bunlar kalp ve damar sağlığı için çok faydalıdır. Bu sayede Alzheimer’a karşı da önlem alınmış olur. Akdeniz mutfağı ile beslenen kişilerde, %40 oranında alzheimer’a karşı koruma olduğu ortaya çıkmıştır. Düşük kalorili olan bu yemek şekli, yaşlanmayı yavaşlatır ve yaşlılığa bağlı olan beyin hücre ölümüne engel olur.

Bitter çikolata;

Siyah çikolata, içinde bol miktarda Resveratrol bulundurmaktadır. Bu madde kuvvetli bir antioksidandır. Yapılan incelemelerde, Resveratrolun Alzheimer’ın ilerlemesini durduğu ortaya çıkmıştır.

Spor;

Spor sayesinde yaşam kalitesi artar, beynin ve fiziksel performansın artması sağlanır. Uzun süre spor yapan kişilerde, beynin düşünmeden sorumlu olan kısımlarının çok iyi durumda olduğu ortaya çıkmıştır. Araştırmalar, genetik olarak Alzheimer riski taşıyan insanların bile bunu sporla engelleyebildiğini ortaya çıkarmıştır.

Beyin jimnastiği;

Beynimizi çalıştırmak, aynı vücudumuz kadar önemlidir. Okumak, problem çözmek ve çalışmak gereklidir. Beyin fonksiyonlarını canlı tutmak için bulmaca çözmek, matematik, yabancı dil öğrenmek ve satranç öğrenmek gereklidir.

DEVRİM GÜNLERİNDE AŞK



Korksaydık ölümden leblebi tozu yemezdik; nasıl bir neslin çocuklarıydık biz bilemezsiniz. En kıyak Ahmet Kaya şarkılarını hep bir ağızdan söylerdik. Uydurma televizyon dizilerini rafa kaldıracak cinsten hayat hikâyelerimiz olurdu ve mutlaka babalarımızın gençliğinden kalma Yılmaz Güney resimlerimiz...

Hüseyin İnan'ın lastik ayakkabıları gibi ayakkabılar giyerdik ayağımıza ve üzerimizdeki kazaklarımız idamımızdan hemen sonra bedenimizden kesilip alınmayı bekleyecek cinstendi.Sapandan tırsmazdık ki bu ülkenin boynu tasmalı polislerinin üzerimize attığı biber gazlarından çekinelim. Biz hep küçük ölüm sebeplerinden kurtulan çocuklardık; büyük adamların(!) çelmelerine aldırmazdık.

Tıpkı Deniz'ler gibi biz de öldürüldük ama tek bir farkla,idam ipini bile asmaya tenezzül etmeden saçma sapan soytarıların önüne yem diye atıp bizi, masum ayaklarına kafamızda biber gazı kapsülü patlattılar. Zira bu kez de yitmekten kaçmadık.
Hiçbir oyuna mızıkçılık katmayan,yüzü kömür kokulu çocuklardık biz. Elimizdekileri parasız dağıtan...
***
Yani 68'li kuşağa ait olmasak bile,bu yıllara o dönemi taşıyanlardık çünkü uzun yıllar olmuştu direnmeyeli ve
iktidara derimizin ne kadar da kalın olduğunu göstermeyeli...

Bir yerden başlamak gerekiyor dedik ağaçtan başladık..

Daha sonraları bir hayvanın dilsiz çığlığına kulak verdik; bir çocuğun o kargaşada, o duman karmaşasının içinde yok oluşuna; yakınlarından uzak düşüşüne kayboluşuna tanık olduk.
Meclis kürsüsünde ahkam kesenleri dinlemekten ve onlara köpürmekten daha fazlasını yapmalıyız deyip, düştük yollara...
Elbette ki Deniz'ler gibi...
Özgürlük aşkıyla...

***

İsmail'i ve yitirdiğimiz diğerlerini 1967 yılında katledilen Che'ye benzetiyorum şimdi. Nasılda habersizlerdi kendini bilmez eli sopalı insanlar tarafından öldürüleceklerinden çünkü onlar da tahmin edememişti birilerinin bu kadar katil olabileceğini...

Ağaç kıyımıyla başlayıp, insan kıyımına sebebiyet verebileceğini...

Siz bakmayın salon erkeği cümleler kurduğuma, bu tamamen bugün için söylenmesi gereken küfürlere bir alışma dönemidir.
Hatırlama dönemidir geçmişi...
İç yakarışımdır; güpegündüz 1789... 1848... 1871 ve daha nicesine adanan...

***

Gökkuşağını gaz bulutunun orada gördüm.
Trans kadınlar dışarıda kalanlara evlerinin kapılarını açıyorlardı.
Artık renk ayrımının hiçbir önemi yoktu. Kadıköy Yoğurtçu parkında ve insan yüreği değen direniş kokan meydanlarda, düzenlenen forumlarda LGBT'lere ses olan direnişçilerin ağzından aynı anda çıkıyordu; özgürlüğün teferruatsız sadeliği...

Kardeş olduğunu anımsamıştı insanlık!

" Gezi olayları" adı altında tarihin sayfalarında yerini bulacaktı her renge dahil bu görsel şölen...

Bu mücadele, bu uğruna ter akıtılan direniş...

