30 Nisan 2020 Perşembe

İnşallah okumayı seven bi kaç takipcim vardır....


Yıl 1971...
Fırat adlı gemiyle, Amerika’nın Phıladelphia limanına 10 bin ton tütün götürmüştük.
Şehri dolaşmış gemiye dönüyorduk.
Yanımıza bir araba yaklaştı ve nereye gittiğimizi sordu.
Limana deyince bizi götürebileceğini söyledi. 3 arkadaş bindik ve geminin bordasına kadar getirdi.
Bu kibar Amerikalıyı ‘Türk kahvesi’ ikram etmek için gemiye davet ettim.
Zabitan salonuna geçtik. Kaptanımız da oradaydı.
Misafirimiz salonu inceledıkten sonra; “Bu geminin Türk gemisi olduğunu söylediniz. Ancak, salonda Atatürk resmi yok” dedi ve hemen ilave etti; “Önce Atatürk’ün resmini koymalıydınız” deyip kahveyi içmeden gemiden ayrıldı.
Hepimiz şaşırıp kalmıştık.
Karşılaştığımız olaya bir anlam veremiyorduk.
Bu olayı çok düşündüm.
Sanırım bu kibar Amerikalı, varlık nedenimiz olan Atatürk’e kayıtsız kaldığımızı düşünmüş ve tavrımızı vefasızlık olarak değerlendirerek bizi protesto etmişti.
Karşılaştığımız bu sıradışı olaya başka açıklama bulamamıştım…

Yıl 1985 ...
İzmir’e yük getiren Yunan bandralı gemide baş mühendis mide kanaması geçirdiği için hastahaneye kaldırılmış.
İşe davet ettikleri için görev aldım. Gemide tek Türk, baş mühendis olarak benim.
Bir sohbet esnasında, gemi kaptanı (adı Kosta’ydı) gümrükte fotoğraf makinesinin mühürlü kamaraya kilitlendiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü söyledi.
Makine yanında olsaydı ne yapacaktın diye sordum.
Oğlu istediği için, Kordon’daki Atatürk Anıtı’nın resmini çekeceğini söyledi. Şaşırmıştım.
“Atatürk size tarihinizin en büyük darbesini vuran komutandı, neden onun resmini çekmeyi düşünüyorsunuz” dedim.
Şu cevabı verdi;
“Biz, emperyalizmin emrinde haksız ve işgalci olarak Anadolu’ya geldik. Uçurumdan aşağı yuvarlanırken Atatürk sizi uçurumun kenarından alıp, özgür uluslar arasına modern bir ulus olarak kattı.Bunu yaparken, insanlık tarihine ezilen ulusların kurtuluşuna örnek olan, yeni bir deneyim kazandırdı. Onlara, özgürlükleri için mücadele ederlerse kazanacaklarını öğretti. Atatürk, bu nedenle bizim için de değerlidir”.
Bu cevap nedeniyle, etkisini hayatım boyunca taşıdığım bir duygu yoğunlaşması yaşamıştım…
Yıl 1988 ...
Ekvador’un Guayaquil şehri.
Gemideki işim bitince, çevreyi tanımak için dolaşmaya çıktım.
Bir okula rastladım. okulun girişindeki alanda 5 tane büst gördüm.
Birinci büst Simon Bolivar’a aitti.
İkincisi Che Guavera,
üçüncüsü Fidel Castro,
Dördüncüsü Emiliyano Zapata
ve Beşinci büst Mustafa Kemal Atatürk’e aitti.
Büstleri inceleyip İspanyolca açıklamaları anlamaya çalışırken, öğretmen olduğunu düzgün İngilizcesi ile söyleyen bir kişi geldi.
Nereli olduğumu sordu.
Türk olduğumu söyleyince, içtenlikli bir ilgi gösterdi.
Atatürk hakkında konuşmaya başladık. Türk devrimi konusundaki bilgisi yüksekti.
Atatürk’ü, saygı duyduğu diğer 4 devrimciden ayrı tuttuğunu söyledi. “O yalnızca ülkesini kurtarıp modern bir ulus yaratmakla kalmadı, ezilen uluslara evrensel bir örnek yarattı. İnsanlık tarihinde hiçbir lider bunu başaramamıştır” dedi.
O an duyduğum övünç ve mutluluğu unutmam mümkün değildir.
YIL 1999 ...
Hindistan’ın Visakapatman limanındayız.
Şehri dolaşırken büyük bir kitapçı dükkanına girdim.
Çocuklar için kısaltılmış İngilizce dünya klasikleri dizisi olduğunu gördüm. İncelediğim listede ‘Atatürk’ün Hayatı ve Devrimleri’ isimli bir kitap bulunuyordu.
Listede olmasına rağmen raflarda yoktu.
Görevliyi buldum ve diğerleri ile bu kitabı istediğimi söyledim.
Görevli, okulların yeni açıldığı, ilginin fazla olması nedeniyle kitabın kalmadığını, ısmarladıklarını ve bir hafta sonra uğramamı söyledi.
Ertesi gün limandan hareket edeceğimiz için zamanım olmadığından bu kitabı alamadım.
Bir yandan bütün kitabevi benim olmuş gibi mutlu oldum, diğer yandan, derin bir acı ve üzüntü duydum. Dünyanın öbür ucunda, çocuklara öğretilen Atatürk kendi ülkesinde üstü örtülmüş,
Yetkili yerlere gelen kişiler Onu bu ülke gençliğine öğretmemek için her şeyi yapmışlardı.
Üzüntümün nedeni buydu…
Yıl 2003 ...
Kamerun’un Douala Limanındayız.
Kütük kereste yüklenecek. Yükün sahibi, gemiye yüklemeye nezaret edecek bir kaptan göndermişti.
Kaptan Hırvattı.
Zabitan odasına geldiğinde, gelenin karşısına düşen duvardaki Atatürk resmini görünce duraladı.
Bir süre durduktan sonra resme doğru yürüdü.
Saygı ifade eden davranışlarla resmi nazikçe düzeltti ve hepimizin yüreğine bir ok gibi saplanan şu sözleri söyledi; “Siz bu insanı ve ideallerini anlayamadınız. Anlamış olsaydınız bugün Avrupa kapılarında sürünmez, Avrupalılar sizin kapılarınızda bekleşirlerdi”…
Yıl 2017 ...
Bangladeşin Chittgong limanındayız.
Gemiden inmiş limanın çıkış kapısına doğru gidiyordum.
Takkeli, entari ya da şalvar giyimli, yaşlı birisi ile hafifçe çarpıştık.
Nedeni o olmamasına karşın özür diledi ve konuşmaya başladık.
Nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu söyledim.
Hiç beklemediğim bir cevap verdi;
“Atatürk’ün çocuğusun yani” dedi. Heyecanlanmıştım.
Sohbeti sürdürdüm.
Birçok kimseye inanılmaz gelebilir ama bana şunları söyledi;
“En büyük Müslüman Atatürk’tür.
Biz Bangaldeş olarak onun öğrettiği yoldan gittik ve özgürlüğümüze kavuştuk.
Fakiriz ama onun yaptıklarını yaparsak fakirlikten de kurtulabiliriz.
O sadece Türklerin değil tüm Doğu halkları için de büyük bir liderdir …Alıntı

Kahveden sonra Atatürk soruyor:

Kahveden sonra Atatürk soruyor: - Hayrola İsmet?.. Sende bir fevkaladelik var bugün... Ne oldu?.. Neye sinirlendin?
- Türk Hava Kurumu'nun toplantısı vardı da...
- Eee, ne olmuş varsa?
- Fuat beyi (THK Başkanı) epey terlettim... İstifaya falan kalktı.
- Çalışkan çocuktur Fuat... Kurumu da iyi yönetiyor.
- Bunlara bir diyeceğim yok... Fakat canımı sıkan bir şey oldu.
- Neymiş o?
- Hesaplarda bir kuruş oynuyor.
- Bir kuruş.
***
İnönü:
- Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti... Bu bir kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat vermiştim. Bulamamışlar... Fuat beyin hassasiyetini anlıyorum... Ama milletimiz ondan daha hassastır... Verdiği paranın nereye gittiğini mutlaka bilmek ister... İstifa bu gibi hallerde en kolay çıkar yoldur... Ama kimseyi rahatlatmaz... Hatta söylentilere bile sebep olur.
***
Atatürk:
- Demek mesele bu... Bir kuruşun hesabı seni bu kadar üzdü... Haklısın... Kırk para (bir kuruş) günün birinde 40 lira, 40 lira da 400 lira olur... Bu da giderek büyür halkın ağzında... Cumhuriyet'i kurarken böyle bir kuruşlara çok ihtiyacımız oldu.. Peki ne yaptın sonunda?
***
İnönü:
- Memurları seferber ettim... Ve bir kuruşun yanlışlıkla başka bir hesaba geçirildiğini bulup, çıkarttırdım... Bizim milletimiz cömerttir, elindekini, avucundakini verir... Ama verdiğinin doğru, dürüst yerlere harcandığını görmek ister... Buna inanmak ister.

Sabiha Gökçen anılarından.

