29 Haziran 2018 Cuma

Maraş Otu

Maraş otu halk arasında argo kelimesi kafa yapsın diye kullanılan tat konusunda kötü olan bir maddedir. Bazı insanlar sigarayı bırakmak için sigara gibi sarıp içmeye çalışmıştır ama bu seferde Maraş otunun bağımlığı olmuştur. Maraş otunu dil altına koyduğunuzda emerek kafayı bulabilirsiniz. Bu bitki kına gibi kokar ve kına rengine benzeyen toz halinde bulunur. Ülkemizin içinde en yoğun bulunduğu bölge güney doğuda bulunan Kahramanmaraş ve Gazi antep şehirlerinde kullanılır ve bu bölgelerde maraş otuna farklı olarak Deli tütün denmektedir.

Maraş otunun zararları arasında bağımlılık gibi etmenler rol oynamaktadır. Elde edilmesinde, maraş otunun yaprakları toz biçimine gelecek şekilde öğütülür ve sonrasında ceviz, meşe veya asma yaprağı çubuğundan elde edilen kül ile yarı yarıya karıştırılır bu karışımın sonrasında Maraş otu tütün şeklinde elde edilir. Maraş otunun zararlarındaN bahsederken bununla birlikte nasıl yapıldığını ve görünümünden de yazı içerisinde bahsedeceğiz. Deli tütün yeşilisi rengi ve una benzeyen yapısı ile anlaşılabilir. Maraş otu çoğunlukla sigarayı bırakmak için yardım alan kişilerin tercih ettiği fakat duman olmasa da tütün etkisi yaratmaktadır. Maraş otunun zararlarını sizler için bu paragrafın devamında kaleme alıyoruz.

Birinci dünya savaşından sonra güney doğuya yerleşen Fransız askerleri genellikle Maraş ve Antep te yetişen Maraş otuna büyük ilgi göstermiştir . Bu ot ile yaptıkları tütünü halka öğretmişlerdir ve sonrasında bu bölgelerde sıkça kullanılan maraş otu diğer adıyla deli tütünü anılmaya başlamıştır. Maraş otunun yapımından kısaca ilk paragrafta belittik içerisinde kullanılan diğer maddelerinin de vücut üzerinde etkisi büyüktür.

Maraş otunun zararları arasında en büyüğü ve en çok rastlananları insanları bağımlı yapması ve bunun yanında insalar üzerindeki uyuşturma etkisidir. Bir çok kişi sigarayı bırakmak için maraş otunu kullanmaktadır.
Maraş otunun zararları sigaradan daha fazladır, sigara belirli bölgelere zarar verirken maraş otu vücudun bir çok yerine fazlasıyla zarar vermektedir. Maraş otunu kulanımı ise dudak ile dişlerin arasına alınır ve ağız içerisinde başlayan bir uyuşturma etkisi bulunmaktadır.
Uyuşturma dışında sindirim, sinir ve solunum sistemi üzerinde tedavisi mümkün olmayan rahatsızlıklara yol açmaktadır. En çok ağız içerisinde görünmektedir ağız sağlığını ciddi ölçüde etkileyen bu madde ağız sağlığına etki yaparak bozuyor.
Dişi tutan kemikte ve diş etinde yapmış olduğu rahatsızlıkları ciddiye almanız gerekmektedir. Diş etinde iltihaplanmaya ve kızarıklıklara yol açabilen maraş otu diş kemiklerinde ve diş etlerinde yapmış olduğu zayıflatma etkisiyle önce sallanmalarına sonrasında da ciddiye alınmazsa dökülmelere neden olmaktadır.
Ağız kanserine yol açma ihtimali bulunan Maraş otunun Kalp ve damar hastalıklarına yol açma ihtimalide bulunmaktadır.
Kalbi çürüten nadir maddeler arasında yer almaktadır.

Kalbi çürüten

Kalbi çürüten nadir maddeler arasında yer almaktadır. Kalbi çürütme ihtimali bulunan bu maddenin vücut üzerindeki tahribat etkisini siz düşünün. Bu tarz şeylere neden olan Maraş otu içerdiği tütün ile yüksek seviyelerde nikotin barındırması bunun yanında ağız üzerinden kullanılması ile tütün kapsamında incelenmektedir.
Maraş otu kullanan kişilerin yüksek oranda nikotin aldığı için ve bu nikotinin beyine iletilmesi ile normal sigaradan daha fazla vücuda zarar vermektedir.
Uzmanlara göre sigara damar tıkanıklığına sebebiyet verirken alkol ise damarları genişletip sertleşmesine neden olur ve bu iki maddenin zararlarının birleşiminde kalbi çürütme etkisi bulunurken maraş otu tek başına kalbi çürütebilir. Maraş otu kalp açısından baktığımızda alkol, sigara ve bütün kötü alışkanlıklardan daha zararlı olduğunu yapmış oldukları deneyler ile kanıtlamışlardır.

Öyle bir hayat

Öyle bir hayat yaşadım ki...
Cenneti de gördüm cehennemi de...
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de...
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım...
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım!
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım, hem güldüm halime...
Sonra dedim ki :
" SÖZ VER KENDİNE! "
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin!
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin!
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin!
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin...
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım...
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundanmış,
Anladım...
Nietzsche