Şunu söylemeden nasıl susabilirim?Savaş yaptığımızı söyleyenler yanılıyor. Özgürlük için mücadele verirken silaha dokunmadı elimiz ve yaslanmadık hükümet gibi, insanı zehirleyici tahrik unsurlarının gölgesine...

Yaşama isteğiyle koşarken o sokaklarda ve polisin orantısız kuvvetine karşı direnirken, bizlere bir yerlerden yardım geldiğini söyleyenlerin aksine ceplerimizde yalnızca, Hüseyin İnan'ın üzerindeki kadar para vardı; 19 lira 35 kuruş.

17th July 2013, Emre KORLU tarafından yayınlandı

AKLIMIZI GÖZLEMEK

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Çoğu insan gerçeklikten kopuk yaşar; ya sürekli gelip geçmiştedir zihni ya da olası gelecekte.
Yaşadığı anın farkında değildir!
Sürekli geçmişe odaklandıkça depresyona girer, marazi bir biçimde geleceği düşündükçe de endişeye kapılır.
Bilinçli farkındalık (mindfulness); stres, anksiyete ve depresif ruh halleri ile başa çıkmada etkinliği bilimsel olarak kanıtlanmış bir yöntemdir. Aklımızdan geçen düşünceleri, duygusal ve bedensel hisleri an be an fark etmek ve onları yargılamadan gözlemlemek demektir.
Ruh hallerini hiç değişmeyecekmiş gibi hissettiren, onlara dair yargılarımızdır.
Yargılamadan gözlemlediğimizde, bir süre sonra hiçbir zihinsel durumun kalıcı olmadığını fark ederiz.
Yaşadığı ana odaklanmayı öğrenen zihin, geçmiş ya da geleceğin baskısından kurtulup, o anın gerçeklerine uygun tepkiler verir; duygular, düşünceler ve seçimler daha sağlıklı olur.
Bilinçli farkındalık, öğrenilebilir bir beceridir.
‘’Endişesiz İlaçsız’’ adlı kitabımda bu konuda pek çok uygulama ve web sitemde, detaylı bilgiler bulabilirsiniz.
Unutmayın!
Bilinçli farkındalık, zihnimizi kontrol etmek değildir!
Farkına varmadığımız düşüncelerimizin bizi kontrol etmesine bir son vermektir!
www.safaknakajima.com

Ormanın birinde Aslanlar



Ormanın birinde Aslanlar toplanmış. “yahu” demişler, “hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader. Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük… Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor, eee balık yakalayacak halimiz de yok…

N’aapsak? ” Bir tanesi “en iyisi, öküzlere saldıralım” demiş, “iri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş… Tam dişimize göre!” Olur mu? Olur. Hücum! Ama evdeki hesap çarşıya uymamış; Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer… organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış. Aslanlar aç bilaç. N’aapsak, n’aapsak? “tilkiye danışalım” demişler.

Tilki “kolay” demiş, “beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim…” Kabul etmişler. Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş, “saygıdeğer öküzler” demiş, “aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar… Ama; Şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o… Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü, Kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın! ” Öküz heyeti düşünmüş taşınmış, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” Mantığıyla, verivermişler sarı öküzü… Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün …. Tilki gene gelmiş. “bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz” demiş Ve eklemiş: “ama şu var ya benekli öküz, benekli öküz, O burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş, Canları çekiyor, verin, kurtulun!” Öküz heyeti düşünmüş, “otlağın selameti için” Teslim etmiş benekli öküzü…

Üç gün, dört gün… Tilki gene gelmiş. Kuyruğu uzun olanı… Burnu beyaz olanı… Tombul olanı… Tek tek alıp, gitmiş. Otlak seyrelmiş. Semirmiş aslanlar.

Günlerden bir gün… Artık tilki gelmemiş! Gerek kalmamış çünkü. Doğrudan aslan gelmiş. “hanginizi istiyorsam, Canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz, Adamı hasta etmeyin” demiş. Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler, “keşke sarı öküzü vermeseydik” demiş ama iş işten geçmiş.

İşte Öküzlük böyle bir şeydir…

Zengin yaşlı bir adam

Zengin yaşlı bir adam bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır, İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrının sebebini anlayamaz sadece ağrı kesiciler verip, gider. Fakat adamın baş ağrısı geçeceğine daha da artarak sürer. Baş ağrısının yanında gözleri de yaşarmaya baslar. Başka doktorlar çağrılır. Adam ağrıyı kesene servet vaat eder. Ama doktorların hiçbiri ağrıyı kesemediği gibi sebebini de bulamaz.

Baş ağrısından geceleri de uyuyamayan adam iyice kötüleşmiştir. Baş ağrısı ve devamlı gözyaşları hayatı çekilmez kılmıştır. Tedavi için yurtdışına da giderler, hastanede uzun bir süre kalır, çeşitli testler yaparlar bir türlü doktorlar teşhis koyamaz.

Memleketine evine dönmesini orada dinlenmesini daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir. Zengin adam ne yapalım kaderimiz böyleymiş deyip çaresiz evine döner.

Bir gün, yaşlı adam kendini iyi hissetsin diye eski berberi çağrılır. Berber yataktan kalkamayan yaşlı adamı tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber bir an düşünür ve der ki;

– Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın.

Adamın burnunu kontrol eder;

– Hah işte! Kıl dönmüş. Sorun değil ben hallederim.

