12 Nisan 2019 Cuma

Eğer, yeniden başlayabilseydim



Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum... Ölüyorum Borges


HALK ZENGİN OLURSA…


''Japonya'da 4. yüzyılın sonlarına doğru tahta oturan İmparator Nintoku, yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.






Gökyüzüne doğru yükselen tek duman dahi göremeyince, halkının yoksul
düştüğüne ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç dahi pişiremediğini
anlar.





Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca sadece kendileri için çalışmasını emreder.





Sarayda çalışanları bile evlerine gönderir...





Sadece kendileri için çalışan halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur...





Nintoku kuleye çıkar, ülkenin her yerinde ocakların tütmekte olduğunu yükselen dumanlardan anlar.





Yanındaki eşine sevinç içinde "artık zenginiz" der...










Nintoku'nun yanıtı, yüzyıllardır
Japonlar'ın aklından çıkmaz; "Halkın fakirliği, bizim fakirliğimizdir,
zenginliği de bizim zenginliğimizdir."





Kıssadan hisseyi de Siz çıkarın…






İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen,
çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek "sen bu halimize
zenginlik mi diyorsun" der...


DOKTORUN BİRİ


DOKTORUN BİRİ YENİ BİR MUAYENE AÇMIŞ ..





Kapıya yazmış… ” Vizite ücreti 100 tl





İyileştiremediğimiz hastaya beş mislini geri veriyoruz…





” Vizite pahalı ama, doktor gerçekten iyi doktor…





Her gelen hasta iyileşip gidiyor…





Doktorun ünü her geçen gün artıyormuş…





Uyanığın biri doktora gidecek, iyileşmeyecek ve beş misli parayı geri alacak ya, kapıyı çalmış…





“Doktor! Ağzımın tadı hiç yok… Öyle kötüyüm ki, hiçbir şeyin tadını alamıyorum…





” Doktor… Adama şöyle bir bakmış, hemşireye seslenmiş:






“Hemşire hanım! Sekiz numaralı kutuyu getirin” Hemşire adama uzatmış
kutuyu, adam, bir kaşık içindekinden yemiş ve anında tükürmüş…





“Ama Bu b.k!!!!!” Doktor sakin, “Evet! İyileştiniz. Tad alıyorsunuz artık..





” Adam, parayı ödemiş sinirleri tepesinde gitmiş…





Aradan birkaç ay geçmiş. Büyük bir hırsla yeniden kapısına dayanmış doktorun ..





“Doktor bey, ben de hafıza kaybı başladı…





Herşeyi unutuyorum…!





” Doktor, adama şöyle bir bakmış yine, hemşireye dönmüş,





“Kızım, sekiz numaralı kutuyu getirir misin?” demiş.





Adam, hemen itiraz etmiş, “Ama, o kutuda b.k var!”…





Doktor, “Doğru! Bakın, hafızanız da yerine geldi!….





” Adam, ağlamaklı, hırsla ödemiş parayı çıkmış dışarı…





Kurmuş da kurmuş intikam planlarını…





Birkaç ay sonra.. “Doktor! Ben de iktidarsızlık başladı…





Durumum kötü, hiçbir şey yapamıyorum…





” Doktor adamı gözüyle şöyle bir inceleyip,





“Hemşire hanım sekiz Numaralı kutuyu getirir misin” diye seslenince, adam, tüm hırsıyla,





“S..cem, seni de sekiz numaralı kutunu da…” diye bağırmış..






Doktor gayet sakin, “Geçmiş olsun! Bakın artık yapabiliyorsunuz!!!!


Umut budur işte


Umut budur işte ;gurur budur işte;insan budur işte,





FİLLİ BOYA’NIN SAHİBİ - GÖZDE AKPINAR





Henüz 25 yaşındaydı.
Babasını kaybetti.
Babasının prensesiydi.
Ailenin tek çocuğuydu.
Sektöründe Avrupa'nın en büyük fabrikası, 340 trilyon liralık devasa ciro ve binlerce çalışanın sorumluluğu omuzlarına kaldı.
Cesareti vardı ama, tecrübesi yoktu. Üstelik, babası ona daima nasihat
ederdi, “kaç kişi çalıştırıyorsan, o kadar insan akşam çorbasını
içiyorsa, yüzün gülsün, yok eğer o insanlar akşam aç kalıyorsa, sen de
aç kal” derdi.