18 Haziran 2018 Pazartesi

Özlemek

Özlemek;sabretmektir,tahammül etmeyi öğrenmek,bekleye bilmektir… Günler haftaları,haftalar ayları kovalarken umudunu hiç yitirmemektir özlemek… Geleceğine olan inancını yitirmeden,sevgine sevgi,sabrına sabır eklemektir özlemek… Her gün yeni bir şey öğreten hayatın,hiç bitmeyen dersleri arasındadır beklemek.Hep aynı öğretiyi farklı farklı şekillerde öğretir insana... Beklerken umudunu ölçersin,bazen sen bile şaşırırsın umudunun güçlülüğü ve dayanıklılığı karşısında… Beklerken özlemeyi öğrenirsin…Özledim seni dediğin bir çok şeyin aslında hiç de özlem olmadığını öğrenirsin. Beklerken sabrı öğrenirsin,sabrın sonu selamet mi alamet mi bilmeden beklemenin suskunluğunu öğrenirsin… Beklemek mi özlemeyi,özlemek mi sabretmeyi,sabretmek mi bekletmeyi öğretir hiç bilemezsin aslında.Her bilinmeyeni aynı ama çok bilinmeyen bir denklemdir sanki!!! Bilinmeyenlerini bulsan da,biliyorsan da karanlıktasındır,beklerken de,özlerken de… Sabrın sonu aydınlık mı karanlık mı bilemeden beklersin şafağı… Özlemine özlem katar beklemek.Bazen neden özlediğini bile bilemezsin sadece özlersin… Özlemek sabretmek,aydınlığı umut etmek ve her gün yeni umutlarla beklemek… Özledim bende… Sabrımızın sonunu görmeyi özledim… Sevdiğime kavuşmanın ne büyük mutluluk olduğunu özledim… Beklemenin sonunu bilmeyi özledim… Zifiri karanlığın aydınlığını görmeyi özledim… Özledim işte…

KANSER HASTALIK DEĞİL

KANSER HASTALIK DEĞİL KANSER O KADAR YAYGINLAŞTI Kİ ARTIK GENÇ YAŞLI DEMEDEN HERKESİ YAKALIYOR. BU PAYLAŞIMI LÜTFEN SAYFAMDAKİ HERKES PAYLASSIN. BELKİ BİR YARDIMIMIZ OLUR. SONUÇTA, BİR ZARARI YOK, DENEMEKTE FAYDA VAR… Bu yazılar çok müthiş, bir çok "gizli dünya yönetenlerini" rahatsız ediyor… O kadar ki, örneğin "World Without Cancer", yani "Kansersiz Dünya" isimli kitap, halen (Türkçe dahil) birçok dile çevrilmedi!.. * * * Yani şunu bilin ki, KANSER diye bir hastalık yok!.. Kanser, sadece vitamin B17 eksikliği!... Başka bir şey değil!.. Kemoterapi, ameliyat veya değişik ağır haplar almanıza gerek yok!.. Düşünün bir zamanlar denizciler, çok sayıda niçin öldüler? İSKORBÜT denilen hastalığa yakalanıyorlardı... Çok sayıda insan öldü... ve bazıları da bundan çok büyük PARA ve gelir elde etti!.. Sonra ne buldular?.. Meğer İskorbüt sadece vitamin C eksikliği imiş!.. Yani hastalık bile değil!... KANSER de öyle!... KANSER SANAYİSİ var artık!.. KANSER den milyar milyar milyar kere milyar PARA kazananlar var!... Bu konu çok uzun. Çok derin!.. KANSER SANAYİSİNIN kökü, ta ikinci dünya savaşına kadar dayanıyor!... Ne dolaplar dönüyor... SIZ INANMAYIN!... her gün sadece 15-20 kayısı çekirdeği yemeniz yeterli!.. kanser olmuşsanız, önce KANSERIN ne olduğunu ANLAMAYA çalısın!.. KORKMAYIN!... Sakin KEMOTERAPİ filan yaptırmayın!... ARAŞTIRIN önce!... Biz bu siteyi bazı "sözde doktorların sayfasına gönderdik, facebook’ ta , 5 dakika bile geçmeden "yorumsuz" olarak sildiler!... SIZ bu kitabin TÜRKCEYE ÇEVIRİLMESI için DUA edin!... ÇOK ÇOK ÖNEMLI bir eser bu!.. Tekrar edelim: Günümüzde İskorbüt den ölen var mi artık?... YOK!... Çaresi biliniyor... Peki KANSER?... SANAYI haline gelmiş!... Ancak, çaresi çoktan bulundu: VITAMIN B 17 eksikliği!... Hepsi bu!... Buğday çimi ekin... Buğday şırası için. Kanseri engelleyen besinlerin başında atalarımızın Orta Asya`da içtikleri Buğday şırası geliyor. Klasik tedavi yöntemlerini reddeden tüm doktorların ortak iddiası, buğday çimi yenilmesi ve buğday şırası içilmesi. Pakistan`daki Hunzakut Prensliği`nde kanserden ölüm yok. Ayrıca Hunzakutlular, acı badem ve kayısı çekirdeğini yiyorlar ve kansere yakalanmıyorlar. Türkiye`de acı badem ve kayısı tüketilen