Yıl 1977

Yıl 1977
İstanbul’da vatani görevimi yapıyordum.
Şimdiki Atatürk havalimanının adı o zaman Yeşilköy Havalimanıydı.
Benim görevim ise Yurtdışı dışı hatları giden-gelen yolcu VİP salonunda Jandarma Koruma ve Kontrol Komutanlığı...
(Şimdi bu kurum kaldırılmıştır. )
VİP salonu denen yerden sadece devlet adamları, siyasetciler, siyasetcilere yakın işadamları ve sanatçılar geçiş yaparlar.
(Halkın geçiş yaptığı yer ayrıdır.)
Bir gün oldukca esmer, ince dalan, cılız, fizik itibariyle karakuru (çirkin demek bana göre bir kavram değil) bir kadın Lufthansa havayolları uçağından inmiş ve VİP salonundan Türkiye’ye giriş yapıyor...
Yurtdışından gelen bu kadının valizlerinin sayı itibariyle çok ve ağır olması bizim askerin dikkatini çekmiş.
Asker valizleri açmak istiyor, kadın ise sessiz ve tepkisiz duruyordu.
Valizleri taşıyan korumaları olan erkekler ise askere valizleri açtırmak istemiyordu. Asker ile korumalar arasında sanki bir arbede yaşanacak gibiydi... Müdahale ettim.
Askeri yanıma çağırdım ve askerimle aramızda şu konuşmalar geçti;
-Asker?
-Emret komutanım!
-Kimin bu valizler ?
-Aha şu Romenin komutanım.
Kadının yanına vardım... ve;
- Merhaba
Öyle bir ipeksi sesle cevap verdi ki; yok böyle bir ses tonu. Şahane bir kadın sesi...
-Merhaba, iyi nöbetler komutanım.
-Pasaportunuz lütfen?
Çıkarttı verdi.
Açtım ki ne göreyim, Atatürk’ün sanatçısı Safiye AYLA... (Safiye AYLA 1907 İstanbul doğumlu, 1998 de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Mekanı cennet olsun bu Atatürk kadınının.)
Askeri yanıma çağırdım ve sordum,
-Bu hanfendinin pasaportuna baktın mı asker? Kim biliyormusun?
-Baktım komutanım, ama tanımıyorum...
-Asker?
-Emret komutanın.
Şimdi bu VİP salonundan Atatürk’ün manevi kızı Ülkü geçseydi, valizini açıp bakar mıydın?
-Asla bakmazdım komutanım.
Bu hanfenfendi Atatürk’ün sanatçısı ,"Atatürk Kadını" Sayın Safiye AYLA, deyince askerin boynu büküldü.
Safiye AYLA’nın da gözleri buğulandı....
Asker valizleri açmadı ve kendi eli ile taşıdı.
Safiye AYLA bana bir adres verdi ve;
-Her ikimizin de müsait olduğu bir zamanda bir kahve içimi misafirim olur musunuz komutanım?
-Hafif başımı eğip, gözkapaklarımı kırparak gülümser bir ifadeyle kabul ettim.
Bir gün nasip oldu ve gittim adrese...
Aslında adres çok açıktı, herkesin bilebileceği İSTANBUL RADYOEVİ.
Sordum görevliye...
Bu ne tesadüf, şimdi gelir, az bekleteceğim sizi, dedi ve beni bir salona aldı.
Kısa bir süre sonra bizim halkın "çirkin" dediği Safiye Sultan kapıdan içeri girdi.
Beni görür görmez tanıdı, gözlerinin içi parlıyordu, içinin güzelliği dışına vurmuş, o karakuru kadının sanki...
Selamlaştık.
Safiye hanım görevliye programını bir saat ertelediğini söyledi ve Radyoevinin karşısında bir eve gittik. Kendi eviymiş meğerse.
-Kahvenizi nasıl olsun komutanım?
-Orta şekerli
-Ben hep acı içerim de... Dedi.
Kendi elleriyle kahve yaptı
Tepsinin içinde iki farklı fincan ve iki su bardağı vardı. Birisi normal beyaz bir fincan, diğeri ise işlenmiş nakışlı...
Gözüm etrafı sarı nakışlı fincana takılmıştı, o ara Safiye AYLA hanım, sadece şunu söyledi
-Farklı değil mi?
-Evet.
-Sarı nakışlı olan şu Atatürkün hediyesi, bu fincandan kahve içti, fincanın bir eşi de kendi eşyaları arasında... Çok nazik bir adamdı, "Bana çirkin olduğumu, hiç belli etmedi. Ben çirkin bir kadınım ama; Atatürk’e perde arkasından şarkı söylediğim doğru değil" dedi.
-Çok duygulandım Safiye hanım.
-Atatürk kadınlara çok çok önem verirdi komutanım.
- Nakışlı fincanı işaret edip; Buyurun efendim, şu fincan sizin; diyerek kahvemi içmemi söyleydiğinde nutkum durdu...
-Estağfurullah efendim, diyerek beyaz fincanın kulpunu tuttum. (Utandım)
-Ben acı içerim o sizin orta şekerli dedi.
Sarı nakışlı fincana uzanırken içimdeki titreme elime yansıdı.
Duygulandığım zaman avuç içlerim terler benim, su gibi olur.
-Aaaa.. afedersiniz, bir dakika sizin karanfiller solmadan vazoyu koyayım dedi ve teşekkür etti.
-Bana Atatürk’ten bahseder misiniz dedim.
Gülümsedi.
Ve evinin bir odasını gösterdi. Gördüğüm manzara aynen şu; ATATÜRK KÜTÜPHANESİ...
-"Hangi birini anlatayım komutanım, ama NUTUK okuyun yeter." Dedi
Sonra da siyah-beyaz albümlere baktık kısa bir süre...
Atatürk ve kadınlar...
Kadınların hepsi o kadar şık ve medeni bir kıyafet içindeydi ki; şu devirde bile öyle ne şık, zarif kıyafet var, ne de kadın...
Soru geldi Safiye AYLA hanımdan...
-Bu kadınlar arasında hangisi benim?
-Parmağımla tek tek işaret ettim ve her gösterdiğime;
-Evettt. dercesine başını salladı.
-Nasıl tahmin ettiniz, en çirkini mi seçtiniz?
-Her resimde sizi sağına almış... dedim.
- O da benim solumda yaşıyor... dedi.
Sarıldı, öptü ve; Vedalaştık.
O günden sonra beynimde yer eden bişey şudur; güzellik göreceli, "Çirkin kadın yoktur"
"GÜZEL İNSAN" olmak vardır.
Nasıl ve nereye baktığınıza, neyi görüp, neyi göremediğinize bağlıdır güzellik...
Kadının; Modern kıyafet, zarafet, nezaket, kültür ve medeniyet ile yine kadının kendi özüne gösterdiği saygınlığı ile "iç güzelliğinin" dışa vurması güzelliğin bir başka ifadesi değil mi?
Hani bir laf vardı ya; "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır" diye...
Ne demiştim ilk başta;
Yıl:........ ... 1977....
Şu an:...... 2020...
İşte tam; 43 yıl geçti...
Merhume "GÜZEL İNSAN " Safiye AYLA hanfendiyi, rahmet ve saygıyla anıyor, mekânı cennet olsun, ışıklar içinde yatsın diyorum.
Kul Figani ( Erdem GÜMÜŞ)

Japonya'da bir çocuk

Japonya'da bir çocuk 10 yaslarindayken bir trafik kazasi geçirmis ve sol kolunu kaybetmis. Oysa çocugun
büyük bir ideali varmis . Büyüyünce iyi bir judo ustasi olmak istiyormus. Sol kolunu kaybetmekle birlikte,
bu hayali de yikilan çocugunun büyük bir depresyona girdigini gören babasi, Japonya'nin ünlü bir Judo
ustasina gidip yapilacak bir seyin olup olmadigini sormus..
Hoca:
-Getir çocugu ..bir bakalim, demis.
Ertesi gün baba-ogul varmislar hocanin yanina..
Hoca çocugu süzmüs ve
-Tamam demis..yarin esyalarini getir, çalismalara basliyoruz.
Ertesi gün çocuk geldiginde hocasi ona bir hareket göstermis ve bu hareketi çalis demis.
Çocuk bir hafta ayni hareketi çalismis..
Sonra hocasinin yanina gitmis. "Bu hareketi ögrendim baska hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormus.
Hocanin cevabi:
Çalismaya devam et olmus...
2 ay,3 ay,6 ay derken çocuk okuldaki bir yilini doldurmus..
Çocuk bu bir yil boyunca hep o ayni hareketi tekrarlamis.
.Hocanin yanina tekrar gitmis:
-Hocam bir yildir ayni hareketi yapiyorum bana baska hareket göstermeyecek misiniz?
-Sen ayni hareketi çalis oglum . Zamani gelince yeni harekete geçeriz..
2 yil ,3 yil, 5 yil derken çocuk judodaki 10.yilini doldurmus.
Bir gün hocasi yanina gelip. .."Hazir ol ! " demis.. "Seni büyük turnuvaya yazdirdim.
Yarin maça çikacaksin!"..Delikanli sok olmus..
Hem sol kolu yok hem de judo da bildigi tek hareket var.
Ünlü judocularin katildigi turnuvada hiçbir sansinin olmayacagi düsünmüs ; ama hocasina
saygisindan ses çikarmamis...
Turnuvanin ilk günü delikanli ilk müsabakasina çikmis. Rakibine
bildigi tek hareketi yapmis ve kazanmis. Derken.. ikinci üçüncü maç....
çeyrek, yari final ve final...
Finalde delikanlinin karsisina ülkenin son on yilin yenilmeyen sampiyonu çikmis.
Tam bir üstat delikanli dayanamayip hocasinin yanina kosmus...
-Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakin
hele.. Bende ise bir kol eksik ve bildigim tekbir hareket var..bu kadar
bana yeter.. bari çikip ta rezil olmayayim izin verin turnuvadan çekileyim..
-Olmaz demis hocasi. Kendine güven,çik dövüs.
Yenilirsen de namusunla yenil.
Çaresiz çikmis müsabakaya. Maç baslamis.Delikanli yine bildigi o tek hareketi yapmis ve tak.!
Yenmis rakibini sampiyon olmus.
Kupayi aldiktan sonra hocasinin yanina kosmus:
-Hocam nasil oldu bu is? Benim bir kolum yok ve bildigim tek
bir hareket var. Nasil oldu da ben kazandim.?
-Bak oglum 10 yildir o hareketi çalisiyordun. O kadar çok çalistin ki ,
artik yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok.
Bu bir, ikincisi de o hareketin tek bir karsi hareketi vardir.
Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutmasi gerekir.!
İnsanlarin eksiklikleri bazen , ayni zamanda en güçlü taraflari olabilir:
AMA YETER Kİ BU EKSİKLİK KAFALARIN DA OLMASIN !!!...