Deyip yaşlı adamın şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı yaşlı adamın müthiş çığlığıyla odaya koşar. Berber canı çok yanmış olan yaşlı adamın elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla evden kovulur.

Adamın burnu kanlar içindedir. Pansumanlar yapılır, adam yatıştırılıp tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah yaşlı adam aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire değip gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan yaşlı adam, vaadini yerine getir. Berberi çağırtır ve ona bir servet bağışlar…

Burnundan kıl aldırmayanların başı çok ağrır…

Hayat akarken bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olabilir. Bu çözümlere ulaşmak için herkesi dinlemeyi bilmek, herkesin fikirlerine açık olmak gerekir.

24 Mart 2017 Cuma

Japonya’da olan

Japonya’da olan bir depremde kurtarma ekibi genç bir kadının yaşadığı enkaza ulaşırlar. Yıkıntıların arasında kadının cesedine ulaşırlar. Kadının enkaz altındaki pozisyonu biraz ilginçtir sanki ellerinde bir şey tutarak iş yaparken dizlerinin üzerine çokmüş haldedir. Bu esnada sanki ev üzerine yıkılmış gibidir. Kurtarma ekibinin lideri yine de canlı olma ümidi ile kadına ulaşmaya çalışır, maalesef kadın çoktan ölmüştür.

Ekip oradan başka bir enkaza hareket etmek üzere iken bir sebepten dolayı ekip lideri açtığı delikten içeri doğru kadının cesedinin altına doğru bakar ve seslenir ! “bir çocuk!..bir çocuk var!” der.
Ekip uzun bir çalışmadan sonra çiçekli bir battaniye içinde ölü kadının cesedinin altında 3 aylık bir çocuk bulurlar. Kadın son bir hamle ile çocuğunu kurtarmak için bedenini ona siper yapmıştır. Ekip çocuğa ulaştığında hala bebek uyumaktadır.

Doktor çabucak gelir ve çocuğu muayene eder.
Battaniyeyi açtığında içinde bir cep telefonu bulur. Ekranda yazılı bir mesaj vardır. mesajda şu yazıyordur!..

” Eğer kurtarıldıysan, seni sevdiğimi hatırla!”

Bir annenin çocuğuna olan sevgisini ölüm anında bile ona anlatma çabasının en güzel örneği!

IŞIK YENERSU İÇİN GÖRDÜĞÜM MARTI DÜŞLERİ…

Balkon evin ruhudur. Balkonda kuşlar ve bal vardır, hayata ve aşka konmak ve denizde bir kere olsun yüzmek için. Sana uğramak için içinde binlerce değil; bir tane inciye sağ salim bakmak için martı olup, taşınmak isterdim göğünün göğsüne… Balkonda notalar ve martılar biriktiriyorum göğsündeki tabiata pike yapmak için. Şiir biriktiriyorum ve bir de elinden o lokmayı kapı komşu bilip, belki bir parmağını ısırıp, öpüp koklayanlar için yara bandı biriktiriyorum parmak uçlarındaki iyiliğe… Balkon senin kalbindir, balkon aşkın can simididir, ben bir martı olsaydım ki martı evin en geniş salonudur, daha ileri gitmeli, şiir bazen maskeleri yere fırlatmaktır. Tanrım, beni martların kalbine bırakıyorlar, bak şu görünmeyen en beyaz yerime… Balkon evin hem görünen, hem de görünmeyen göğün öteki tarafıdır, balkondan gülümsemenin, martıların, çiçeklerin muhabbet şarabı sızar, biz sızar kalırız, sahnede ne varsa dökülür, bardak yere düşer, elma ısırılır, şiir bir yaradır, diker kendini kendi kendine… Kalbim bir balkon olsaydı canımdan da can katardım, camdan, candan, sanki rüyadan yapılma bir hayal evi, rüya evi, masal evi, göz göze gelmiş, diz dize olmuş, dize gelmiş martılar senin insanlık koynundur, kuytunda sema ediyorlar en derininde…

Işık Yenersu denilince aklıma buğulu bir ses yontucusu, kuğusunu boynunda gezdiren bir kolyenin gülümseyişi, renklerin mırıldanışı, sessizliğin şarkıları, gündüz ve güz düşleri, devrimci bir ruhun hayata sığmayan coşkusu, sislerin ardından çıkıp gelen bir zarafet tanrıçasının insanlık dolu bakışı geliyor da açılıyorum masmavi bir denizin enginine… Ben ne zaman Işık Yenersu’yu düşünsem, ölümsüz insanlarım ve sanatın biricik kalbi olan tiyatro geliyor aklıma: Alev Sezer, Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Ahmet Taner Kışlalı, Rutkay Aziz, Tarık Akan, Türkan Saylan, Savaş Dinçel, Müşfik Kenter, Aziz Nesin, Can Gürzap, Sevin Okyay, Gürer Aykal, Ergin Orbey, Yücel Erten, Yıldız Kenter, Genco Erkal, Çetin Tekindor, Hrant Dink ve daha nice unuttuklarım beni bağışlasınlar. Ve ‘bu dansı ve aşkı bana lütfeder misiniz’ diyen ve sevgili Işık Yenersu’nun ellerinden, parmaklarından öptüğü JonathanLivingston’da geliyor aklıma elbette…