bölgelerde kanser vakalarının azlığı dikkat çekiyor. Ödemiş`le Salihli arasında, binbir efsaneye konu olmuş Bozdağ`ın eteklerinde cennet gölcük kıyısında kanseri yenen, bu zaferi kazandıktan sonra mücadelesi herkese örnek olsun diyerek bir de kitap yazan Doktor İlhami Güneral ile sohbetimiz sürüyor. Önemli olan bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir. Bağışıklık sistemini güçlendirmek çok da zor bir şey değildir. Buğday müthiş bir kanser ilacıdır. Buğday şırası kanseri önler ve bu önemli bir bitkisel tedavi aracıdır. Buğday çimi, bol klorofil maddesi dışında 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir. Taze olarak kullanılan Buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunmaktadır. Buğdayın bir başka özelliği ise kandaki toksinleri nötralize eden maddeler içermesidir. Sıvı oksijenle dopdolu olan buğday çimi doğanın en güçlü anti kanseri olan `laetril` içermektedir. Izgara etler ve füme besinlerin kanserojen maddeler taşıdığı kanıtlanmıştır. (Japon Bilim Adamı Nagivara) Japon Bilim Adamı Nagivara, taze buğday çiminde bu maddeyi etkisiz hale getiren enzimler ve amino asitler bulmuştur. - Buğday çimini evde üretebilir miyiz? - Evde de üretilebilir, küçük bir saksıda bile üretilebilir ve olduğu gibi yenebilir, evde üretemeyenlere tavsiyemiz ise buğday şırası üretmeleri... - Buğday şırasını herkes üretebilir mi? - Evet herkes üretebilir. İsterseniz tarif edelim. Bir bardak aşurelik buğday, önce tertemiz yıkanarak bir litrelik cam kavanoza konur. Üzerine 3 bardak su -klorlu olmamak şartıyla- ilave edilir. Kavanozun ağzı bir tülbentle kapatılarak serin bir yerde 24 saat bekletilir. Bu ilk su kullanılmaz, dökülür. Kavanoza yeniden 3 bardak su ilave edilir. 24 saat bekletildikten sonra oluşan yarı gazozlu su içilmek üzere bir kaba aktarılır. Böylece bir bardak aşurelik buğdaydan kış aylarında günde 5 kez, yazın ise günde 3 kez şıra alınır. Buğday şırasının lezzeti bazılarına itici gelebilir. O takdirde her şıra bardağına bir C vitamini tableti eklenirse, nefis bir içecek ortaya çıkar. - Az önce sözünü ettiğimiz `laetril` buğday çiminden başka nelerde bulunur? Çünkü anlaşılıyor ki, `laetril` kanserin tedavisinde en etkin maddelerden biri...Elmanın çekirdeğini de yiyin! - Evet, Türkiye`de en kolay laetril`e ulaşabileceğimiz yer acı badem ve kayısı çekirdeğidir. Ayrıca laetril elma çekirdeğinde de vardır. Elmanın çekirdeği yenilirse çok da iyi olur. Amerika`daki ilaç sanayinin maşaları bu `laetril` adlı ilacı yasaklatmayı başarmışlardır ama Meksika`da satılan `laetril` bu ülkeden alınıp kaçak olarak ABD`ye sokulmaktadır. Laetril, vitamin ve minerallerle verildiğinde çok daha iyi sonuçlar alınmaktadır. `Kanserin Ölümü` adlı kitabında Manner, laetril ile yüzde 90 başarı kazandığını söylemişti. - Acı badem ve kayısı çekirdeği de laetril içeriyor öyle mi? - Evet öyle. Türkiye`de acı badem ve kayısı çekirdeğinin sıkça tüketildiği yerlerde resmi bir istatistik yok ama kanser vakalarının az olduğuna inanılıyor. Resmi istatistik yapılan bir ülke var... Pakistan`a komşu küçük bir prenslik olan Hunzakut`ta şimdiye kadar hiç kanser olayına rastlanmadı. Hanzakut`un özelliği temel besinleri kayısı ve kayısı çekirdeği... - Dünyada bugün kullanılmakta olan kemoterapi ve radyoterapi bağışıklık sistemini bozduğunu iddia ediyorsunuz alternatif tedavilerin bir sıralamasını yapsak en öne hangisini koyarsınız? - Önceliği bağışıklık sistemini güçlendiren tedavilere veririm, daha sonra biyolojik tedaviler ve bitkisel tedaviler gelir. Bağışıklık sistemi konusunda Alman doktor Issel`in tüm beden tedavisi bugün bu ülkedeki 60/70 klinikte başarı ile uygulanmaktadır.