Oğlu hakkında

Oğlu hakkında "idam fermanı "çıktığında üzüntüsünden kısmı felç geçirdi, bacakları tutmaz oldu.
Sürekli baskıya maruz kalıyordu.
İşgal kuvvetleri sık sık evi basıyordu.
Öyle olmadığını bildikleri halde, sanki Mustafa Kemal orada saklanıyormuş gibi arama yapıyorlardı.
Sarı Ali diye meşhur bir muhbir vardı,
24 saat Zübeyde hanımın evini gözlüyordu.
Gelip gidenlerin listesini İngilizlere gammazlıyordu.
Zübeyde hanım tüm bunlara rağmen geri durmuyordu. Oğlunun arkasında kapı gibi duruyordu.

Mayıs 1921 İstanbul 'daki yurtsever kadınlar yetimhane yararına kermes düzenledi.
Bu etkinlik vesilesiyle padişaha verilen mesaj gayet açıktı "Milli Mücadelede Şehit düşen kahraman babaların evlatlarına sahip çıkıyoruz"
Zübeyde hanım felçli bacağını sürükleye sürükleye kermese geldi.
Yemenilerle dolu bir masanın başına oturdu.
Bizzat satış yaptı.
Mustafa Kemal'in annesi...
Tüm şehit çocuklarının Annesi olduğunu gösteriyordu..
Ruhun şad olsun annem...
Murat Demirocak paylaşımı

MOREY SALMAN

MOREY SALMAN; Ilcemizde o yıl kuraklık baslamis çiftçiler yağmur duasina çıkmış,iclerinden biride salman emmi o ayda ramazan ayı,hergun dua ediyorlar yağmur kendi köyünü ıskaliyor bir alevi köyüne yağmaya başlıyor,salman buna çok kızıyor hanımına git bana yemek getir orucu bozacağım der,hanımı ya herif kudurdunmu oruç bozulur mu diye söylenirken salman emmi orucu ben tutuyom namazı ben kılıyorum yağmuru alevi koyune yağdırıyor, kendi köyü bütün ormanı kesmiş kireç ocaklarında yakmış alevi köyü ise ormanı korumuş ALLAH yağmuru ormana endekslemiş eğer dua ile yağmur yağsa arabistani sel alırdı.DOGAYI,ORMANLARIMIZI KORUYALIM

ORTADOĞULULUK NEDİR?


Umarım okursunuz...
Okuduktan sonrada paylaşacağınıza inanıyorum.
Merak etmeyiniz yazı sizi yemeyecek
Siz okuyunca kendi kendinizi yiyeceksiniz
Ülkemiz Ortadoğulu bir zihniyet tarafından, Ortadoğulu bir üslupla yönetiliyor ve görünen o ki yakında tamamen Ortadoğu’ya dönüşeceğiz.
Ortadoğululuk nedir bilir misiniz?
-Ölümü yüceltip güzel yaşamayı aşağılamak Ortadoğululuktur.
-Dini yüceltip bilime kayıtsız kalmak Ortadoğululuktur.
-Lideri yüceltip, iyi sistem kurmayı aşağılamak Ortadoğululuktur.
-İmanı yüceltip aklı aşağılamak Ortadoğululuktur.
-Duyguları yüceltip mantığı küçümsemek Ortadoğululuktur.
-Müteahhitti yüceltip, mühendisi aşağılamak Ortadoğululuktur.
-Üniversiteleriyle değil, camileriyle gurur duymak Ortadoğululuktur.
-“Alnı secde görüyor” diye, zorba ve hırsız politikacılara oy vermek Ortadoğululuktur.
-İmamları yüceltip, filozofları aşağılamak Ortadoğululuktur.
-Ev kadınlığını yüceltip, kariyer yapan kadını aşağılamak Ortadoğululuktur.
-Kendi çocuklarını Amerika’da okutup, halk çocuklarını imam hatiplere zorlamak Ortadoğululuktur.
-Sözü yüksek olanı değil, sesi yüksek olanı iyi lider sanmak Ortadoğululuktur.
-Kurumsal çözümler üretmek yerine, karizmatik lidere tapmak Ortadoğululuktur.
-Hatasından öğrenmek yerine, onunla duygusal bağ kurup hayatını bataklığa çevirmek Ortadoğululuktur.
-Standart sahibi olmak yerine, düştükçe “beterin beteri var” diye kendini avutmak Ortadoğululuktur.
-Başına gelene katkısını görmek yerine, hep dış güçleri suçlamak Ortadoğululuk.
-Şeytan taşlamaktan ibadet etmeye zaman bulamamak Ortadoğululuktur.
-Kendi hayatında hiçbir başarısı yokken, sürekli atalarıyla övünmek Ortadoğululuktur.
-Sıkılmış bir yumruğun, açık bir elden daha güçlü olduğuna inanmak Ortadoğululuktur.
Yukarıdaki maddelerin birçoğunun dinle ilgili olduğunu görüyorsunuz, neden?
Çünkü ortalama bir Ortadoğulunun beyninin yüzde 75'i dinle kaplıdır. Bu yüzden diğer şeylere çok az yer kalır.
Onun zihniyetiyle ilgili söylediğiniz her şeyi, dinine saldırı sayar.
Dinle ilgili olmayan pek fikri olmadığı için, dinini ilgilendirmeyen hiçbir eleştiri yapma şansınız da yoktur!
Üstünüzü ıslatmadan, elinizle balık yakalamanın imkansızlığı gibi bir şey.
İronik bir şekilde, Ortadoğulular ülkelerinin sıkıcılığından kaçıp, nefes almak için turist olarak Türkiyeye geliyor.
Türkiyenin yöneticileri ise gittikçe ülkemizi Ortadoğululaştırıyor.
Birkaç yıldır, yılın yarısını yurt dışında geçiriyorum.
Yurt dışında, gittiğim en iyi restoranların en iyi yerlerinde hep Arap şeyhlerinin çocukları, yanlarında Rus sevgilileriyle oturduğunu görüyorum.
Kendi ülkelerini modernleştirmek yerine, modern ülkelerde hayatlarını yaşıyor, kendi halklarına da din pazarlıyorlar.
Gidip, bu adamların ülkesinde, “bu adamlar size din merkezli yaşamayı övüyor ama kendileri son derece dünyevi yaşıyor” desem, beni o diktatörlerin polislerinden önce, o yoksul insanlar linç eder.
Celladına aşık zihniyetteki insanlar için ne yapılabilir ki?
Bu açıklamayı kimseyi ikna etmek için yazmadım.
Mantığa inanmayan insanların mantıklı argümanlarla değiştirilemeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim.
Bu hayatta, bazıları akılla öğreniyor, bazıları acıyla.
Maalesef bu coğrafya, acıyla öğrenenlerin coğrafyası.
Benimki, sadece geleceğe dönük bir “ben dememiş miydim” notu.
Bu topraklarda, her şeyin bir gün anlaşıldığını ama hep geç anlaşıldığını biliyorum.
Hepsi bir gün neyin ne olduğunu anlarlar, ama hep geç anlarlar!
Azgelişmişlerin kaderi iki kelimede saklıdır:
İdrak gecikmesi!
Matbaanın 300 yıl geç geldiği bir topluma, mantık da olması gerekenden 30 yıl sonra geliyor. Neyin en mantıklı çözüm olduğuna karar vermeden önce 30 yıl kavga ediliyor!
"Coğrafya kaderdir" der, Ibni Haldun, bizim kaderimiz de idrak gecikmesi!
Mümin Sekman
Sosyolog