Canım Işık Yenersu, bir su damlası gibi eşsiz bir sanatçımdır, bana martılarınızı, kuşlarınızı gösterin size Işık Yenersu portresi çizeyim dediğim bir ışık festivalidir. Sesine, oyunculuğunun gücüne, dünya görüşüne, gündüz ve gece kamaşması olan kendisine ve insanlığına da yıllardır aşığımdır. Benimkisi iflah olmaz bir sevgi ve denizin kılcal damarlarına doğru süzülen afacan bir martının kanat çırpışıdır. Denize, göğe ve ışığa bakmak ne güzel şey martıların o eşsiz gözleriyle… Denizi, göğü ve martıları doyuran ve kaybolmuş ruhlarımıza güneş üfleyen, ada çayı kokulu ve bütün zamanlara elleriyle, büyülü parmaklarıyla dokunan bir sanat büyücüsüdür Işık Yenersu! Martılar yaşıyorsa şayet, ışık yüzlü bir kadının nefesindendir bu, dünyanın bütün yaralı kuşları iyileşir onun içine yaz kaçmış sesiyle…

Işık Yenersu’yu evinde bulamamışsanız, ya balkonundadır ya da renklerin yağmuruyla gökyüzünde ufak bir gezintiye çıkmıştır, merek etmeyin birazdan evine geri dönecektir, bir melek kılığında, bir melek kıpırtısı, bir melek şarkısı ve bir melek güzelliğiyle… Martı ve ses terbiyecisidir, rüyalarınızı besteler, “Dostlar Tiyatrosu”nda da çalıştığından mıdır bilemem ama kalbi her zaman dostluktan yana bir serçe gibi pıt pıt atar. “Narin bir Diva” olsa da yüksek gönüllülüğüne hiçbir kuş yetişememiştir. Nazım ona, o Nazım’a armağandır. “Güneyli Bayan” ve düş gibi bir Tiyatro ve sinema ve büyük bir seslendirme ustası, sanatçısıdır. “Tohum ve Toprak” kokusuyla yıkar yüzünü ve her sabah uyandığınızda kendisine ‘seni seviyorum’ demek istersiniz ve bu sözü kendisine her gün söyleyeceğim, bunun için “söz veriyorum” dersiniz kendinize…

Sevdiğim bir şairimin bir dizesini, değiştirerek söylemek istersem, “ilgi duymak bir kemansa, Işık Yenersu’yu sevmek bir orkestra” olmadığını kim söyleyebilir ki? Romans ve performansıyla oyunculuğunun her zaman zirve katında oturmaktadır. Zırva insanlardan hoşlanmaz, bulunmaz bir Hint kumaşı varsa o da Işık Yenersu’da vardır çünkü özel bir kumaştır o ve onun kumaşından herkese elbise biçilmez. Ah, o martıların vefalı dostu, kuşların ağzındaki güneşli defne! Az önce boşuna mı söyledim sanıyorsunuz? O, benim için sislerin ardından çıkıp gelmiş buğu sesli, kuğu duruşlu kraliçemdir. Bir kuş cıvıltısıdır gülümsemesi, düşmüşsünüzdür bir kere cennet bahçesine ve kuşlar ve hayat ve ben ve martılar ona deli divane…

Bütün ölü şehirleri ve bütün ölü bedenleri şıkırdım şıkır bir bahçeye dönüştürür Işık Yenersu! Türk ve Dünya Tiyatro sanatının hatıra defteri, anılar galerisidir o! Oku oku, git git bitmez ki? İlhan Selçuk gibi bir akrabası olunca insanın, siz hayatı nasıl olur da aşkla ve insanlıkla süslemezsiniz? Işık Yenersu’nun gözleri konuşkan ve büyüleyicidir ve “Sırça Kümes”ten çıkıp o güzelim sesinin içine girip, yuva yapmak isteyen bir serçe olasınız gelir. Tiyatronun ve sanatın ışığı aydınlatsın bizleri ve kapanmasın aşk kumaşından yapılmış kadife perde! Kendisini saatlerce seyretsem hiç bıkmam ki? Düşünsenize benim bir şiirimi ya da bir yazımı seslendirse, ayaklarım yerden kesilir de göğe merdivensiz çıkasım gelir. Yıldırım Önal anı ödülünü boşuna mı aldı sanıyorsunuz? Dünyanın bütün altın portakallarını toplasam bir tane daha Işık Yenersu bulamam. Duyuyor musunuz beni, yıldızlar ona arkadaş, yıldızlar ona pervane!

Ben mi, elimde bir gül, diz çökerim Işık Yenersu’nun o güzelim kalbinin önünde…

Engin Turgut

Bir gün adamın

Bir gün adamın biri zamanının Sufi üstadlarından birini ziyarete gelmiş ve ona şu soruyu sormuş:
“Ön yargılarımdan ve bağımlılıklarımdan nasıl kurtulabilirim?”
Üstad ona cevap vermek yerine ayağa kalkmış ve yakında bulunan bir sütuna kollarını dolayarak bağırmaya başlamış:
“Beni bu sütundan kurtarın!!! …
Adam şaşkınlıkla bakarak, Üstadın deli olduğunu düşünmüş ve ona şöyle demiş:
Neden böyle yapıyorsun?
Ben senin akıllı birisi olduğunu düşünerek ruhsal bir soru sormaya geldim. Ama görüyorum ki sen delinin tekisin, sütunu sen tutuyorsun, sütun seni tutmuyor! Bırak gitsin!”
Üstad sütunu bırakmış ve şöyle demiş: “Bu söylediğini gerçekten derinlemesine anlayabilirsen, kendi cevabını vermiş olacaksın. Bağımlılıkların seni tutmuyor, sen onları tutuyorsun! Bırak gitsin!”
Kendini değiştirmeli insan..Yaşananlara bakış açısını değiştirmeli..Özeleştiri yapabilmeli kendine..
Önce kendini yargılayabilmeli..