Bu sözler kulaklarında çın çın çınlıyordu, altında
ezilmeden taşıyabilmesi için zamana ihtiyacı vardı, pişmesi
gerekiyordu. Şirketin yönetimini aile dostlarına ve profesyonellere
bıraktı, kendi şirketine yönetim kurulu üyesi olarak katıldı. Öğrendi,
öğrendi, öğrendi. 29 yaşında kendini hazır hissetti. Direksiyona geçti.
Yönetim kurulu başkanlığı koltuğuna oturdu. Kriz ortamıydı. Herkes
kemerleri sıkmaya gayret ederken, o tam tersini yaptı, Türkiye'ye olan
güveniyle yatırımını arttırdı, herkes küçüldü, o büyüdü.






Babasının kendisine bıraktığını ikiye katladı, fabrika sayısını dörde
çıkardı, çalışan sayısını üçe katladı. Vergi rekortmenleri listesinin
değişmez ismi oldu. Türkiye'nin en güçlü 50 işkadınından biri oldu.
Babasının vasiyeti gereği, kazandığını, toplumla paylaştı. Sosyal
sorumluluk projelerine büyük önem verdi. Özellikle kadınlar için, fırsat
eşitliğinden faydalanamayan kızlar için çaba harcadı. Aile
Bakanlığı'yla işbirliği yaptı, “kadın ustalar” projesini hayata geçirdi,
kadınlara 15 şehirde meslek eğitimi verip, iş hayatına kazandırdı.






Özgecan vahşice katledildiğinde, 30 televizyon kanalının reklam
kuşaklarını eşzamanlı olarak satın aldı, yarım dakika boyunca simsiyah
karartı. Ne logo vardı, ne marka… Zifiri karanlıkta sadece “Özgecan
için” yazıyordu. Ticari kaygıyla değil, toplumsal bilinci arttırmak için
yapılmıştı. Tokat gibi çarptı. Kadına yönelik şiddette böylesine etkili
bir reklam tarihte görülmedi. “Bir kadın ve bir kız çocuğu annesi
olarak, bu sorunu ruhumun derinliklerinde hissediyorum” düşüncesiyle.






Kadına yönelik şiddete dur demek için atılan her adımda yeraldı, her
projeye katkı sağladı, para harcadı, mesai harcadı. Şiddet mağduru 12
kadının hayat hikayesinin anlatıldığı “Ölümcül Yaralı” isimli
uluslararası farkındalık projesine İstanbul'da evsahipliği yaptı.
Tübitak ve Boğaziçi Üniversitesi'yle birlikte yoksul kız çocuklarımız
için Bilim Kampı düzenledi.


Doktor


Cerrahın telefonu çalar, arayan hastahane sekreteridir.
Buyurun sizi dinliyorum.
Sayın hekim, ağır hasta var, acele bütün işinizi bırakın gelin. Geliyorum deyip hekim telaşla yola düştü.
Hekimi hastahanede hastanın babası hışımla karşıladı:
Benim oğlum ölüm döşeğindedir, ne için bu kadar geç kaldınız? Sizin kendi oğlunuz olsaydı yine böyle yapar mıydınız? Cerrah gülümsedi:
Bana haber verilir verilmez acelece geldim.
Cerrah ameliyat odasına dahil oldu. Ameliyat iki saat sürdü. Cerrah odadan çıkıp koridordaki babanın yanından sakince geçip gitti. Ardından yardımcı hekim çıktı. Babaya oğlunuz yaşayacak dedi. Baba bir an sevindi, sonra yine hiddetlenip dedi:
Bu cerrah çok kötü ve insafsız bir adam. Ne vardı yani, çıkarken bana iyi haberi o verseydi. Yardımcı hekimin gözleri doldu ve adamı hayatı boyunca pişmanlığa sevk edecek olan şu cevabı verdi: Cerrah çok güzel insandır. Onun oğlu otomobil kazasında bugün vefat etti. Biz onu defin merasiminden çağırdık. Oğlunun defin merasimini yapamadan sizin oğlunuzu kurtarmak için hastahaneye geldi...
(Tüm sağlık çalışanlarına saygılarımla..)