Soğuk bir Ocak sabahı

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca 6 farklı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder. Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında, işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder. En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kisa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemanci çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı… Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi… Dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir üç dakikamız dahi yoksa, hayatta başka neleri kaçırıyoruz acaba?

KANSERİN ÖLÜMÜ

r. Serap KIRMIZI Çocukluğumun yılları hatırladığım bildiğim kadarıyla 1952 yılları ve evveline rastlar. O yıllarda Annem bugday tanelerini,lokum kutularına yada sahan denen tepsilere pamuk içine eker ,çıkan yem yeşil ekini, 10 ya da 15 cm ken keser onu ezer unla karışımına şekerde katar pişirirdi. Adına UHUT denirdi.Tüm hastalıklara ilaçtır diye bizlere yedirilirdi. Yıl 2011 bu gün aynı b uğday filizleri kansere ilaç olarak gündemde. Bilime inanan biri olarak doğruluyorum. Devaolsun diyorum. V.KARACA KANSERİN ÖLÜMÜ--MUTLAKA OKUYUN Arkadaşlar. Yeniköy Mimarlar Sitesinde komşum ve meslekdaşıma 30 yıl evvel doktorlar 6 ay ömrü kaldığını söylediler. Ailesini bu sonuca alıştırdı; evin tüm ihtiyaçlarını gördü, temin etti; kendini ölüme hazırladı. Buğday çimlenmesinin hastalığa iyi geldiğini bir yerde okumuş. Evin bir odasına toprak döşedi; orada buğday yetiştirdi; buğday çimini mikserde öğüterek her gün ve devamlı içti. 30 yıldır yaşıyor. Artık çime de gereksinimi kalmadı. Sağlıklı günler dileğiyle... Yılmaz Ergüvenç Kesinlikle zararı yok, sınırlı yararı olabileceği, destek amaçlı kullanılmalarında sakınca olmadığı kanaati bildirildi. Saygılarımla arz ederim. Dr.Vehbi Alpman.KANSERİN ÖLÜMÜ MUTLAKA OKUYUN! ASRIMIZIN EN KÖTÜ HASTALIĞI İÇİN HER BİLGİNİN ÖNEMİNE İNANDIĞIMDAN ELİME GELEN BU MAİLİ HERKESE GÖNDERİYORUM. Buğday çimi ekiniz ve yiyiniz, Buğday şırası yapınız ve içiniz. Kanseri engelleyen besinlerin başında atalarımızın Orta Asya'da içtikleri Buğday şırası geliyor. Klasik tedavi yöntemlerini reddeden tüm doktorların ortak iddiası, buğday çimi yenilmesi ve buğday şırası içilmesi Pakistan'daki Hunzakut Prensliği'nde kanserden ölüm yok. Ayrıca Hunzakutlular, acı badem ve kayısı çekirdeğini yiyorlar ve kansere yakalanmıyorlar. Türkiye'de acı badem ve kayısı tüketilen bölgelerde kanser vakalarının azlığı dikkat çekiyor. Ödemiş'le Salihli arasında, binbir efsaneye konu olmuş Bozdağ'ın eteklerinde cennet gölcük kıyısında kanseri yenen, bu zaferi kazandıktan sonra mücadelesi herkese örnek olsun diyerek bir de kitap yazan Doktor İlhami Güneral ile sohbetimiz sürüyor. Önemli olan bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir. Bağışıklık sistemini güçlendirmek çok da zor bir şey değildir. Buğday müthiş bir kanser ilacıdır. Buğday şırası kanseri önler ve bu önemli bir bitkisel tedavi aracıdır. Buğday çimi, bol klorofil maddesi dışında 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir. Taze olarak kullanılan Buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunmaktadır. Buğdayın bir başka özelliği ise kandaki toksinleri nötralize eden maddeler içermesidir. Sıvı oksijenle dopdolu olan buğday çimi doğanın en güçlü anti kanseri olan 'laetril' içermektedir. Izgara etler ve füme besinlerin kanserojen maddeler taşıdığı kanıtlanmıştır. (Japon Bilim Adamı Nagivara) Japon Bilim Adamı Nagivara, taze buğday çiminde bu maddeyi etkisiz hale getiren enzimler ve amino asitler bulmuştur. - Buğday çimini evde üretebilir miyiz? - Evde de üretilebilir, küçük bir saksıda bile üretilebilir ve olduğu gibi yenebilir, evde üretemeyenlere tavsiyemiz ise buğday şırası üretmeleri.... - Buğday şırasını herkes üretebilir mi? - Evet herkes üretebilir. - İsterseniz tarif edeyim. Bir bardak aşurelik buğday, önce tertemiz yıkanarak bir litrelik cam kavanoza konur. Üzerine 3 bardak su klorlu olmamak şartıyla ilave edilir. Kavanozun ağzı bir tülbentle kapatılarak serin bir yerde 24 saat bekletilir. Bu ilk su kullanılmaz, dökülür. Kavanoza yeniden 3 bardak su ilave edilir. 24 saat bekletildikten sonra oluşan yarı gazozlu su içilmek üzere bir kaba aktarılır. Böylece bir bardak aşurelik buğdaydan kış aylarında günde 5 kez, yazın ise günde 3 kez şıra alınır. Buğday şırasının lezzeti bazılarına itici gelebilir. O takdirde her şıra bardağına bir C vitamini tableti eklenirse, nefis bir içecek ortaya çıkar. - Az önce sözünü ettiğimiz 'laetril' buğday çiminden başka nelerde bulunur? Çünkü anlaşılıyor ki, 'laetril' kanserin tedavisinde en etkin maddelerden biri... Elmanın çekirdeğini de yiyin! - Evet, Türkiye'de en kolay laetril'e ulaşabileceğimiz yer acı badem ve kayısı çekirdeğidir. Ayrıca laetril elma çekirdeğinde de vardır. Elmanın çekirdeği yenilirse çok da iyi olur. Amerika'daki ilaç sanayinin maşaları bu 'laetril' adlı ilacı yasaklatmayı başarmışlardır ama Meksika'da satılan 'laetril' bu ülkeden alınıp kaçak olarak ABD'ye sokulmaktadır. Laetril, vitamin ve minerallerle verildiğinde çok daha iyi sonuçlar alınmaktadır. 'Kanserin Ölümü' adlı kitabında Manner, laetril ile yüzde 90 başarı kazandığını söylemişti. - Acı badem ve kayısı çekirdeği de laetril içeriyor öyle mi? - Evet öyle. Türkiye'de acı badem ve kayısı çekirdeğinin sıkça tüketildiği yerlerde resmi bir istatistik yok ama kanser vakalarının az olduğuna inanılıyor. Resmi istatistik yapılan bir ülke var... Pakistan'a komşu küçük bir prenslik olan Hunzakut'ta şimdiye kadar hiç kanser olayına rastlanmadı. Hanzakut'un özelliği temel besinleri kayısı ve kayısı çekirdeği... - Dünyada bugün kullanılmakta olan kemoterapi ve radyoterapi bağışıklık sistemini bozduğunu iddia ediyorsunuz alternatif tedavilerin bir sıralamasını yapsak en öne hangisini koyarsınız? - Önceliği bağışıklık sistemini güçlendiren tedavilere veririm, daha sonra biyolojik tedaviler ve bitkisel tedaviler gelir. Bağışıklık sistemi konusunda Alman doktor Issel'in tüm beden tedavisi bugün bu ülkedeki 60/70 klinikte başarı ile uygulanmaktadır. Başarılı bir yöntem: Tüm beden tedavisi - Tüm beden tedavisi nedir? - Joseph Issel de bizim gibi kanseri lokal bir hastalık olarak değil, tüm vücudu ilgilendiren sistemik bir hastalık olarak ele alıyordu. Ona göre vücutta sürekli olarak kanser hücreleri ürüyor fakat sağlıklı bir bağışıklık sistemi bu hücreleri hemen tahrip ediyordu. Issel'in bir diğer tedavi yöntemide, ayda bir olmak üzere, özel olarak muamele görmüş bir kolibasil aşısı olan Pyrifer ile ateş şoku tedavisi idi. Bu yöntemle hastadan bir miktar kan alınıyor, bunu ozon oksijen birleşim ile karıştırarak yeniden hastanın damarından enjekte ediyordu. Binlerce kanser hastası bu yöntemle iyileşmişti. Eski Sovyetler'de, şimdiki Rusya'da bu yöntem halen kullanılıyor. Dr. Serap KIRMIZI Uludag University Faculty of Science and Arts Department of Biology 16059 Gorukle/Bursa TURKİYE