Bu sefer

Bu sefer başka yerlerden duyduğum öykülerle başınızı ağrıtacağım, idare edin artık...
Evvel zaman içinde bir bilge; öğrencilerinin önüne birer karış yüksekliğinde, basit, alçıdan yapılmış, birbirinin tıpatıp aynısı üç adet insan heykeli koyarak demiş ki:
“ Bu üç heykel birbirinin aynısı gibi görünebilir ama içlerinden biri diğerlerinden çok daha değerlidir. Bakalım onu bulabilecek misiniz?”
Öğrencileri, heykelleri ellerine alarak, evirip çevirerek dikkatle incelemişler. Fakat bir fark görememişler. Bilge, “ daha dikkatli inceleyin” demiş. Tekrar inceleyince heykellerin üzerinde çok minik bazı delikler olduğunu görmüşler. Öğrencilerden birisi koşarak gitmiş ve elinde uzun ince bir tel ile dönmüş...
Teli birinci heykelin kulağındaki deliğe sokmuşlar, tel ağzından çıkmış...
İkinci heykelin de kulağındaki deliğe teli sokmuşlar, bu kez tel diğer kulaktan çıkmış...
Üçüncü heykelinde kulağındaki deliğe teli soktuklarında, hiçbir yerden çıkmayarak aşağıya, kalbi hizasına indiğini gözlemişler...
Bunun üzerine öğrenciler düşünmeye başlamışlar. Bir süre sonra öğrencilerden biri “buldum!..” demiş...
“ Kulağından gireni ağzından çıkaran insan makbul değildir. Bu nedenle birinci heykel değersizdir.
Bir kulağından giren diğer kulaktan çıkıyorsa, o insan da makbul değildir ve ikinci heykel de değersizdir.
En değerli veya makbul insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Tabii ki üçüncü heykel değerlidir.”
Bilge de doğru tespit yapan bu öğrencisini ödüllendirmiş ve demiş ki:
“ İnsanları iyi dinleyin, söylediklerini aklınızda iyi tutun, fakat dinlediklerinizi ağzınızdan rast gele çıkarmayın, yani dedikodu yapmayın”...
“ Dilin zehirine karşı panzehir yoktur.”
( Dedikoducular için söylüyorum, heykellerin başka bir yerlerinde delik yokmuş.)
Ben öyküdeki son cümleye iki kelime ekleyeceğim. “Önyargılı olmayın”. Yani insanları yanlış tanımamak için ya o insanları çok iyi tanıyanlarla, ya da kendileriyle konuşun ( Vay be, büyük laf ettim)...
Önyargı ile ilgili bir öğreti geldi aklıma...
Bir fakültede, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretmek isteyen bir öğretmen, onlara şunu anlatır:
“Hasta, ne konuşuyor ne de söyleneni anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Yalnız nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Giysileri salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir neden yokken sinirleniyor. Birisi gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor...”
Bunu anlattıktan sonra öğretmen, öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler kesinlikle bunu yapamayacaklarını söylerler...
Öğretmen, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırır. Daha sonra öğretmen, bu hastanın fotoğrafını gösterir öğrencilerine...
Fotoğraftaki, öğretmenin altı aylık minik kızıdır...
Ya siz ne sanmıştınız? Muhabbet bu kadar, hadi dağılın... Noyan

BİLO

Memonun Bilo adında bir köpeği vardı. Bilo çoğu insandan daha akıllı idi. Hatta Memodan bile akıllıydı.küfür bilmez argo konuşmalara gereksiz laf etmez ama hep dinlerdi. Memo nereye o oraya. Nerete giderse giysin peşinden ayrılmaz sanki koruyucu meleğiydi. Otobüsle bir yere gitse gizlice binersanki onu şehirde korurdu. Bazen fark edilir otobüsten indirildiğinde sanki Memonun arkasından insan gibi inler ağlardı.
Bu kadar sevgi fazla idi. Nerde ise çok sevgi aşığı canından bezdirir gibiydi. Gece yarılarına kadar Bozlarda havlar nerdeyse bütün köyü uykusuz bırakırdı. Onun için insanlar boş durmayalım diye sevişir çoğununda bebosu olurdu. Her ailenin nufusu nerde ise ikiye katlandı. Nüfus patlaması yaşanıyordu. Bu Bilo dost mu yoksa düşman mı, diye insanlar düşünmeye başladı. Sevişmelerin sevmelere katkısı çok fazla, ama bu kadarıda fazla idi. Nerde ise Bozlar’daki insanlar bir deri bir kemiğe dönmüşlerdi. Ama evlatları beslemekten hem şişiyor hem de boy atıyorlardı. Hepsi şişmiş, kısa zamanda babayiğt olmuşlardı. Onlarda boş duracak hali yoktu herhalde komşu kızını çalılarda bayırda dağda ovada yazıda yakaladıkça türküler söyler, reyhan vererek gönlünü çalmaya çalışırlardı.