AGLAMADİNİZ Mİ


Japonya’da olan bir depremde kurtarma ekibi genç bir kadının yaşadığı enkaza ulaşırlar. Yıkıntıların arasında kadının cesedine ulaşırlar. Kadının enkaz altındaki pozisyonu biraz ilginçtir sanki ellerinde bir şey tutarak iş yaparken dizlerinin üzerine çokmüş haldedir. Bu esnada sanki ev üzerine yıkılmış gibidir. Kurtarma ekibinin lideri yine de canlı olma ümidi ile kadına ulaşmaya çalışır, maalesef kadın çoktan ölmüştür.
Ekip oradan başka bir enkaza hareket etmek üzere iken bir sebepten dolayı ekip lideri açtığı delikten içeri doğru kadının cesedinin altına doğru bakar ve seslenir ! “bir çocuk!..bir çocuk var!” der.
Ekip uzun bir çalışmadan sonra çiçekli bir battaniye içinde ölü kadının cesedinin altında 3 aylık bir çocuk bulurlar. Kadın son bir hamle ile çocuğunu kurtarmak için bedenini ona siper yapmıştır. Ekip çocuğa ulaştığında hala bebek uyumaktadır.
Doktor çabucak gelir ve çocuğu muayene eder.
Battaniyeyi açtığında içinde bir cep telefonu bulur. Ekranda yazılı bir mesaj vardır. mesajda şu yazıyordur!..
” Eğer kurtarıldıysan, seni sevdiğimi hatırla!”





Bir annenin çocuğuna olan sevgisini ölüm anında bile ona anlatma çabasının en güzel örneği!







Bir zamanlar Çin’de


Bir zamanlar Çin’de fakir bir adam o denli aç ve bitkin düşmüştü ki kendini tutamayıp bir armut çaldı. Adamı yakaladılar ve çezalandırılmak üzere imparatorun karşısına çıkardılar.
Hırsız, imparatoru görünce ona şöyle dedi: "Değerli efendim, çok açtım dayanamadım çaldım. Beni affetmeniz için yalvarıyorum size. Beni affederseniz, size paha biçilmez bir hediyem olacak."





İmparator dudak büktü: "Senin gibi birinde paha biçilmez ne olabilir ki?"
Hırsız, o anda avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatarak "Bu
çekirdeği ekerseniz, bir gün içerisinde altın meyveler veren bir ağacın
yeşereceğini göreceksiniz." dedi.
İmparator bir kahkaha atarak "Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni." dedi.
Yoksul adam: "Haşmetlim bu tohumu ben ekemem, çünkü ben bir hırsızım.
Bu sihirli tohumu ancak ömründe hiç çalmamış, başkalarına haksızlık
yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir,
aksi takdirde onu ekeni zehirler ve tarif edilmez acılarla öldürür.
Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz."
İmparator irkildi,
suratını astı ve bir süre düşündü. Sonra da hırçın bir sesle: "Ben
imparatorum, bahçıvan değil, o tohumu Başbakan'a ver eksin de altın
meyveleri görelim." dedi.





Yoksul adam tohumu Başbakan'a uzatınca
Başbakan telaş içerisinde İmparator'a dönüp itiraz etti: "Ben ekim biçim
işlerinde çok beceriksizim efendim. Sihirli tohumu yanlış eker ziyan
ederim, bence bu tohumu Hazinedar başı eksin."





Hazinedar başı hemen bir bahane buldu ve bu görevi bir başkasına devretti.
Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohumu ekme görevinden kaçındılar.
Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü, başı
önünde duran Başbakan'a, Hazinedar'a ve bütün görevlilere dik dik baktı
ve "Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumunun nasıl altın meyve
verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." dedi, cebinden bir altın
çıkararak yoksul adama attı. Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer
altın çıkarıp adama vermesini izledi. Sonra da gülerek "Bas git buradan
be adam, bu ders bugünlük hepimize yeter." dedi...