Doktor Ziya

Doktor Ziya Kırkalı. Hacettepe Tıp mezunu. İskoçya Glascow, İngiltere Cambridge Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. İzmir’e döndü… 1994’de profesör oldu. Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’nde üroloji kliniğini kurdu. Bağırsaktan mesane yaptı, tarihe geçti. * Böbrek kanseri tedavisinde yöntem geliştirdi. Avrupa Kanser Araştırmaları Kurumu’na 6 yıl başkanlık yaptı. Dünya Onkolojik Araştırma Derneği başkanlığına seçildi. Avrupa Üroloji ve Onkoloji (kanser) okulunda dersler veriyor. Birçok uluslararası ödül kazandı. Amerika’da hiç eğitim almadı. Amerika Üroloji Derneği komitesine başkan ilan edildi. * Yine bir gün… Cep telefonundan aradılar. Amerikan Ulusal Sağlık Araştırmaları Enstitüsü’ne davet ettiler. Birlikte çalışmak istediklerini, isteğin Beyaz Saray’ ın (ABD Başkanı Barac Obama’nın isteği) olduğunu bildirdiler. Washington’da 20 ayrı mülakattan geçirdiler. Sonuçta… 54 yaşındaki Kırkalı, Amerika’nın en iyi 10 doktorunu geride bıraktı ve seçildi. * ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü, dünyanın en büyük bilimsel topluluğu olarak biliniyor. Prof. Kırkalı, burada bilimsel danışman olarak görev yapacak. Bölümü için ayrılan 1 milyar doları yönetecek. Obama dâhil, en üst düzeydekilerin doktorluğunu yapacak. Her türlü bireysel refahı sağlanacak. ABD’li senatörden fazla maaş alacak. * İzmir sevdalısı Kırkalı Hoca ayrılırken… “ Hayatım boyunca üroloji kanseriyle uğraştım. Tüm dünyaya ameliyat öğretiyorum. 40 ülkenin misafir profesörüyüm. Bu kararıma, sağlık alanında yaşananlar etkili oldu. Ülkemde doktorlara ‘para taciri’ olarak bakılıyor. Dayak yiyor, tartaklanıyor, taciz ediliyor… Hastanede yapamadıklarım için muayene açtım, dünyanın dört bir yanından hasta geldi. Buna karşı geldiler. Potansiyelim minicik oldu. Üniversitede ‘emekli oldu, çalışmıyor’ dedikodusu çıkarıldı… Demek ki ülkem, üniversitem benden faydalanmaya gerek görmedi. Gün gelir çağırılırsam; o gün koşa koşa Türkiye’me dönerim” Dedi ve gitti. * Sevinir misin? Üzülür müsün? Türkiye adına… Gururu dünyaya bedel. Sözleri kanserden beter! Erdal İZGİ

Kahire'de bulunan

Kahire'de bulunan " Keops piramidi " nin 12 ton ağırlığında iki buçuk milyon bloktan oluştuğunu, günde on blok yerleştirilmesi halinde yapımının 664 yıl süreceğini, Piramidin üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya böldüğünü ve piramidin dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasında bulunduğunu, Yüksekliğinin (164 mt) bir milyarla çarpımının güneşle dünyamız arasındaki uza...klığını verdiğini, Taban alanının, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin pi sayısını verdiğini, Piramitlerin içerisinde "ultrasound", radar,sonar gibi cihazların çalışmadığını, Kirletilmiş suyun bir kaç gün piramidin içinde bırakıldığında arıtılmış olarak bulunduğunu, Piramidin içerisinde sütün birkaç gün süreyle taze kaldığını ve sonunda bozulmadan yoğurt haline geldiğini, Bitkilerin piramit içerisinde daha hızlı büyüdüklerini, çöp bidonu içindeki yemek artıklarının hiç koku yaymadan mumyalaştığını,Kesik, yanık, sıyrık ve yaraların piramidin içinde daha çabuk iyileştiğini, Piramidin içinin yazın soğuk, kışın sıcak olduğunu, Piramit kimin adına yapıldıysa onun bulunduğu odaya yılda 2 kez güneş girdiğini ve bu günlerin doğduğu ve tahta çıktığı günler olduğunu, biliyor muydunuz?

Evvel zaman

Evvel zaman içinde Memleketin birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış. "bu gençliğin sırrı nedir" diye. İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya. Ama sorular sık ve soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki. Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine. "Bu davette size sırrımı açıklayacağım" demiş. Herkes merakla davete gelmiş.Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merak ederken adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş. "Hatun , şu kilerden bir karpuz getirirmisin bize sana zahmet!.." Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da : " Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet" demiş. Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş. "Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin" demiş. Başka istemiş?. Bu böylece dört sefer daha tekrarlanmış . Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş. "Eeeee?. Arkadaşlar işte benim gençliğimin sırrı burada anladınız mı??" Herkes birbirinin yüzüne bakmış.Kimse bişey anlamamış.. "Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!" Dedecik gülmüş. "Efendiler" demiş "O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile (aman be adam, delimisin nesin şu tek karpuzu ne taşıtttırıyorsun bana defalarca.) demedi. Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte bütün bu gençliğimi hanımıma borçluyum." "Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız." demiş. Hayatınız seçtiğiniz kadındır.. Zevkli bir kadına rastlarsanız,ZEVKİNİZ, bilgili bir kadına rastlarsanız BİLGİNİZ, zeki bir kadına rastlarsanız ZEKANIZ gelişir. Hayat kat kattır. Babil'in Asma Bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve bugün durduğunuz teras , seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası ve hayatıdır. Hayatınız seçtiğiniz kadındır.