Nasıl olsa beni eve kadar takip edeceksin,

Sivil polis arkasından takip ediyordu. Birden durdu arkasındaki polise bakıp ;
“Nasıl olsa beni eve kadar takip edeceksin, bari şu valizin birini alıver bari bir faydan dokunsun” dedi.
Sivil polis şaşırıp kaldı, sonra ;
“Peki” dedi “insanlık öldü mü taşıyım bari…”
Sivil polisin takip ettiği kişi 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı. Dayısı Yozgat Hastanesi’ne başhekim olmuştu. “Şu benim tayini halletsen de öğretmen olsam” dedi. Dayı Rıfat Ali Ertüzün Yozgat’a aldırdı yeğenini.
Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’nda öğretmenlik yaptı, bir yandan dergilere yazı gönderdi. Yozgat’ta sıkıldı yalnızlıktan. İşte o sıra Devlet sınav açtı. 1928’de eğitim için Almanya’ya gitti, dönünce Aydın’da bir ortaokulda, ertesi sene de Konya’da Almanca hocalığı yaptı. O sıra Atatürk’ü karalayan bir şiir yazdığı söylendi.
Mahkemeye çıkarıldı, hapse atıldı. Hakime ‘Memleketten Haberler’ isimli bu şiiri Almanya’da öğrenciyken yazdığını, Atatürk’ü eleştiren tek bir dize olmadığını, birilerinin şiir üzerinde değişiklik yaptığını ve muhalif olduğu için iftiraya maruz kaldığını hakime anlattı. Asım Bezirci bu şiirin orijinalini neşretti, hakikatten de Atatürk’ü tenkit etmiyordu.
Ama hapse mahkum oldu o öğretmen, Atatürk’e mektup yazdı “Kabahatim yok, iftira bu” dedi. İşte bu unutulan mektubu da Murat Bardakçı geçtiğimiz aylarda ortaya çıkardı. 14 Nisan 33’te Konya Cezaevi’nden yazılan bu mektupta Atatürk’e “Beni en çok üzen yediğim ceza değil, sizin büyük isminizin şahsî intikam vasıtası olarak kullanılabilmesi ve buna müsamaha edilmesi keyfiyetidir.” diye yazmıştı.
Birkaç ay geçti, 1933’te genel bir afçıkarıldı ve polise valizini taşıtan bu öğretmen serbest kaldı. Hapisten çıkınca Atatürk’e büyük hayranlık beslediği bir şiir kaleme aldı. Ha, o şiir şimdi nerededir kim bilir... Mesleğine dönmek istedi. Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur Atatürk’e gitti;
“Paşam” dedi,
“hakkınızda ağır bir şiir yazmış olan bir öğretmen vardı ya, aftan yararlanıp tekrar öğretmen olmak istiyor”
Atatürk “Atanmasında bir sakınca var mı?” diye sordu.
Bakan “Hayır paşam” diye karşılık verdi.
Atatürk “O zaman neden bana soruyorsun?”
Bakan “Ama işlediği suç size karşıydı”
Atatürk gülümsedi “Aşk olsun sana! Beni kişisel gücenikliğim dolayısıyla yasal gerekliliklerin yerine getirilmesini önleyecek ölçüde egoist mi sandın? O genci ilk açılacak yere hemen atayınız!”
Belli ki Atatürk inanmamıştı bu öğretmene, onun gerçekten böyle bir şiir
yazdığını düşünmüştü ama yine de kırgınlığı bırakıp “O genci hemen göreve atayın” demişti! İşte bu yukarıdaki anıyı ise Hıfzı Topuz Eski Dostlar kitabında ilk kez kaleme aldı.
Ve belirtti şunu; “Atatürk’e büyük bir hayranlığı, sevdası vardı” , nasıl olurdu da Atatürk’ü küçük düşürecek bir şiir yazsın! İşte İşte bu genç Atatürk’ün isteğiyle öğretmenliğe devam etti, akabinde Türk operasını inşa eden Alman Profesör Carl Ebert’in asistanı oldu, Almancadan birçok çeviriyi Türkçeye
kazandırdı.
Ve bir kitap yazdı valizini sivil polise taşıtan bu genç öğretmen. Hani Atatürk’ün isteğiyle kıvılcım olarak Avrupa’ya giden sonra da memlekete alev olarak dönen… İşte bu genç Frolayn Puder adında bir kıza aşık oldu Almanya’da öğrenciyken. Sonra ne mi yaptı aşkını bir roman yaptı. Türkiye’nin en çok satan romanlarından biri oldu. Sivil polise valizini taşıtan o öğretmenin kaleme aldığı kitabın kapağında “Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali” yazıyordu...

Yazar :Tolga Aydoğan

RABİA ?


Rabia Arapça’da “dördüncü” demektir.
Öyle sanıldığı gibi mübarek ve anlamlı bir isim değildir.
Çünkü Arap kültüründe, kız çocukları insandan sayılmadığı için, kızı olanlar isim vermez numara verirlerdi.
Vahide isim değildi, birinci demekti. İlk doğan kıza verilen numaraydı.
Saniye ikinci demekti, ikinci kızı olana verilen numaraydı.
Selase ve Bite isimleri üçüncü demekti, üçüncü doğan kızlara verilen numaraydı.
Rabia da dördüncü demekti, dördüncü doğan kıza verilen numaraydı.
Bizimkilerde Rabia’yı çok mübarek ve çok dini içerikli bir isim zannederler, bilmiyorlar ki Araplar, insandan saymadığı ve isim vermeye lüzum görmediği kız çocuklarına işte böyle numara takarlardı, tıpkı otomobillere takılan plakalar gibi.!
Dünya kurulduğundan beri kız çocuklarını, diri diri toprağa gömen kültüre sahip tek millet Araplardı.
Bunun esas sebebi ise, tefecilik yapan, fahiş faizlerle verdikleri paraları ödeyemeyen kişilerin kızlarına, karılarına el koyup pazarlayan insafsız ve ahlaksız, Arap egemenlerinin eline düşmesinden korkan Araplar, yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek bu akıbetten koruduklarını zannederlerdi..
Peki o çağlarda Türk’ler nasıldı?
Türk’ler kız çocuklarına, hatunlarına değer veren, onları önemseyen, insan yerine koyan, komutanlar ve hakanlar gibi yetiştiren tek tanrılı dine mensup bir milletti.
Ve insan hakları açısından da çağdaş kültürün örneklerini vermiş önder uluslardandı.
Eski Türkçe’de “namus” sözcüğü yoktu çünkü namussuzluk nedir bilmezlerdi!
Türk geleneğinde kadın arkadaştı, kadın anneydi, kadın sevgiliydi, tek başına bir devletti.
Kadın dövmek malesef Türk’lerin arap kültürüyle tanıştıktan sonra başlayan bir olaydır.
Eski Türk kültüründe, örfünde kadın her zaman el üstünde tutulurdu.
Tarihe geçmiş Cengizhan’ın eşi için söylediği
“Ben sizin han’ınızım, bu da benim han’ım” sözleriyle dilimize yerleşen “hanım” kelimesi de bunu göstermektedir!
Yani KADIN EVİN HANIYDI,
Mustafa Durmuş’ un Tomris’ ten Rabiya’ a adlı kitabından...

Kahvede sohbet eden adama arkadaşları:

Kahvede sohbet eden adama arkadaşları:
-”Senin aile yaşantına hayranız, eşin ve çocuklarınla çok mutlu bir yaşantın var. Karının bir dediğini iki etmiyorsun. Bu mutluluğunun sırrını bize de anlat yoksa pısırık olduğunu düşüneceğiz.” derler.
-”Kısaca anlatayım …” der adam:
-”Düğünümüz bittikten sonra karım kendi atına, ben de kendi atıma bindik, evimize doğru gidiyoruz. Benim bindiğim atın ayağı takıldı ve sendeledi. Karım eğildi ve benim atıma ‘Bir’ dedi. Biraz daha ilerledik ve benim atımın ayağı tekrar takılıp tökezlediği zaman, eşim tekrar eğilip atıma ‘İki’ dedi. Az sonra atım tekrar aynı şekilde tökezleyince eşim atından indi at’a ‘Üç’ dedi ve çeyizinden tabancasını çıkartıp atımı alnından vurdu.”
Ben şok olmuştum … Eşime bir hışımla çıkıştım…
-”Yazık değil mi ata, neden vurdun kadın, manyak mısın sen?” diye bağırdım…
Karım arkasını döndü ve bana:
-“Biiiiiiiir’” dedi.
-“Ve o günden sonra karımın bir dediğini iki etmedim!”🤣

İncil'de yazıyor..

İncil'de yazıyor..
Adamın biri New York'ta bir otele inmiş. Aksam üzeri otelin barına
gidip garson kızların yakalarında yazılı olan isimlerine şöyle bir göz
attıktan sonra Nancy adlı garsonu çağırmış ve
"Bu akşam benimle yemek yer misiniz?" diye sormuş.
Nancy "Bilmem ki.. " diye kırıtırken adam:
"Merak etme kızım, çekinecek bir şey yok.. Bu İncil'de de yazılı" demiş.
Nancy biraz şaşkın bir eda ile "Peki" demiş.
Aksam lokantada buluşup yemiş içmişler.
Yemek bitince adam Nancy'i odasına davet etmiş.
Nancy "Hayır gelemem" diye cevap verince de adam:
"Merak etme Nancy, çekinecek bir şey yok.. Bu İncil'de de yazılı" demiş.
Nancy yine şaşkın şaşkın "Peki" demiş.
Adamın odasına çıkmışlar, bir kaç kadeh içip biraz müzik dinlemişler.
Sonra adam Nancy ile sevişmek istemiş.
Nancy "Hayır , katiyen olmaz.. "diye itiraz edince adam yine:
"Merak etme kızım, çekinecek bir şey yok. Bu İncil'de de yazılı" demiş.
Nancy "Hani? İncil'in neresinde yazılı? Göster bakalım" deyince
adam bas ucundaki otel İncil'ini almış. Nancy'e kapağın içini göstermiş.
Orada bir kalem ile yazılmış su cümle varmış;
"Bardaki garson kız Nancy, muhteşem sevişiyor!"