Bilo, Memo’nun evinin önüne küçükken gelip,boynunu bükmüş,Memeo’nun hayvan sever olduğunu hisstetmiş , bana bakarmısın demiş . Boyun bükmüş Memoda o zavallının halini görünce dayanamamış almış beslemiş . Ama bir nefes ararlığında Memo kıpırdasa Bilo hazır. Bazen evin önüne gelip kavga eden köpekler görünce Bilo ,uyanıyor evin etrafından uzaklaştırıyor. Tabi havlayınca bütün koyun köpekler sanki haberli gibi hep havlardı.

Birgün, Memo, Çağlayan Ceride taksi ile gittiğinde işini hallettiğinde bakıyor ki Bilo bakkal dükkanının önünde kısık yolunu takiple gelmiş . Ama bakkaldan sonra yol üçe ayrılmış artık farkedememiş. O akılla bakkalda beklemiş. Memo, işini hallettikten sonra bakıyor ki Bilo orda. Biloda Memoyu görünce deli oluyor sevinçinden çıldırıyor. Memoda hayvanın sedakatinden mahsunlaşıyorBiloyu kucağına alıp öpüyor.

Kızışma döneminde ise kendisi ufak tefek dünya tatlısı ama Maalesef, öbür iri köpekler fırsat vermiyor. Memoda komşunun dişi köpeği Meloşu onu alıyor. Ahıra yerleştiriyor. Biloya haber veriyor. Bilo bir seviniyor bir seviniyor yerinde duramıyor. İki aşığı başbaşa bırakıyor. Herhalde sabaha kadar birbirlerine aşk şarkıları söylemişlerdir diyerek komşusu ile gülüşüyorlar.

Belediye bazen kenarda köşede sokaktaki hayvanları bakım için toplamaya gelirdi. Memo, Bilo’yu hemen saklardı. Teslim etmezdi.
Memo, belediyeye kendimi teslim ederim, hanımı teslim ederim ama, Bilomu teslim etmem diyerek insanları güldürürdü.
Sahibini sahip çıkan bir köpekle insanın sadakati birleşmesi böyle Bir şey.

PRENSES

Prensesin eşi benzeri yoktu. Çünkü onun kişiliği baştan aşağı kibarlık incelik sevecenlik ve zerafetten oluşuyordu. Prensesimiz çok güzel saklamayada gerek yok bence bir yardılış harikasıydı. Güzellerde hep bu hava var.
Arka bahçede martın soğuk günlerinden kurtulur duvarın üzerine uzanmış kral tavırlı yaşlı mart kedileri devamlı prensesi gözetliyordu. Prenses mahallenin en güzeli kendide yaşlı kral olduğu için güzeli kendine hak görüyordu. Komşununda yakışıklı bir kedisi vaRdı. Kralla anlaşamıyor devamlı kavga ediyorlardı. Hep yara bere içinde olduğu için çeginge çekingen bakıyordu. Devamlı yenileceğinden emin olduğu için duvar dibinden hiç ayrılmıyordu. Birde bizimkilerin hayranlıkla baktığı kaplana benzer gösterişli genç kedi vardı. Ne çareki yaşlı kralı yenen çıkmamıştı. Bizim prenses kuyruğunu dikip dışarıya gezintiye çıktıgında hepsini açıkça görmemezlikten gelip sadece genç kaplana bakardı.
Kaplan ona doğru atladı. Ancak yaşlı kralın duvarda yattığı yerde şöyle bir kıpırdaması yetti. Genç kedi selameti gerisin geri duvaa sıçramakta buldu. Ama mart gelmişti. Kızışma vaktiydi. Ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine hakim olamıyor hep saldırganlaşıyorlardı. Sonuçta oda bir can taşıyordu. Sevmek sevişmek onun hakkıydı. Kral karallı prensesi öpüp sevecekti. Prensesinde istediğini seçememesi çok haksız ve korkunç bir şey olmalıydı. Prensese yaşlı ve çirkin bile olsa kral yakışırdı. Muthiş ve vakur hali ile bunu hissetiriyordu. Hem uzun kışa asilce katlanarak genç ve güzel prnsesi hakkediyordu.

Çok sıcak bir hafta sonunda kızıştılar. Sevgilimle beraber kedilerin tavırlarına bakıyor bir taraftanda ocak başında şaraplarımızla demleniyorduk. Prensesle kralın kavgalarını setretmek çok zevkli olmuştu. Bahçede insan sesine benzeyen uluyan haykıran avaz avaz bağıran kediler prenses için can atıyordu. Korkunç kavgalar oldu. Bunlar bahçede olurken evdeki boncuk kedimiz henüz yavru ayak ucunda oturuyor sağa sola kulaklarını dikip kuyruğunun ucunu hafifçe oynatarak büyüdüğünde yapacaklarını kuyruğunu sallayarak seyrediyordu.

Pazar günü bahçeye baktığımda prensesle yaşlı kral kendilerinden geçmiş bahçede yuvarlanıp duruyordu. Bahçenin ucundaki ağaçla yer arasında mekik dokuyorlar yuvarlanarak bağıra çağıra prenses tekrar kralı aşka davet ediyordu. Tecrübeli kralın sevişmeleri çok hoşuna gitmişti prensesin.