ÇAKIL TAŞI


İlerlemiş karaciğer yetmezliği bulguları nedeniyle hastaneye sık ve giderek daha uzun süreler yatırmak zorunda kalıyorduk. Asker kökenli emekli pilot olduğunu biliyorduk. Hastaneye yatmayı sevmiyor en kısa sürede çıkmak için can atıyordu. O gün poliklinik koridorunda karşılaştık. Önemli bir konu hakkında görüşmek istediğini söyledi. Heyecanlıydı. Hastalığın verdiği bitkinliğe rağmen konuşmak için gayret gösteriyordu. Bir süre soluklanmasını rica ettim, dinlemedi.
- Doktor bey, birkaç günlüğüne beni hangara çekip bakıma almanızı istiyorum. Cumartesi’ye uçabilmeliyim. En azından “take off” yani havalanabilmeliyim. Nasıl inerim bilemem ama bu uçuşu mutlaka yapmalıyım.
- Anlamadım, uçak mı kullanacaksınız?
- Yok öyle değil. Cumartesiye kızımın düğünü var. Düğünde ayakta, kızımın yanında olmam lazım. Bana yardım edeceksiniz.
Bu son cümle daha çok emir gibi çıkmıştı ağzından. Yüzü soluktu. Halsiz görünüyordu. Pek geleni gideni olmazdı, kızı olduğunu dahi bilmiyorduk. Bir süre soluklanıp güç topladıktan sonra eşinden boşandığında kızının 11 yaşında olduğunu birkaç yıl sonra ayrıldığı eşinin yeni bir evlilik yaptığını, kızının üvey babası ile iyi anlaşıp kendinden uzaklaştığını, pek görüşmediklerini anlattı.
- Nişanına çağırmamıştı. Arayıp düğününe çağırınca nasıl sevindim anlatamam. Ancak bu lanet olası hastalık izin vermeyecek diye endişeleniyorum. Bana yardım etmelisiniz.
- İyi de durumunuz pek iyi görünmüyor. Düğün süresince ayakta kalabilmeyi düşünmüyorsunuz umarım.
- Orada olmalıyım. Kızım düğününde beni yanında istedi. Ne halde olursam olayım orada olmalıyım.
Önümüzde 4 gün vardı. Hastaneden kaçma heveslisi hastamız yatışını yaptırıp sesini çıkarmadan tedavi olmayı bekler hale gelmişti. Bir iki gün içinde durumu düzelip gücü yerine geldi. Düğünden önceki gün beklenmeyen ve durdurmakta zorlandığımız kanamalar nedeniyle durumu kritikleşti. Ertesi gün ayakta olabilme kaygısı yerini hastamızı hayatta tutabilme endişesine bıraktı. Kanamayı kontrol altına alsak bile her an yeniden başlayabilir endişesi ile düğüne bu halde gidemeyeceğini duyunca tedaviyi kabul etmediğini hastaneyi terk etmek istediğini söyledi. İkna edemeyince iki saatle sınırlı olmak kaydıyla düğüne birlikte gitmeyi önerdim.
Hemen kabul etti.
Akşama doğru odasına uğradığımda hayli eski ama şık krem rengi takım elbisesi içinde hazır bekliyordu. Yol boyunca konuşmadı, enerjisini düğüne saklamak istiyordu.
Düğün salonunda kızıyla göz göze geldiklerinde sessizce bakıştılar. Gelinle damat elimizi sıkıp geldiğimiz için teşekkür etti.
Babası beni arkadaşı olarak tanıttı, öyle uygun görmüştü, bozmadım.
Araya giren diğer davetliler ile gelin ve damat yanımızdan ayrıldı. Sıcak karşılama olmadığı kesindi. Düğün kokteyl tarzı hazırlanmıştı, oturacak yer sınırlıydı. Bardaki taburelerde oturmayı önerdim istemedi, yorulunca otururum dedi. Bizimki kuyruğu dik tutma gayretindeydi.
Saçını ve yakasını düzeltmeye çalışmasından anladığım kadarıyla kalabalığın içinden üzerimize doğru gelen hanımefendi ayrıldığı eski eşiydi. Ses etmeden bir ona bir de bana baktı. Yanlarından ayrılmak için izin istedim, kolumu tuttu. Eşiyle tanıştırdı. Hanımefendi sessizce bizimkini süzdü. Hastamızın yüzü asıldı. Omuzlarını indirip bana döndü; “kendimi ne kadar iyi hissedersem hissedeyim bu kadın bana bir bakışı ile bile ne kadar önemsiz biri olduğumu hatırlatabiliyor. Buna rağmen yine de seviyorum onu” dedi. Hanımefendi, kızının düğününde tartışmak istemediğini söyleyip kocasının yanına döndü. Bara doğru gidip tabureye oturmasını istedim. Bizimkinin mecali kalmamıştı. Yine de sağlığı ile ilgili kimseye bir şey söylememem için yemin verdirdi.