BALİNA

Yalnızdım, bunalmıştım, canım nasıl da sıkılıyordu. İçimin ateşleri yüreğimi yakarken, boğazın serin sularına dalmak geçti içimden. Belki diyordum belki, boğazın serin suları, kaldırma gücü beni kendime getirir. Kendimi bulurum birden. Boğazın serin suların da, hüznü yaşarken gözlerim ,İstanbul oluyorum birden. Karşı yakasına özlemim, özledim. Martıların çığlıklarını dinliyorum, bir de resmi geçit yaparak geçen balinaları seyre dalıyorum. Hani diyorum ne de güzel olur balinalarla yüzmek. O zaman değme keyfime. O hareketlerindeki ritme hayran oluyorum. Belki de bu ritmi doğanın kendisi veriyor, tatlı bir haz doluyor içime. Balinalar memeliler gurubundan, insanlara benzeyen analık duyguları nasıl da kuvvetli. Tıpkı insanlar gibi yaşıyorlar. Düşünüyorum da , bir balina olsam, balina gibi düşünsem. Balık zekamla, unutkan olsam da ,tüm kötü atmosferleri kurtulsam. Belki de Hint efsanelerinden etkilendim. Belki de bu dünyaya gelmeden önce. Derin denizlerde yaşayan, ritmik yüzüşler le yüzen bir balina idim. Gülümsüyorum düşüncelerime. Sonra hayallerden kurtuluyorum. - Aman canım birazda insan gibi yaşayayım. Boğazın keyfini çıkarayım diyorum. Ortaköy sahilin de yürüyorum. Cıvıl cıvıl, insanların pozitif enerjileri , içimi şenlendiriyor. Bir balık restoranından içeri giriyorum. Denizle iç içe dizayn edilmiş, masalardan birine oturuyorum. Boğazın ihtişamına kapılıyor gözlerim. Işıldıyor yüreğim, ruhum bedenim. Bütün boğaz emrim altında sanki. Bir süre manzaranın güzelliği içinde hayallerimle baş başa oturdum. Ta ki İşletmenin garsonu yanıma gelip -Ne arzu edersiniz Beyefendi, siparişinizi alayım diyene kadar. Sonra kendime geliyorum. Garsona siparişimi verdim. İlle de rakı balık dedim. Mezeler de yanında acılı ezme, haydari, okyanus lokumu, beyaz peynir ve tabi ki Tekirdağ rakı, buzunu da etme dedim. İnsanın içini rahatlatan müziğin tınılarına teslim oluyordum. Garson yavaş yavaş servisini yapıyor. Mezelerle rakımı hafiften götürüyorum. İçimden bildiğim ne kadar şiir varsa okuyorum. Transa geçiyorum. Denize dalıyor gözlerim. Tatlı tatlı gülümseyerek, müzik eşliğinde, dans ediyor denizkızları. İçime yaşama sevinci doluyor. Gözlerim sevdiğimi arıyor. Tekrar transa geçiyorum sevdiğim tam karşımda huri gibi… Tatlı tatlı gülümseyerek oturuyor. Bir denize, bir hayallerime dalıyorum. Yudum içiyorum, ufak ufak mezeleri götürüyorum. Şiir oluyorum, şarkı, türkü oluyorum kendimden geçiyorum. Bir süre sonra garson elinde tabakla geldiğinde kendime geldim, -balığınız beyim, dedi. Oldukça büyük kayık tabağın içine kocaman balığı görünce, gözlerim açıldı. - Bu nedir dedim. Garson gülümsedi - Bayım. Boyuna endamına, bedenine göre balık dedi - Anladım dedim. Fileto demem gerekiyormuş, Gülüştük. Balık gözümde büyüdükçe büyüyordu. Rakı içtikçe daha da büyüyordu. - Canım sarhoş mu oldum ne dedim içimden Nihayet benim de bir bünyem var. Nasıl sığacak bu balık mideme, canım ne yapabilirim, geldi artık balık önüme. Bir süre balık la bakıştık. Sonra balıkla konuşmaya başladık. sanki canlandı. Önce ufaktan bir göz kırptı, sonra da naz yapmaya başladı. -sen mi yiyecek sin beni, yoksa ben mi seni dedi. Herkes hislerine göre konuşuyor. Konuşmasına devam ediyor, - Biliyorsun ki sen bir insan oğlusun, etin ne budun ne. Ama ben görüldüğüm gibi değilim. Sen bana her çatalı bıçağı batırdığında ben büyürüm. Ben ce sen beni yemekten vaz geç. Devam ediyor, konuşmasına -sonra ben denizde, çeşitli balıkları, otları, hayvanları yerim. Zehirlide olsa zehirsizde olsa benim için fark etmez. Benim dünyam da yaşam kuralları böyle. Dedi Düşündüm pek de haksız değildi hani. Devam ediyordu can havli ile hararetli konuşmasına, - Ama sen beni yemeğe başladığın da kesin zehirlenirsin. sonra tadım da o kadar güzel değil. Bir haftadır buz dolabında beklettiler, bir iki günde havalandırdılar. Yani anlayacağın ben oldukça bayatım. Sen bayat balık yersen zehirlenirsin. Ben ce sen beni rahat bırak, okyanus lokumu, acılı ezme, haydari ye. Sonrada yavaş yavaş tüy. -canım neyse ne dedim. Sonuçta bir sürü para verdim ben seni yiyeceğim. Hepsini yiyemem ama biraz da yesem bana yeter dedim. - hadi ye de göreyim dedi. Bir yudum rakımdan aldım, yine hayallere daldım. - Ya hu şansa bak bir balık yemek istedim, gele gele konuşan balık geldi. Belki de geçmiş yaşamımda, yaşama balina olarak gelmişimdir. Belki de bu yüzden benimle hesaplaşmaya gelmiştir. Canım bir balina olarak ta benim hiç te günahım yoktu. Rakıyı içtikçe içiyordum, acıktıkça balinaya çatalımı bıçağımı daldırdıkça daldırıyordum. Lokmaları bir bir yutarken balığın daha da büyüdüğünü gördüm. Biraz nefeslendim, sonrada kendi hayallerime daldım. İçtikçe kendimden geçiyordum. Orhan Velinin şiirini okumaya başladım. Rakı bardağında balık olsam. Ben balık olmasına oldum da, balık olmakla da kalmadım, yunus balığının için de yüzüyordum. Yüzmeyi de iyi bilmiyordum. Bu denizde kesin boğulurum dedim. Her halde fena halde kafayı bulmuştum. Kendimi cimciklemeye, yanaklarıma vurmaya, vücudumu ovalamaya çalıştım ama ayılamıyordum. Denizin dalgaları çarptıkça çarpıyordu. Ben zaten çarpılmıştım. Yunus balığı vicdanlıdır diyordum. Kesin Yunus Emre vicdanı vardır onda, beni bir şekilde, kesin dışarı atar diyordum. Sonra da baktım ki, yunus balığı çok susamış içtikçe içti, içtikçe şişti, öyle şişti ki, beni şiş olarak dışarı atma da epey zorlandı. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum, beni bir şekilde dışarı attı. Baktım ki dışarısı deniz, yüzmeye başladım. Yüzdüm yüzdüm karşı kıyıya yanaştım. Ellerimi uzatıp ağaç dallarına tutundum. Sudan fırlayarak karaya çıktım. Sonra da garsonun - beyefendi! Beyefendi! diye seslenişi ile ayıldım. - balığınızı yediniz, üzerine tatlı yermişiniz diye sordu. Biraz kendime gelmiştim - Oh be, dünya varmış, yaşamak ne güzel - Getir oradan, bol kaymaklı Maraş dondurmasını da, kendime geleyim, dedim. Kendime geldim mi gelmedim mi bilemem ama şunu anladım ki, rakıyı fazla kaçırmamak gerekiyor. Rakının ilk dublesi ne kadar zevkli, sonralarında efendi oluyorsun, aslan oluyorsun, hayallere dalıyorsun, ne olduğunu düşünüyorsun. Sonrada “Rakı bardağında balık oluyorsun” “Orhan Veli”