Antakya müzesinden bir lahit fotoğrafı.

Antakya müzesinden bir lahit fotoğrafı. Duvarda yazan söz MS 65 yılında vefat eden Seneca isimli bir düşünüre ait.
SENECA'ya ait bazı sözler:
⚘Para iIe satın aIınan sadakat, daha fazIa para iIe de satıIır.
⚘BaşIayan her şey biter.
⚘Büyük bir servet, büyük bir köIeIiktir.
⚘ÖIüm, bazen ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir Iütuftur.
⚘Yeryüzünde gün ışığına Iayık oImayan nice insanIar vardır ama güneş her gün yeniden doğar.
⚘Hayatı komedi sananIar, son espriyi iyi düşünsünIer!
⚘Yaşıyorsak, haIa umut var demektir.
⚘Aza sahip oIan değiI, çok isteyen fakirdir.
⚘Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır, yaşamın anIamını kaybetmek.
⚘Unutmazsan senin, affetmezsen onun canı acıyacaktır. Unutma, affetmek ve unutmak sadece iyi insanIarın intikamıdır.
⚘Ey hayat senin bu kadar önemIi tutuIman öIüm sayesindedir.
⚘Unutma ki, birIikte oIduğun insanın geçmişini kurcaIamak, onunIa kurmayı düşündüğün geIeceği yok etmekten başka bir şeye yaramaz.
⚘İnsanIarı tanımak için onIarı sınamaktan korkmayın; çünkü kaybediImesi gerekenIer, en önce kaybediImeIidirIer.
⚘GençIiğinde biIgi ağacını dikmeyen, yaşIıIığında rahatIayacağı bir göIge buIamaz.
⚘Hafif acıIar konuşabiIir ama, derin acıIar diIsizdir.

HAYDİ ABBAS, VAKİT TAMAM..


Yıl 1941... Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere Edremit Burhaniye’de bulunan birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini çeker.
Abbas oğlu Abbas, sakat ve çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas. Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp;
*Abbas oğlu Abbas Emret komutatan!.. der.

Aralarında söyle bir konuşma geçer.
+ Nerelisin?
- Memleket Mardin, kaza Midyat komutan
+ Sen benim emir erim olur musun?
- Sen bilir komutan!.
Askere eşyalarını toplamasını ister ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister.
Zamanla askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın kıyafetlerini ütüler, hazırlar ve evin temizliğini yapar.
Akşam olunca Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı.
Zaman zaman karşısına alıp derleşirken bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder.
Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyf gecesi akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;
+ Sen İstanbul'u bilir misin Abbas?
- Bilir komutanım.
+ Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
- Bilir komutan!. Ben orda acemi birlikteydim.
+ Orda benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp
onu getirir misin?
- Elbet komutan!
Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki, Abbas yeni asker kıyafetlerini giymiş traş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar;
+ Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
- Ben istanbula gidecek komutan!.
+ Ne yapacaksın sen İstanbul'da?
- Sen söyledi bana. Ben gidecek sana Sevgiliyi
getirecek!..
Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır.
Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbası karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kaleme döker.
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber Sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Cahit Sıtkı TARANCI
(Nilgün Bilal Özer paylaşımı)

Antepli Azap Osman...

Bu Vatan Bizim diyen Ayyaş Çapulcular, okuyun...
Antepli Azap Osman...
Gaziantep’te o günlerde şehirde kime dokunsan patlayacak bir barut gibiydi. Fransızlar Antep’i işgal etmiş; kadın, çocuk, yaşlı demeden Ermenilerin yardımı ile önüne geleni öldürüyorlardı. Sokaklarda patlama sesleri çığlıklara karışıyordu. Bir gün tüfekçi Yusuf’un dükkânına sinirden yumruklarını demir gibi sıkmış bir adam girdi. Ve derdini anlatmaya başladı. Ağam ben baraklıyım. Adım Osman. Köylüler bana Azap Osman derler. Anlıyacağın rençperim. Aynı zamanda çok iyide bir avcıyım. Düşman çocuk, kadın demeden öldürüyor. Bana bir tüfek lazım elimde bir tüfeğim olsa attığım gâvuru indiririm aşağıya diyordu. Ama en başından söyleyeyim cebimde hiç param yok.
Tüfekçi Yusuf karşısında dimdik duran adama uzun uzun baktı adeta boğazı düğümlenmişti. Ama ne yazık ki hiç tüfek yoktu olan tüfeklerde direniş çetelerine dağıtılmıştı. Yeni tüfek bulmak da imkânsızdı. Daha Yusuf sözünü bitirmeden Osman dükkân’dan ayrılmıştı içinden söylene söylene yürüyordu. ‘’ Düşman bomba yağdıracak bende ölümleri izleyeceğim ha olmaz olmaz mutlaka silah bulmalıyım ‘’ eve gelmişti ve evde dört dönüyordu mutlaka silah bulmalıydı ama satıp para edecek hiçbir eşyası da yoktu. Derdini karısına anlattı şehire bomba yağıyor mutlaka silah bulmayalım.
Azap Osman bir çözüm bulmuştu. Ancak bulduğu çözümüydü yoksa çözümsüzlük mü onu bilmiyordu. Hanımına çözümü anlattığında kadının gözleri doldu. Boğazı düğümlenmişti kadının ama başka bir çaresi yoktu. Hemen suyu ısıttı ve bahçede oynayan kızı Ayşe’yi çağırdı ve sımsıkı sarıldıktan sonra güzelce yıkadı. Kınalar yaktı. Gece kızını yanına aldı uyudu ve sabah en güzel elbiselerini giydirdikten sonra hadi kızım baban seni biraz gezdirecek sakın babanın sözünden çıkma dedi ve ikisini arkalarından ağlayarak uğurladı.Kadın konuşamıyordu adeta hayat durmuştu o an kadın için..
Azap Osman’ın tüfekçi yusuf’un yanına uğramasının üstünde tam 15 gün geçmişti ve yine uğradı. Ama bu sefer yüzü gülüyordu. yusuf usta silah dedim yok dedin ben silahı buldum ama mermi almaya param yetmedi bari mermiler senden olsun dedi. Yusuf usta şaşırmıştı nerden buldun bu tüfeği dedi uzun hikâye anlatırım dedi Osman. yusuf usta tamam dedi mermiler benden ama sen anlat bakalım nerden buldun bu tüfeği. Tamam dedi Osman derin bir nefes aldı ve anlatayım dedi..
Baktım ki şehirde her yaşta çocuk öldürülüyor. Benimde elinden öper bir kızım var annesi akşamdan yıkadı kınalar yaktı sabahta en güzel elbiselerini giydirdi ve evden çıktık. Beraber Halep’e gittik. Orada çocuğu olmayan zengin arap bir aileye evlatlık olarak sattım. Halep’ten de o parayla bu silahı aldım ama mermiye param yetmedi dedi dedi ama bir daha kimseye tek kelime demedi bu konu hakkında.
Yusuf’un o an gözleri doldu sanki o mermileri kendisi yemişti buğulu gözleriyle gitti içerden zulaya sakladığı mermilerden Osman’a verdi. Osman çok fakirdi fakir geldi fakir geçti ama kimseden bir daha birşey istemedi ve kimseyede tek kelime anlatmadı.
Mekanı cennet olsun.

Evi terk etmeye karar vermişti.