Sevgilim bu aşk oyunlarını görünce bana daha şehvetle gelip sarılıp öpüyor kendisi prenses ben yaşlı kral olmuştuk. Şehvetten kudurmuştuk. Aşırı sıcak bir gündü öğlen yemeğinde çok şarap içmiştik. Aşk oyunu bütün gün sürdü. Prenses ve yaşlı kralın hareketlerini hep taklit ediyorduk.
Öyle güzel prensesi yalıyor okşuyor doyumsuz bir şekilde sevişiyorlardı ki bu manzara karşısında ben yaşlı kral kendime hakim olamıyordum.

Prenses aşk oyunlarında başarı göstermişti. Epey yara bere içinde kalmıştı. Ama yaşlı kralıda pes ettirdi ya sanki zafer kazanmış bir tavrı vardı. Diğer kedilerde seyrederek ayaklarını patilerini kuyruklarını yalayarak sanki kendi kendilerine tatmin oluyorlardı.
Genç kaplan da sıranın kendine geleceğini hesaplayarak kral pes ettiğine göre sevişmenin tadı damağında kalan prenses kaplanı görünce dayanamayarak aşk oyununa başladı. Zaten sabahtan beri seyredip kudurmuş olan kaplan can atıyordu. Sonrada fırsat bu fırsat deyip prensesin prensesin gönlünü hoş ederek aşk oyunlarıyla prensesi çok memnun etti.
Kaplanla sevişmeleri sanki aşk oyunlarının en güzeli gibi geldi. Genci herkes sever kral tecrübeli ama genç kaplanın tadı daha bir başkaymış der gibi baktı prenses inşallah çocukları yaşlı kraldan değilde genç kaplandan olur diye dua ediyordu prenses.

Biz şarap içmeye devam ettik. Bu seferde kaplanla prensesin aşk oyunlarını izlemeye başladık. Prensesimiz dans etti yuvarlandı. Ağaçın üstünde mekik dokudu şarkı söyler gibi mırıldandı. Nihayet işler yoluna girdi. Genç kaplanın prensese kaç defa sahip çıktığını sayamaz olmuştuk.
Baktım sevgilim prensesi kıskanır gibi oldu. Onun sehvetli sevişmelerini seyrettikçe en sonunda dayanamadı. Kıskançlıkla
- Nerde ise aşka gelip sende prensesle sevişmek için sıraya girer gibisin
-Keşke bende bir prenses aynısını bende yapsam
Ne muhtemet prenses ne hoş yaratık nasıl da prenses kedi olup harcanmış.
Belki de daha önceki hayatında bir Katerina bir Semramis bir Klopatra olabilirdi.

ATATÜRK O'NU HATIRLAR

Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929 da Gazi Mustafa Kemal, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürüne der ki, Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı'nın hangi köyde olduğunu bilmez. Buluruz tabii Paşam deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit'i sordurur.
Manastır köyünde bulunur.
Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Koca Seyit, dağa kömüre gitmiştir.
Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler.Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere suçum ne ki diye sorar.
Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor. Seyit, sevinir.
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir.
Atatürk'ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın der. Maaş bağlatılmasını teklif eder.
Seyit Ali, Hayır paşam" der... "Biz görevimizi yaptık, maaş için değil...'' Tek bir isteği olur Atatürk ten, Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam bana yeter, maaş da istemem...

Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit'e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit'e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.

Koca Seyit'in öyküsü, bir yerde Türkiye'nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.

Ruhun şad olsun Seyyit Onbaşım... Bu Vatan sana minnettardır...!

CANLARI PAHASINA BİZE BU CENNET VATANI BIRAKANLARI, UNUTMA - UNUTTURMA ...!

Sen kimsin?

-Ben Seyid'im.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. Anne diyor, kapıda sakallı biri var korktum. Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı Seyyid. Korkma kızım o senin baban...
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor Koca Seyyid.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, ''Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım'' der.

Koca Seyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı...
Çanakkale de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü...
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.
1909'da askere gider.
1912'de Balkan Savaşı na katılır.
1914'te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.
18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat'ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.
1915 teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale de askerliğe devam eder.
1918 de terhis olur.

Pinochet SİNEMADA

Şili diktatörü Pinochet bir gün kılık değiştirip sinemaya gider.
Salondaki yerine oturur. Kimse onu tanımamıştır.
Derken ışıklar söner. Film başlar.
Filmin bir sahnesinde Pinochet'in görüntüsü gelir perdeye.
Sinemadaki bütün seyirciler ayağa kalkıp alkışlamaya ve Pinochet lehinde tezahürata başlar.
Durumdan memnun Pinochet yayıldıkça yayılır koltuğa.
Keyfi yerinde gururla perdeye bakmaktadır.
Yan koltuktaki adam Pinochet'in kulağına eğilir:
"Arkadaşım salon sivil polis dolu.
Bu it için kendini astırmaya değmez.
Ayağa kalk ve sen de alkışla."
Chloé Jean