4 Haziran 2018 Pazartesi

Yahudi Bankacı

ABD’li Yahudi bankacı iş adamı David Rockefeller den... son yüzyılın en büyük itirafları..... Türkiye üzerinde oynanan oyunlar..... yazı biraz uzun ama ... okumanızı tavsiye ediyorum....... İşte David Rockefeller’in söyledikleri: TÜRKİYE'YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA "MARSHALL YARDIMI" İLE EL ATTIK Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı. 1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı. BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir. ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar. TÜRKİYE'DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu. "KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ" HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak. TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ... SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA Rockefeller de sözü devralarak başlıyor; Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince: Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir. İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız. Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar. EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek. Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir. Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir. Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır. MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir. Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir. Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim. OSMANLI'YI YIKMAK ZOR OLMADI “Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü. Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu. HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır. ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA'YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu. İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ'NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu. SOVYETLER BİRLİĞİ'NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti. ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu. VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ'NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi. Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı. Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi. Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı. Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü. Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır. İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu. Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar. 1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar. Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti. ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA'DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu. Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü. Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler. Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir. Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk. Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu. Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı. 1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor. Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor. Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı. BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız. İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı. New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler. Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı; DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ “Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir. NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar. Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler. İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu...

Akatlar’da Yürüyordum

Akatlar’da yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: “Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?” “Sohbet ediyor musunuz?” “Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.” “Kaç yaşında?” “On yedi yaşında.” “Mesela ne diyorsunuz?” “Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.” “Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.” “Evet.” “Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.” “Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.” “Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.” Kadın haklı olarak “neden bahsediyorsunuz,” diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı. İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu. *** Öğrencileri ve anababaları birlikte çağırdım. Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte anababalar da oturdu. Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum. “Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor?” diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu. “Adın ne?” “Selim.” “Kaç yaşındasın?” “On iki.” “Bugün ayın kaçı?” “24 Aralık 2008.” (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.) “Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?” Anladığını belirtmek için başını salladı. “Lütfen gözünü aç.” Selim, gözünü açtı. “Bugünün tarihini söyler misin?” “24 Aralık 2028.” “Kaç yaşındasın?” “Otuz iki.” “Ne iş yapıyorsun?” “İç mimarlık.” Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selim’in söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar. “Nerede çalışıyorsun?” “New York, Manhattan’da.” Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi. “Evli misin?” “Hayır.” “Arkadaşlarından evlenenler oldu mu?” “Kızların hepsi evlendi.” Gülüşmeler.. “Çalıştığın yere beni götürür müsün?” “Ofisim, Manhattan’da 86 katlı bir binanın 42. Katında.” Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik. “Burası ‘home office,’” dedi. İçeri girdikten sonra açıkladı: “Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.” “Selim, salonda neler var?” “Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var.” “Duvarlarda ne var?” “Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.” “Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?” “Annem ar, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım.” “En küçük sen misin?” “Evet.” “Selim, bu fotğrafa baktığında, içinde ‘keşke!” duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir ‘keşke’nin sesini duyuyor musun?” Hiç beklemeden “Evet,” dedi. “Haydi, anlat bize,” dedim. “Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu.” Baba’ya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. Selim’e teşekkür ettim. Ve sordum: “Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?” “Hayır!” “Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?” “Olanla ilgili olarak konuştuk.” “Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?” “Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım.” *** Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir. Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar. Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez. Türkiye’nin aydınlık geleceğinde anababaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum. Doğan Cüceloğlu (26.06.2011)