- Doktor bey, eksik olma. Ben senden kalkış için izin istemiştim. Uçağın komutası bende. Salimen indirebilir miyim emin değilim. Önemli olan burada olmaktı.
- İyi de yalnız uçmuyorsunuz. Size bir şey olursa başım derde girer. Yani uçakta yolcunuz var ve yolcunuzun emniyetinden de siz sorumlusunuz, ona göre.
Sustu. Bir süre pistte dans eden kızını ve damadı izledi. Burnu kanamaya başlayınca mendilini burnuna bastırıp tuvalete yöneldi. Uzun süre geri dönmeyince yanına gittim. Kanaması durmuştu. Klozetlerden birinin kapağını kapatıp üstüne oturmuştu. Kederli gözlerle bana baktı.
- Yapamadım. Kızıma babalık yapamadım. Pilotluk işte, hep uzaktaydım. Şimdi düğününde yanındayım ama yine uzağız. Görüyorsun. Keşke gelmeseydim. Hep bir şeyler yarım, hep bir şeyler eksik.
- İsterseniz sessizce ayrılalım, pek haliniz de kalmadı.
Cevap vermeden ellerini başına alıp bir süre öylece durdu. “Bir şey daha yapmalıyım” diyerek ayağa kalktı. Koluna girdim, zor yürüyordu. Birlikte gelin ve damadın masasına yöneldik. Eğilip kızının yanağını öptü, sarıldılar. Sonra damada yöneldi. Tebrik ederken damadın cebine bir şey koyduğunu gördüm. Altın taktığını düşünmüştüm. İzin isteyip düğün bitmeden ayrıldık. Dönüş yolunda da hiç konuşmadı. Hastaneye vardığımızda yine kanama ile boğuşmak zorunda kaldık. Hastamız kendini bırakmış gibiydi. Kritik birkaç saat yaşadıktan sonra gözlerini aralayıp elimi tuttu. “Teşekkür ederim, gövde üstü bile olsa uçağı salimen indirdik sanırım” dedi. Gülümsedi. Sonra uykuya daldı. Kritik saatleri yeni atlatmıştık, vakit gece yarısını geçmişti. Hastane koridorunda önce gelinlikleri içinde kızını sonra damadı gördüm. Hastamızın ısrarla çalan cep telefonunu açan servis hemşiresi arayanın kızı olduğunu öğrenince durumu anlatıp babası hakkında bilgi vermişti. Kızı, yatağın kenarına ilişip elini babasının yanağına götürdü. Sessizce ağlıyordu. Hastamız gözünü açıp gelin ve damadı karşısında görünce “Aman Allahım hala havadayız. Ne olacak şimdi?” diye söylendi. Kızı avucunu açıp üzerinde gülümseyen adam resmi yapılmış çakıl taşını gösterdi. “Baba bunu sakladığını bilmiyordum. Kocama bunu neden verdin? Ben bunu senin için yapmıştım” dedi. Damat şaşkın bakışlarla olanları izliyordu. Gelin hanım çakıl taşını bizlere gösterip küçük bir kız çocuğu iken hep uzaklarda, uçuşta olan babasını korusun diye bu uğur taşını yaptığını anlattı. Babasına dönüp tekrar “baba bunu ona niye verdin?” diye sordu. Hastamız gülümsedi. Kızının elini avuçlarının arasına aldı.
- Ona nasıl baktığını gördüm. Bir zamanlar, bana da öyle bakardın. Kendimi önemli hissetmem için yeterdi o bakışlar. O çakıl taşını yanımdan hiç ayırmadım, bana hep uğur getirdi.
Yorulmuştu ama söylemek istediklerine tamamlama gayreti içindeydi. Damadına baktı. “Onu benden daha fazla hak eden biri var artık. Delikanlı, o çakıl taşını yanından ayırma. Kızım için önemlisin, hem de çok önemlisin, bunu unutma. İyi bir baba olamadım. Belki eğlenceli biriydim ama kızımın bana ihtiyacı olduğu zamanlarda hep uzaklardaydım. Düğününde olmak, bir zamanlar onun bana baktığı gibi ona bakabilmek istedim, o kadar. Hadi gidin artık, bugün sizin gününüz. Mutlu olun, beni merak etmeyin.” dedi.
Kızı ayrılmak istemiyordu ama hastamız iyice yorulmuş, bilinci bulanıklaşmaya başlamıştı. Telefon numaramı verip gidebileceklerini bir sorun olursa arayacağımı söyledim. Kritik günleri atlatmak hayli zaman aldı hastamızı ancak ertesi hafta taburcu edebildik.
Bu olayın üstünden yaklaşık bir yıl geçmişti ki gazetede hastamızın ölüm ilanını gördüm. İlanı kızı vermiş ve fotoğraf olarak o üzeri boyalı çakıl taşını koymuştu. “Sen okyanustun benim için baba, bense o çakıl taşı. Hiç ayrılmamıştık ki…” diye bitiyordu, ilan.
Dr. Mehmet Uhri