“Diş fırçalarken suyu açık bırakma”
“Salondan en son kim çıktı? Işıklar neden açık”
“Makası neden yerine bırakmıyorsun?” Gibi babasının ikaz ve söylemlerine dayanamıyordu.
Sabah bir iş görüşmesine gidecekti ve eğer kabul edilirse aile evini bırakıp, kedisine bir ev kiralayacaktı. Artık kendi hayatını yaşamak istiyordu.
Sabah, babası onu kapıda uğurladı.
– Dikkatli ol ve bütün soruları cevaplamaya çalış, oğlum dedi.
Görüşme adresine gelince, kapıda bekçi yoktu. Bahçe kapısı açıktı ama sürgülü kilidinin demiri dışarıdaydı, giren çıkan herkes bu demire değiyordu. Hemen kilit sürgüsünü geri çekti ve içeriye girdi. Bahçede bir hortum suyunu boşa akıtıyordu. Onu aldı ve sulasın diye bir ağacın dibine bıraktı. Bir avluya girdi, duvar dibinde boşa çalışan bir vantilatör gördü. Gayrı ihtiyarı bir hareketle, vantilatörü kapattığını fark etti. Artık huyu nefsine galip geliyordu. Kendisini tuhaf hissetti.
Oradan küçük bir odaya girdi. Üzerindeki okla görüşme salonuna gider, yazan bir kağıt ters bir şeklide asılı duruyordu. Kağıdı düzeltip, görüşme salonuna girdiğinde diğer adaylar oturmuş sıralarını bekliyorlardı. Salonun ışıkları açıktı ve günün ışığı yeterince her yeri aydınlatıyordu. Aldırmak istemedi fakat babasının sesini duyar gibi oldu sanki “kapatın bu ışıkları” diyordu. Bu ses dikkatini dağıtıyordu. Duramadı hemen gidip ışıkları kapattı ve sırasını beklemek için bir kenara oturdu.
Sırası gelince görüşme odasına çağrıldı.
Masanın öbür tarafında oturan kişi evraklarını istedi. Diplomalarını inceledikten sonra, işe ne zaman başlayabileceğini sordu. Bunu bir tuzak saydı ve imtihanın bir parçası olmalı. Dedi kendi kendine. Ne cevap vereceğini bilemedi.
Tedirginliği yüzüne yansımaya başladı.
Karşısındaki adam; Neyi düşünüyorsunuz? Diye sordu
Biz burada kimseye soru sormadık. Adayları cevaplarıyla değil davranışlarıyla değerlendirmek istedik. Adaylardan hiç birisi senin gibi davranmadı. Bahçe girişinden itibaren herkesi izledik. Açık sürgü kilidi, boşa akan su, vantilatör, ışıkları ve ters kağıt hepsi imtihanın birer aşamasıydı. Bu sınavı başarılı bir şeklide tek sen geçtin. Yeni işin hayırlı olsun.
Babasının disiplini ve sürekli ikazlarına, kızması geldi aklına ondan pişmanlık duydu ve bu işi sadece disiplinle kazandığını anladı. Eve çok mutlu döndü.
Hayatta başarılı olmanın yolu, disiplin ve çevremize gösterdiğimiz sorumluluktan geçiyor.

Öfkelenince neden bağırırız?


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

TARİHTEKİ İLK KADIN🙊🙉🙈 HEKİM...


Ataerkil bir devlet anlayışına sahip olan antik Yunan’da kadınların hekimlik yapması ve tıp okuması yasaktı.
Bu yasağa karşı çıkan ve hayatının en büyük ideali hekimlik olan Agnodice (Doğum: M. Ö. 300) babasının da desteği ile saçını keserek erkek kılığını girdi ve İskenderiye tıp okuluna girdi. Burada Herophilos’un öğrencisi oldu.
Tıp eğitimini tamamladığı dönemlerde Atina sokaklarında gezerken doğum sancısı çeken bir kadının çığlıklarını duydu. Ancak sancıdan kıvranan kadın, Agnodice’in erkek olduğunu düşündüğü için onun kendisine dokunmasını istemedi. Bunun üzerine Agnodice kimse görmeden kıyafetlerini kaldırarak kendisinin de kadın olduğunu kanıtladı ve doğumu yaptırttı.
Zamanla kadınların arasında yayılan bu hikâye ile hasta olan tüm kadınlar Agnodice’ye gitmeye başladı ve çok aranan bir doktor haline geldi...
Erkek doktorlar ise bu durumu kıskandı ve erkek sandıkları Agnodice’yi, kadın hastaları baştan çıkarmakla suçladı... Bu suçlamalar ile mahkemeye çıkarılan Agnodice idam cezasına çarptırıldı. Bunun üzerine Agnodice, hayatını kurtarabilmek için erkek olmadığını, aslında kadın olduğunu söyledi... Bu defa da kadın olarak tıp eğitimi aldığı ve hekimlik yaptığı için ölüm cezasına çarptırıldı...
Ancak başta mahkûmiyet kararını veren yargıçların eşleri olmak üzere tüm kadınlar ayaklandı. Hatta bazı kadınlar Agnodice’nin öldürülmemesi halinde onunla birlikte ölüme gideceklerini söyledi...
Kalabalığın ve eşlerinin baskısına dayanamayan yargıçlar Agnodice’yi mahkûm etmekten vazgeçti ve bu tarihten itibaren sadece kadınlara bakmak şartıyla kadınların da hekimlik yapmasına izin verildi. Böylece Agnodice ilk jinekolog olarak tarihe adını yazdırdı.

KOBRA ETKİSİ


İngiliz hükümeti Hindistan yönetimini elinde tuttuğu dönemde kobralardan çok çeker ve kobralara karşı savaş başlatır. Ne var ki İngilizler yılanlarla haşır neşir oldukça daha çok İngiliz kobra zehiriyle tanışır. Bunu fark eden "zeki" bir İngiliz, "neden biz uğraşıyoruz? Kobra kafası getiren Hintliye ödül verelim olsun bitsin." der. Bunun üzerine kampanya başlar. Başlarda gerçekten Kobraların sayısı azalır; ancak zor koşullara muhteşem uyumları ile bilinen Hintliler "Madem bunlar her ölü yılana para veriyor o zaman biz bu kobraları besleyelim üretelim. Hem kim koşacak kobra peşinde?" derler. Bu fikirle yola çıkan Hintliler kobra çiftlikleri kurarak yılanları üretirler ve paraya para demezler.
Bu durumu fark edip aptal yerine konduklarını anlayan İngilizler, hem daha fazla kobra üretilmesin diye, hem de zekaları ile daha fazla alay edilmesin diye kobra başına para verme kampanyasını durdurular. Tabii Hintliler de kobraların para etmediğini görünce, kobraları besleyerek kaynak ve vakit harcamak istemezler ve tüm çiftliklerdeki kobralar salınır. Böylece ortam başlangıç durumundan daha çok kobraya sahip olur. Doğal ortamlarında da çoğalmaya devam eden kobraların popülasyonu iyiden iyiye artar. İngilizlerin kontrol manyaklığı da böylece ters teper. O günden beri bu tip kontrol altına alınması hedeflenirken, beklenmeyen etkiler nedeniyle ters tepen olayların olduğu durumlara Kobra Etkisi denir

Bil Gates'e : "Bu dünyada senden daha zengini var mı?" Diye sordular..

Bil Gates'e : "Bu dünyada senden daha zengini var mı?" Diye sordular..
Gates: "Evet benden daha zengini var.."
Ona: "Peki kim bu?" diye sordular.
Gates: "Eğitimi tamamlayıp Microsoft şirketini kurmaya karar aşamasında bir uçuş öncesinde Newyork havaalanındaydım.. Birden gözüme gazete satıcısı ilişti... Elindeki gazetelerin birindeki başlık ilgilimi çekti.. Elimi cebime attım ama hiç bozuk param yoktu.. Oradan uzaklaşmak üzere ayrılıyordum ki..
Siyahi genç delikanlı birden atılarak: "beyefendi buyurun gazete benden size hediyem olsun.." dedi. Ben de ona: "elimde bozuk param yok " dedim.
O da: "Sana ben onu hediye ediyorum" dedi.
Bu olaydan 3 ay sonra yolcuğum aynı havaalanına denk geldi..
Gözüm bir gazeteye ilişti.. Elimi cebime attım ama yine bozuk param yoktu. Aynı çocuk geldi: "gazeteyi al" dedi.
Ben de ona: "oğlum geçen gün aynı durum yaşandı. Sen bu durumla her karşılaştığında insanlara gazeteyi hediye mi ediyorsun?" dedim..
Dedi ki: "Tabi ki.. Ben verdiğimde, tüm kalbimle veriyorum. Bu beni mutlu edip rahat kılıyor...
Bil Gates diyor ki: "Bu cümle benim aklımı o kadar kurcaladı ki daima, acaba çocuk hangi mantık esasına ve hangi hissiyata göre böyle söylüyordu.."
19 yıl aradan sonra... Ekonomik gücümün doruğuna ulaşıp, dünyanın en zengin adamı olduğumda.. Bu genç delikanlının iyiliğinin karşılığını verebilmek için onu arayıp bulmaları için bir grup oluşturdum.. Onlara falan havaalanına gidin ve bana gazete satıcısı siyahi genç delikanlıyı bulun dedim. Bir buçuk ay aradan sonra alanın birinde bekçilik yaptığını öğrendim... Ona bir davetiye gönderip ofisimde ağırladım. Ona "beni tanıyor musun?" diye sordum.
O da: "Tabi ki sen Bil Gates'sin herkes seni tanır"
Ona: "Hatırlar mısın sen ufakken gazete satıyordun bende bozuk yoktu ve sen bana gazeteyi hediye ettin. Bunu neden yaptın?
O da: "Belli kesin bir nedeni yok. Yalnız birine karşılık beklemeden bir şey verdiğim zaman mutluluk duyuyorum ve bu da beni rahat ve huzurlu kılıyor" dedi.
Ona dedim ki: "Sana iyiliğinin karşılığını vermek istiyorum.. Dile benden ne dilersen..!"
Dedi ki: "Nasıl.."
Ona: "Sana istediğin ne ise vereceğim.."
Gülerken bana dedi ki: "Ne istersem onu mu? Bu gerçek mi?"
Ona: "Evet. Ne istersen vereceğim.."
O da: "Size teşekkür ediyorum beyefendi. Fakat hiç bir şeye ihtiyacım yok..."
Ona: "Bir şey istemen lazım senin iyiliğinin karşılığını telafi etmek istiyorum.."
O da: "Sayın Bil Gates her şeyi yapacak gücün var ama benim iyiliğimi telafi edemezsin.."
Ona: "Ne demek istiyorsun ve nasıl olur da telafi edemem"
O da: "Seninle benim aramızdaki fark ben sana yoksulluğumun doruğunda verdim, ama sen zenginliğinin doruğunda bana veriyorsun, bu da durumu telafi etmez... Ama senin yaptığın (karşılık vermeye çalışman) bu güzellik beni çok mutlu etti.. Teşekkür ederim"