17 Mart 2017 Cuma

2017 PEN Şiir Ödülü’nün sahibi Egemen Berköz’ün Dünya Şir Günü Bildirisi

ŞİİR DOĞRUYU SÖYLER
Günümüzde insanlık sömürgeci kapitalizmin elinde usunu yitirmiş görünüyor.
Alevler arasında kalmış bir akrep gibi kendini sokup öldürmek üzere.
Üstünde yaşadığımız gezegenin tüm varlıkları, varsıllıkları yağmalanıyor.
Doğanın dengesi bozuluyor doymayan mideleri doyurmak için.
İnsanlar açlıktan ölüyor yoksul ülkelerde, halklar aldatılıyor, birbirine düşürülüyor.
Ve yalan bulutları yayılıyor milyarlar olan biteni görmesin, anlamasın diye.
Ülkemiz de payını aldı, alıyor elbet bu şeytansı kurgudan.
Kurtuluş Savaşı’yla, kurduğu Cumhuriyet’le tüm sömürge ulusların umudu olan ülkemiz
bir büyük yalanın tuzağında kıvranıyorsa bugün, ondan.
İşte, bu karabasan ortamında tek umut şiirdedir.
Çünkü bir gezgindir şiir, bir araştırmacıdır.
İnsanın ve toplumun kılcal damarlarında gezinir, en eski çağlardan uzak geleceğe uzanır.
Gerçeği arar.
Bir büyücüdür şiir.
İnsanlığın en büyük varsıllığı dillerin sözcükleriyle güzellikler yaratır.
Çirkinliklere, kötülüklere karşı direnme gücü verir.
Bir bilicidir şiir.
İnsanlara gerçeği gösterir.
Şiir doğruyu söyler.
Yalan bulutları arasından bir ışık parlıyorsa,
Bilinsin ki o şiirdir.
Egemen Berköz

10 Mart 2017 Cuma

Yolculuk

Yolculukla başladı,her şey.
Üç kafadarlardı.Akıl,Ruh,Beden.
Mutluluk,güzelliğin en çekici halidir,
Dedi,Akıl.
Yeni yerler,bilgiler,kültürler tanırsın.
Ruhta,sılada sevgi ortamı var,saygı var,
Akıllanırsın.
Beden,ikinizin arasında kaldım.
Ne yapacağımı şaşırdım.
Yinede ikiniz haklısınız.
Ama,
Beni çok yormayın diye,
İsyan etti.
İkinizde güzel güzel anlaşırsanız,
Bende rahat etsem olmaz mı?
Akıl,Ruhsuz,
Bedenim sizsiz yapamaz.
Mutlu olmak istiyorsak,
Üçümüz,huzura,sevgiye,aşka doğru,
Yolculuğa çıkalım.
İstanbul'la doğru.
Sen kendini şair mi zanediyorsun.
İstanbul'da yaşayan herkes,zaten şair olur.

Cemal Borandağ
08 Mart 2017 Kadınlar günü kutlu olsun,
Tuzla-İstanbul

3 Mart 2017 Cuma

An Anne

İlk soluğu verdin yaşamıma.
Anne sevgisidir,ilk sevgi ilk aşk.
Geceni gündüzüne kattın.
Sorumlulukların oldu.
Katlandın,yüklendin,yüreklendin.
Bağrına,beni bastın.
Son nefesine kadar,yanındaydım.
An anne

Bu dünya ne kadarda şirinmiş derdin.
Yedi kırlangıç kadar ömrün vardı.
Bir kırlangıç ömrün kalmıştı.
Uçtun cennete doğru.
An anne.

Sabanla sürülmüş gibiydi yüzün.
Yılların yorgunluğu vardı.
Gülerek gittin gülüyordun.
Günlük güneşliydi hava.
Cenazen düğün alayı gibiydi.
Dağ taş insan kaynadı.
Ne kadarda sevenin varmış.
Bulutlar kaynaştı,yağmur yağdı.
Doğanın göz yaşlarıydı.
An anne.

Sen her an benimlesin.
Bana verdiğin,heyecanla,şevkle.
İlk verdiğin nefesinde,bedeninde doğan evladınla,
Yaşıyorsun.
An anne.

Çocukları çok severdin.
Allah dese ki,ölmeden önce,
Doksan yaşında çocuk vereceğim dese,
Yok demezdin,çok sevinirdin.
An anne.

Çiçek,Ali senin için şiir yazdı.
Sağlıcakla yaşadın.
Bir gün görmedin.
Görmediğini,cennette görürüsün.
Sevenler,özler,anarız.
Cennette,mutlusun ki.
Rüyama giriyor,gülüyorsun.
An anne.

Cemal Borandağ
27 Şubat 2017 Pazarcık.
_Annemin 12nci ölüm yıldönümünde,özlemle anıyoruz.

Ayrılık Vakti

Memleketten ayrıldığında,
Kırk memeli anneden ayrılır gibi.
Sütten kesilmiş,bebelere dönersin.
Yüreğini yerinde söküp bırakırsın.
Ziyaret tepesi,bulutları kucaklar,
Kartalkaya barajı,alabalıkları hoplayarak,
El sallar,uğurlar olsun,uğurlar olsun.
Yine bekleriz der gibi.
Göbeğinle bağlanmışsın.
Ayakların hayallerde,
Caddeleri,sokakları dolaşır.
Ruhun şehirde.
Çekip gidersin.
Kokuların,rüzgarların,havan kalır.
Sen yine bana,
Koşarak geleceksin gibi.
Bir haller var sende.
Yinede sana,
Güle güle gülüm.Güle güle.

Cemal Borandağ
25 Şubat 2017
Pazarcık