Şiiri Hasan Pulur köşesinde yayımladı.








Bir okuru göndermişti, yazanı belli değildi. Pulur, defalarca ve
ısrarla yazarını bulmak için köşesinde çağrılar yaptıysa da, ne şair
ortaya çıktı nede bir bilen, tanıyan vardı. Nerede ne zaman
yayımlanmıştı? Bilen de gören de yoktu.





Şiiri birde biz yazalım:





"Kavgayı ağacın yaprağına yaz,
Sonbahar gelsin, yapraklar kurusun diye.
Öfkeyi, bir bulutun üstüne yaz,
Yağmur yağsın, bulut yok olsun, diye.
Nefreti, karların üstüne yaz,
Güneş açsın, karlar erisin diye.
Ve dostluk ve sevgiyi, yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yaz,
Onlar büyüsün, dünyayı sarsın diye."
* * *





İzmir'li öğretmen Rahile Horzum, bu şiiri öğrencilerine değerlendirmeleri için ödev olarak verdi.
"Siz kavgayı, öfkeyi, nefreti, sevgiyi ve dostluğu nerelere yazardınız?"





41 öğrenciden gelen cevap kağıtlarından ikisini seçti.





CEREN :





"Kavgayı eski bir kağıda yazmak isterdim,
Çöp sanılıp atılsın diye.
Öfkeyi, bir mendile yazmak isterdim,
Kullanılıp atılsın diye.
Nefreti, sahildeki kuma yazmak isterdim,
Deniz dalgaları büyüyerek yok etsin diye.
Sevgi ve dostluğu, bir tohuma yazmak isterdim,
Büyüyüp dünyayı sarsın diye."
* * *
MERVE dedi:





"Kavgayı, kömürün üstüne yazmak isterdim,
Kömür yansın, kavga kömürle yanıp yok olsun diye.
Öfkeyi, gecenin karanlığına yazmak isterdim,
Gün ışıyınca, karanlıkla birlikte öfke yok olsun diye.
Nefreti, toprağın üstüne yazmak isterdim,
Herkes toprağa bassın, nefret ezilsin diye.
Sevgiyi ve dostluğu çınar fidanına yazmak isterdim,
Asırlar boyu canlı ve güzel kalsın diye."
* * *






Rahile öğretmen, öğrencilerinin kavga, dostluk, öfke ve sevgi hakkında
ki düşüncelerini okuduktan sonra kendi defterine şu değerlendirme notunu
düştü:





"Bence bu çocuklar böyle düşünüyorlarsa, hiçbir şey için geç değil...
Umudum ve dileğim, onların barış, dostluk ve sevgi dolu bir dünyada yaşamaları."