Bil Gates anlatıyor: "İşte o sözü kendisinin benden daha zengin olduğunu hissetmeme neden oldu...
Çünkü en makbul verme çeşidi, senin ihtiyacın var iken vermen.. Çocuğun bana yaptığı da budur..
Ömer Tanrıöver

Bir grup İngiliz, Amerikan ve Türk gemiyle yolculuk ediyorlarmış

Bir grup İngiliz, Amerikan ve Türk gemiyle yolculuk ediyorlarmış. Birden şiddetli bir fırtına kopmuş.
Geminin batacağını anlayan kaptan hemen yolculara koşup gemiyi boşaltmalarını istemiş. Fakat kimse buna inanmayarak kendini denize atmayı kabul etmemiş.
Bir süre sonra bütün yolcuların ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gören kaptan hemen bir tayfasını çagırmış. "Git bir de sen dene onları gemiden atlamaya ikna etmeyi" demiş.
Tayfa gitmiş ve kısa bir süre sonra geri dönmüş. Kaptan merakla sormuş:
-Eee, noldu?
-Hepsi atladılar efendim.
Kaptan çok saşırmış:
-Nasıl olur, daha demin kıllarını bile kıpırdatmamışlardı. Ne dedin onlara?
-Çok kolay oldu.
İngilizlere;
"Sizin gibi soylu insanlar batmak üzere olan bir gemide olmamalılar" dedim.
Amerıkalılara;
"Deniz suyunun insan vücudu için çok faydalı oldugunu" söyledim.
-Peki ya Türklere ne dedin?
-Onlara da
"Denize girmek yasak! " dedim.🤣

Temel misafirliğe gitmiş.


Gece vakti tam evine dönecekken sağanak yağmur başlamış..
Ev sahipleri,
- Bu yağmurda sokağa çıkılmaz, geceyi burada geçir.. diye ısrar etmişler..
Temel de, "Tamam, peki!" demiş..
Biraz sonra bakmışlar ki Temel ortada yok!
İçeriyi dışarıyı arıyorlar, yok!
Az sonra kapı çalınmış, gidip açmışlar..
Bakmışlar ki gelen Temel, sırılsıklam..
- Nereye gittin? demişler.
- İki dakika eve gidip pijamamı aldım geldim.. demiş.
***
İşte bizim "Bu virüste sokağa çıkılmaz" hikâyesi de böyle bir hikâye!
Herkes "Sokağa çıkmamak için sokakta!".🤣

Fıkra


Charles Darwin


10 Nisan 2020 Cuma

Fıkralar...



Şaşırtıcı


BEZUAR KEÇİSİNİ YILAN ISIRDIĞINDA KEÇİ, YÜZLERCE BİTKİNİN İÇİNDEN SÜTLEĞEN BİTKİSİNİ BULUR VE ONU YER
ÇOK İLGİNÇTİR Kİ SÜTLEĞENİN İÇİNDEKİ SIVIDA ÖFORBON MADDESİ VARDIR VE BU, KANA KARIŞINCA YILANIN ZEHİRİNİ ETKİSİZ HALE GETİRİR!!!
ŞAŞIRTICI OLAN ŞEY, KEÇİNİN GÜNLÜK OTLAMALARINDA BU BİTKİYİ ASLA YEMEMESİ, SADECE YILAN ISIRDIĞINDA YEMESİDİR
BU KEÇİ KENDİNİ NASIL TEDAVİ EDECEĞİNİ NEREDEN BİLİR? DENEME YANILMAYLA DOĞRU BİTKİYİ ÖĞRENSE BUNU GELECEK KUŞAKLARA NASIL AKTARABİLİR?
BEZUAR KEÇİSİ, TESADÜF DİYE BİR ŞEYİN OLMADIĞINA, ALLAH'IN ÜSTÜN YARATMASINA EN ÖNEMLİ DELİLLERDEN BİRİDİR..

Altıncı gün dolmak üzereydi Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu.


Bir melek çıkageldi.
Tanrı’ya;
- Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun?
diye sordu.
Tanrı yanıt verdi:
- Çünkü buna çok değerli, çok farklı özellikler katıyorum.
dedi.
- Örneğin yüzlerce parçadan oluşturuyorum.
Ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum.
Bu yarattığım bir çok çocuğa aynı anda sarılabilmeli,
Dünyanın her yerindeki çocukları kucaklayabilmeli.
Düşen bir çocuğun kanayan dizini de,
Yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli..
Melek sordu:
- Kaç eli, kaç kolu olacak?
- Sadece iki.
- İki el, iki kolla mı yapacak bu dediklerini…
- Hepsi bu değil…
Kendi yaralarını da kendi sarabilecek.
Ayrıca günde 18 saat çalışabilir durumda olacak…
Melek yaklaşıp kadına dokundu…
- Onu çok yumuşak yapmışsın.
- Yumuşak ama aynı zamanda çok güçlü.
Gücünü ve kaldırabileceklerini hayal bile edemezsin…
- Düşünmeyi de bilecek mi?
- Yalnızca düşünmeyi değil.
hem sağduyusunu kullanmayı,
Aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi,
Hem de mücadele etmeyi,
Düşüncelerini savunmayı,
Sorun çözmeyi de biliyor…
Bunların yanı sıra, uzlaşmayı da biliyor…
Melek, kadının yanağına dokundu.
Eli ıslanınca bu nedir diye sordu.
Tanrı yanıtladı:
- Buna gözyaşı denir.
- Neye yarar?
- Kendini ifade etmeye yarar.
Acıyı, kuşkuyu, aşkı, yalnızlığı, onuru,
Ama aynı zamanda sevinci ifade etmesine yarar…
-Kadının kendini ifade biçimleri sonsuzdur:
o, sevinci, mutluluğu ve aşkı yakalayıp ,
Sımsıkı sarılmayı bilir…
Haykırmak istediği vakit susabilir;
Sustuğunda çığlığını duyurabilir;
Öfkelendiği vakit gülümseyebilir,
Ağlamak isteyince şarkı söyleyebilir,
Mutlu olunca ağlayabilir,
Korktuğu vakit gülebilir…
O inandığı doğrular için sonuna dek mücadele eder;
Haksızlığa karşı savaşır,
Çözüm yolunu biliyorsa,
‘Hayır’ yanıtını asla kabullenmez.
- Amma çok marifeti varmış!
- Arkadaşı doktora yalnız gitmesin diye ona refakat edendir.
Korkan birini gördüğünde,
‘Tut elimi korkma’ deyip,
Elini uzatandır…
Her düğün her doğum haberine mutlu olandır.
Tanıdığı ya da tanımadığı amma kendine yakın bildiği her ölüm haberine kalbi kırılandır.
Ama yine de yaşamı sürdürme gücünü kendinde bulandır…
Çocukları daha çok yesin diye ‘ben zaten toktum’ diyendir…
-Bir öpüş, bir sarılış, bir kucak açışla kırık,
Ya da yaralı bir yüreğin onarılacağını bilendir…
- Peki, bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?
- Hiç olmaz olur mu?
Var bir hatası:
" Ne kadar değerli olduğunu unutur...... "

İki fotoğraf ve bir hayat dersi.

Yüzbaşı Ozan Bahar 1996'da Muğla İl Jandarma Komutanlığında Jandarma Merkez Bölük Komutanı olarak görev yaparken görev dönüşü geçirdiği bir trafik kazasında belden aşağısı felç olur. TSK'dan malulen emekli olur ve tekerlekli sandalyesi ile Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü'nde 1998 yılında yüksek lisans eğitimine başlar. 2000 yılında doktoraya başlar. 2005 yılında doktor, 2006 yılında yardımcı doçent, 2007 yılında doçent, 2013 yılında da profesör unvanı alır. Bir dönem Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Turizm Fakültesi Dekanlığı görevini de yürüten Ozan Bahar, TSK'dan malulen emekli olduktan sonra kenara çekilip oturmak yerine tekerlekli sandalyesi ile hayata sımsıkı sarılarak kendisi gibi aynı kaderi paylaşan birçok insana örnek olur. Bu ilham verici yolculuğunu da Vazgeçme ismini verdiği bir kitapla ölümsüzleştirir. Türk askeri vazgeçmez çünkü ilhamını Atasından alır. Her ne durum ve şartta olursa olsun vatana, millete hizmet esastır. Silahla vatanına hizmet edemiyorsa kalemle eder. Görevde ve hizmette mazeret tanımayan şanlı askerime bin selam olsun.