Devrimci

Devrimci Olacaksan Deniz Olacaksın Arkadaş uzaktan seyreder ninlili sarayları şatafatlı lambaları. sardunyalı yollar dikenli tel/ışık arar gözler. göz çamura saplanır çukara düşer kanar yanar buğday taneleri arın terinde boğulur emek çaresiz düşmüş entel kucağına bir ömür sardunyalı yollar dikenli tel/ ışık arar gözler. gözler umut arar gözler devrim arar halk için güneş gibi doğar emeğin fikri şafaktan. şafak vakti geldi vakit tamam gel yoldaş yürüyelim mahir gibi yusuf gibi herbirimiz deniz olalım. yakalım devrim meşalesini devrim marşı söylüyelim.türküler yakalım çocuklara çiçekli ve özgür ülke bırakalım sardunyalı yolar dikenli tel/ gözler ışık arar. ışık devrim ışık sosyalizm ışık emek hak. köylü kentli bak iyi bak bak denize bak havaya. bak dağa taşa bak nasıl kapitalizmin esirisin. nasıl sömürüldün iyi bak ve kurtulmak için aklı kulan kuşatıldın her alanda mızraklandın akıyor her gün kan ter ağlıyor vatan. sende ol mahir düş yolara istiyorsan özgürlük korkmuyacaksın dar ağcından. korkaklar deniz olamaz korkalar sardunyalı dikenli telleri yıkamaz. korkaklar vatan savunamaz. korkaklar devrimci olamaz. devrimci olacaksan deniz olacaksın arkadaş İrfan Kökten

Arabamız Su Kaynatmasa

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye kadar gidebilmiştik. Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık;Hüseyin amcayla. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. "motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden" söz etti. Bir süre daha bakındı. Sonra"buldum galiba" diye haykırdı. "Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı" dedi. Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca. Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi; - Doktor musun? - Evet. - Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi. Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı. Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köyleri nde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu. - Neden buraya yerleştin? - Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanı m. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan. - Peki bu tamircilik işi nereden çıktı? - Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğret tiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara. - Yani elinizden çok iş geliyor. - Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı,aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya... Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti. - Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz. - Nasıl yani? - İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup; - Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları. "Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi" diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler. - Hurma zeytini bilir misin? - Bilmem. Hiç duymadım. - Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığınd a yemeğe hazırdır anlayacağın. - Eeee. - Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı . Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti. "işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcum, unutulsun istemiyorum" dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar. Dr. Mehmet Uhri > > Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine emek > verenlerin anısına ithaf olunmuştur.

RAKI MANİFESTOSU

(Vardar Ovası türküsü eşliğinde okuyunuz) 1- Rakı her içkinin üzerindedir. Bazen başka içki de içilebilir ama rakı masasında rakıdan başka içki tercih edilmez. 3- Rakı, hakkını vererek içilen bir içkidir. Rakıcının mezesi tadında, muhabbeti kıvamındadır. 4- Rakıcı, nihavendden hüzzama, acemaşirandan hicaza, rakısını makam makam yudumlar. Şarkıların dilinden anlar, o şarkıları söyleyenleri saygıyla anar. 5- Gerçek rakıcı, rakıyı ağzıyla içmeyenleri masasında barındırmaz. İki kadeh içip masanın adabını bozanlarla bir daha asla kadeh kaldırmaz. 6- Muhabbet masasında konuşan saygıyla dinlenir, saçmalayanı susturulur. Masadaki kadınlara sarkanlar kolundan tutup atılır. 7- Gerçek rakıcı, kararında içmeyi bilir. Masadan kalkma zamanı geldiğinde üstelemez, ‘yolluk’ olayına hiç girmez. 8- Rakıcı, cibezi, radikayı, turp otunu, şevketi bostanı tanır. Taze balığı gözünden anlar. Etin hasını renginden çakar. 9- Muhabbet nerede bulunursa rakı sofrası orada kurulur. Dünyanın her köşesi makbuldür. 10- Rakıcının içmeye bahanesi çoktur. Üzülür içer, sevinir içer, sınavı kazanır içer, kaybeder içer, evladı okulu bitirir içer, sınıfta kalır içer, terk edilir içer, terk eder içer. Ama en çok da aşktan içer. 11- Rakıcı, aşkı bilir, aşkı tanır, zaten rakı içmenin başlı başına bir aşk olduğunun farkındadır. 12- Rakıyı sulu da içilir, sek de içilir. Gerçek rakıcı, sulu içecekse kadehe önce rakı sonra su sonra buz konulacağını bilir. Bu sırayı şaşıran garsona bardağı geri götürmesini söyleyecek kadar rakıya saygılıdır. 13 - Rakıcı, içemeyeceği rakıyı kadehe koymaz. Bu yüzden de kadehi bitmeden masadan kalkmaz. 14- Rakı masasında konuşulan, rakı masasında kalır. Dedikodu yapılmaz, hiç kimse ne kadar içtiğiyle değerlendirilmez. Kadeh kaldırılırken söylenen 'Şerefe' sözcüğünün, "Şeref sözü veriyorum ki bu masada konuşulanlar dışarı çıkmayacak' anlamında olduğunu bilir. 15- Rakıyla şaka olmaz, rakıyla yarışılmaz. Rakı, keyif için içilir, iddia için değil. 16- Rakı içmek istemeyen, içmeye zorlanamaz. Rakı içmeyen, masanın misafiridir. Ama bu misafirlik bir kereye mahsustur. Madem içmiyor, onunla rakı masasına oturulmaz. 17- Rakı ayrıştırıcı değil, bütünleştirici bir içkidir. 18- Rakı masasında ‘açılım ’ yoktur, ‘katılım ’ vardır. Rakı masasında dili, dini, ırkı, mezhebi, etnik kökeni ne olursa olsun herkes eşittir. Çünkü rakı herkesi güzelleştirir.