Kıssadan Hisse


Eşek ağaca bağlıydı. Şeytan geldi ipini çözdü. Eşek komşunun tarlasına girdi, kuru ve yeşil herşeyi yemeye başladı.
Tarla sahibinin karısı eşeği gördü ve tüfeğiyle onu öldürdü.
Eşeğin sahibi tüfek sesini işitti baktı ki eşeği ölmüş. Sinirlendi, çiftçinin karısı üzerine kurşun yağdırdı.
Çiftçi döndüğünde karısını ölmüş bulunca tüfeği aldı ve eşeğin sahibini öldürdü.
Eşeğin sahibinin oğlu babasını ölmüş bulunca silahını aldı, tarla sahibi ve büyük oğlunu öldürdü.
Haber tarla sahibinin ailesine ulaştı, hepsi silahlarını aldılar ve
eşek sahibinin çiftliğine hücum ettiler, evde kim varsa öldürdüler ve
ellerine geçirdikleri her şeyi yaktılar .





Şeytana soruldu:
-"Sen ne yaptın ?"
Şeytan;
-"Hiç!.. Ben sadece eşeği saldım"...





*Bir üllkeyi yıkmak istediğinizde oradaki eşekleri salın yeter!


Sağlıkla ilgili yazılanlar


İsmim; Serdar Hakan ÇİFTÇİ. 46 yaşındayım.
Evliyim. 20 yaşında ikiz kızlarım var.
GATA mezunu tıp doktoruyum ve halen hekimliğe aktif olarak devam
etmekteyim






Sağlıkla ilgili yazılanları okuduğumda gördüm ki; çok fazla malumat,
bilgi eksikliği ve kavram kargaşası var. Konuşulanlara ayrı ayrı değil,
umumi bakış, genel olarak cevap vermeye çalışacağım.





Öncelikle Tıp Fakültelerimizde gıda, besin tamamlayıcılarıyla alakalı bir ders
okutulamadığından, Türkiyedeki doktorların %95 i doçent, profesör de
olsalar, balık yağı, polen, arı sütü gibi ek besin maddelerini ve kullanım
alanlarını bilmemektedirler. Geri kalan %5 ise tıbbi çalışmalarda veya yurt
dışı kongrelerde tesadüfen bunlarla karşılaştığı için bilir ama onlar da
nerelerde ve ne dozda kullanılacağını bilmezler.





Burada suç biz tıp doktorlarında değil, Türkiye'deki Tıp
eğitimindedir. Yurt dışındaki hekimler bu tür ürünleri bilmekte ve
“tamamlayıcı tıp" olarak kendileri de dahil herkeste kullanmaktadır. Aksi
takdirde Türkiye de hiçbir vicdanlı doktor;





- 9 tane balık yağıyla; romatoid artriti,
- Aloe vera ve propolisle; reflü, gastrit ve ülseri,
- Aloe vera ve propolis ve balık yağıyla; astımı,
- Balık yağı, B12 ve folik asitle; psikiyatrik rahatsızlıkları,
- Balık yağı ve argiyle; damar tıkanıklıklarını,
- Ginsengle; migreni,
- Polen ve pomesteenle; kansızlığı,
- Aloe vera, polen, fields of greens ve balık yağıyla; şekeri,
- 6 tane besin tamamlayıcısıyla; kanseri, vurabileceklerini bilselerdi,
kullanmazlar mıydı?