Ölü Altın Bedenler -2007

Fotoğrafçı: Niko Guido
Hikaye: Hastamızın durumu nasıl diye sordu eşi
Doktor, omuzlarını kaldırdı
“bu gün tekrar kemoterapi yapacaz” dedi
Hemşireye döndü “hastayı hazırlayın” dedi
Kadın hastanın yanına oturdu
Sağ elini avuçlarına aldı, dudaklarına götürdü öptü
Hasta zorlukla gözlerini araladı
Ümitsiz bir bakışla eşine baktı
Kadın gözyaşlarını saklamak için eşinin uzun uzun elini öptü
“İyi olacaksın merak etme gerekirse bütün varlığımızı harcarız” dedi
Sedye geldi hastayı aldılar
Kadın ümitsizce yatağa oturdu
Sekiz aydan beri bu hastalık hayatlarını zehir etmişti
Eşi Çetin Çelik bir maden şirketinin CEO suydu
Kanadalı bir şirketle
Kazdağlarında altın aramak için çok çalışmıştı
Sonunda başarılı da olmuştu
Bütün engellemelere rağmen
Halkın tepkisine rağmen kendisinin üstün gayretleri
Ve de siyasi ilişkileri sonucu aramayı yapmışlar
İki yıl önce de aramayı bitirmişlerdi
Başarılı bir çalışma olmuş epey bir para kazanmışlardı
Ama şu illet hastalık gelip yakalarına yapışmıştı
Kazançlarının sefasını sürememişlerdi
Sadece ortaklık yaptıkları firma onları Kanada’ya davet etmiş
Bir ay tatil yapmışlardı
Kanada’nın yeşilliğine hayran olmuşlardı
Sekiz ay önce halsizlik hissetmeye başladı
Nefes alma zorlukları yaşıyordu
Parası vardı en iyi Hastahanelere
En iyi doktorlara gitmesine rağmen şifa bulamamıştı
Avuç dolusu para harcamış ama nafile
Artık Hastahaneden bile çıkamaz olmuştu
Kanser dediler, kemoterapi yaptılar yok! yok!
Bir türlü şifa bulamıyordu
İki gün sonra Çetin Çeliği evine gönderdiler
Eşi doktorların Çetin’den ümidi kestiklerini hissetti
Çaresiz evine döndü
Komşuları geçmiş olsuna geliyorlardı
Herkes akıllar veriyordu
Birisi Kübaya gitmelerini önerdi
Bir telefon numarası verdi
Bu numarayla görüşmesini önerdi
Telefon Küba’ya ait bir telefondu
Aradılar, telefondaki kişi tahlillerini istedi
Gönderdiler 14 gün sonra cevap geldi
Telefondaki kişi sadece Kazdağlarında yetişen
Beş bitkinin tarif edeceği şekilde ambalajlanarak getirdikleri takdirde
Kesin tedavi edeceklerini söylüyordu
Bitkilerin yöre isimleri ile Latince isimlerini yazdırdı
Birisi Latincesi (Sideritis Trojana Ehrend) olan Sarıkız çayı
İkincisi Latincesi (Allium Kantrionum) olan Yabani sarımsak
Üçüncüsü Latincesi (Equi-Trojani) olan Kazdağı köknarının taze kozalağı
Dördüncüsü Latincesi (Astrapolus Membronaccus) olan Geven otu
İle Latincesi (Sxifroga Paniculata) olan Taşkıran otu
Bu bitkilerin mutlaka Kazdağlarından toplanması söylüyordu
Yanlışlık olmasın diye resimlerini de göndermişti
Hemen Kazdağlarına adamlar gönderdiler
Çetin Çelik Kübadan gelen haberle çok ümitlenmiş, morali de düzelmişti
Sabırsızlıkla Kazdağlarına gönderdikleri adamlarını bekliyorlardı
Sekiz gün sonra adamlar geldi
Çetin Çelik “buldunuz mu?” diye sabırsızlıkla sordu
Üçünü bulduklarını ama ikisinin maden arama yapılan yerde yetiştiğini
Maden arama esnasında
Bu bitkilerin tamamen yok edilmiş olduğunu söylediler
Artık Taşkıran otu ile Geven otunu bulmak imkansız dediler
Zaten bunlar çok yıllık
Yani uzun yıllarda yetişen bitkilermiş dediler
Çetin Çelik, adeta yıkıldı
Altın ararken halkın tepkisi gözlerinin önüne geldi
Pankartları görür gibi oldu
“Kazdağları Hayattır” diye yazıyordu
“Ölüm istemiyoruz” diyen pankartlar vardı
Vardı! Vardı!
Ama hiç dinlememişlerdi
İşte kendisinin hayatı bitiyordu
Ölüm geliyorum diyordu
Çıkardıkları tonlarca altının hayat karşısında
Birer tutam Gevenotu ile Taşkıran otu kadar değeri yoktu

İsmail Ören
Kanada'lı Alamos Gold firması ;
563 milyon liralık yatırım yapmış ,865 milyon liralık TEŞVİK almış.
2400 ton ,4 milyar dolar civarında ALTIN çıkartacak, %4 ünü yani yaklaşık
160 milyon dolarlık kısmına , devlete pay olarak verecek.
Kalanını cebe atıp, gidecek.
Böyle bir ticarete , kendi ülkesinin bayrağının sembolü Akçaağaç olan🇨🇦,"AĞAÇ DEVLETTİR" diyen, ekolojik dengeyi bozacak diye sivrisinekleri İlâçlamayan KANADA 'lılar bile hayır diyemez .
Suç, kendi ülkesine böyle bir kötülüğü yapanlarda ;((
Fotoğrafçı: Niko Guido
Ölü Altın Bedenler -2007

ORTAK AKIL

Tüm siyasî partiler ülkenin kalkınması için her konuda bilgi bankası oluşturarak ben bildirimden vaz geçip ortak aklı kullanması lazımdır bir anımı burda anlatmak isterdim 1979 Yılında E.B.K Kurummunda erzurum horasan ilçesinde canlı hayvan alıyor kombinalara trenle gönderiyordum gelen koyunları trene yüklemek için 20 işçi bulunmaktaydı bu işçiler ancak bir vagonu iki saatte zor dolduruyorlardı, Öteden bir çoban geldi tüm vagonları ben 1 saate doldurdum dedi sen doldur ise alacağım bide 20 yevmiye vereceğim dedim tmm dedi sürünün içinden bir koç seçti ona üzüm şeker vererek kendine bent etti vagonların giriş ve çıkışlarına bir işçi köy ben her girip çıktığımda vagonların iki kapağı kapansın dedi, tüm vagonlara girip çıktı sürü onun arkasından su gibi akıyordu ve treni doldurdu sonra bu trende 2872 köyün var dedi teslim tutanağına geçmek için boyalarla işaretlendi iki yanilmayla çoban treni yüklemişti ben bir veteriner hekim olarak utanmıştım ORTAK AKIL

İNSAN OLMAKTANSA, HİÇBİR ŞEY OLMAK !


(Sayın Ayşe Tolunay sayfasından alıntıdır.)
Vietnam’da zayiat vermek istemeyen bir Amerikan generali temizlik harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır.
Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp temiz raporunu verip, alındı listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken, arkalarından tek bir el ateş edilir.
Yine inanılmaz bir bombardıman başlar.
Mantar gibi yükselen alev topları, makinalıların sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği.
Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik kalmış Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar.
Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler.
General çocuğu görünce çok etkilenir.
Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki.
Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez.
Çocuğa dönüp;
– Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım.
Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve;
– Sağ gözünüz gerçek! der.
General şaşırır;
– Nasıl olur, sağ gözüm takma, açıkça da belli oluyor. Neden bile bile öyle bir cevap verdin?
Çocuk;
– O daha insanca bakıyordu..!!!

Şunlar üzerine düşünelim,


Tufan 40 gün sürdü,
Mısırdan Çıkış 40 gün sürdü,
Mesih İsa denenmelere maruz kaldığı çölde tuttuğu Oruç 40 gün sürdü,
Birçok bölgede 40 günlük, karantina ve izolasyon kararı alındı,
40 Sayısı kutsal kitab’ta özel yeri olan bir sayıdır, bu durum bugün bile geçerlidir.
Kadınlar doğum yapmtıktan sonra 40 gün kadar dinlenmeleri tavsiye edilir.
Gebelik süresi 40 haftadır.
Bir grup teolog 40 sayısının değişimi temsil ettiğini düşünmektedir, Kişinin veya kişilerin köklü bir değişiklik yapabilmesi için ihtiyacı olan hazırlık süresi 40 gündür.
Peki bu 40 günden sonra ne olur?
Nehirler temizlenir, bitki örtüsü büyür, hava kalitesi kirlenmenin azalmasına bağlı olarak artar, yıldızlı gözyüzü havanın kirli olduğu yerlerde dahi görülebilir hale gelir, hırsızlık azalır, cinayetler azalır.
Uzun bir zaman sonra dünya dinlenmeye çekilir
Ben bu 40 günü en iyi şekilde geçirmek istiyorum.
Kutsal kitap’ta 40 sayısının olduğu her yerde bir değişim vardır.
Yani, Eğer zorunlu olarak karantinadaysak, bu zamanı ailemizle neşe içinde geçirelim, bu, bizim için büyük bir nimet olacak ve bizler Tanrının hayatlarımızda yaptığı değişiklikleri göreceğiz.
Son olarak içinde bulunduğumuz yıl 2020 ve 20+20=40, bırakalım Tanrı bizim için ne istiyorsa o olsun.
Karantina kelimesi İtalyancadaki ‘40 günlük zaman’ sözünden gelmektedir.