Onca insan kilo problemiyle boğuşurken, zayıflatıp sağlıklarına
kavuşturmazlar mıydı onları? Tabii ki kullanırlardı ve tabii ki
kavuştururlardı. Meslektaşlarımın bu çeşit ürünlere menfi, olumsuz tepki
vermelerinin altında sadece bilgi eksiklikleri değil, sağlığı paraya
dönüştürmeye çalışan, tıpta “ŞARLATAN" dediğimiz ucube yaratıkların
piyasadaki engellenemeyen varlığı da yatar. O yüzden bir hekime balık
yağını, polen ya da propolisi sorduğunuzda; “Bırak bu saçmalıkları, sen
doğru beslenmene bak” cümlesini duyarsanız şaşırmayın. Çünkü onlar
gıdaların, besin maddelerinin besin değerlerini yitirdiğinin, neredeyse
bütün nebatatın, bitkilerin genetik yapılarıyla oynandığının ve
hastalıkların altında yatan sebeplerin yine bu mevcut tüketilen besin
maddelerinin olduğunun farkında değiller!





Gelelim doğru malumat ve bilgilere:
Nebati omega3, asla hayvani omega3’ün yerini tutmaz!.. Yani ceviz,
ıspanak, semiz otu yiyerek bu iş olmaz!.






"BALIK YAĞI; doğumdan ölüme kadar herkesin sistemli, düzenli ve devamlı
kullanmak mecburiyetinde olduğu, en mühim ilave gıda, ek besin
maddesidir.”





Türkiye'deki meslektaşlarım bilmeseler de, dünyada en çok bilinen ve
üzerinde en fazla tıbbi çalışma yapılmış (2.400 den fazla çalışma var)
maddedir üstelik Omega3. Tıbbi olarak 4 hususiyeti, özelliği vardır balık yağının;





1) Antiinflamatuar; iltihap giderici,
2) Antioksidan; temizleyip yenileyici,
3) Antitümöral; kitle engelleyici,
4) Antiaterosklerotik; damar sertliğini, daralma ve tıkanıklıkları önleyici…





Amerika'dan İngiltere'ye, Avustralya'dan Almanya'ya kadar herkese, üstelik
doktor nezaretinde kullandırılmaktadır balık yağı.
Japonya'da ise balık yağı kullanımında, direkt sağlık bakanlığı devrededir.





Yeni doğan bebeğe - Biz Türkiye'de, bebek 6 aylık olana kadar anne sütü
dışında bir şey vermezken - anne sütüyle birlikte balık yağı da vermektedirler.





- Üstelik de neredeyse bizim büyüklere verdiğimiz doz olan 0.9 gram/gün olarak.
- 3 ile 5 yaş arası bütün çocuklara; bizdeki erişkin dozunun 1.5 katı olan
1.5 gram/gün verilmektedir.
- 50-70 yaş arası kadınlara; 2.5 gram/gün, erkeklere 2.9 gram/gün,
- Hamilelere; 2.1 gram/gün,
- Lohusalara; 2.5 gram/gün kullandırılmaktadır.





NETİCE
Sonuç ne sizce?
Türkiye'de kalpten ölüm oranı %50 iken yani 2 kişiden biri kalpten ölürken;
Japonya'da bu oran %13 tür!
Japonya’da 100 yaş üzeri yaşayan insan sayısı ise; (Verileri görmeme rağmen
inanmakta ben bile güçlük çekiyorum) tam 300.000 kişidir! 90 yaşında
birisi öldüğünde: “Vah vah! Genç yaşta, çiçeği burnunda gitti” diyorlar oralarda.
Bizde ise: “Maşallah… Dünyaya kazık çakmış, amma da yaşamış” deniyor.





Piyasada çok ucuza satılan, Norveç, Alaska kökenli olduğu söylenen balık
yağları var. Bunların bir çoğunun prospektüslerini okudum.
Hiçbirisinde hangi cins balıklardan ve balığın neresinden elde edildiği
yazılmamış! Bu kadar ucuz olmaları, düşündürücü değil mi sizce de? Benim
ailemde ve kendimde kullandığım balık yağı, “somon, sardalye ve uskumru"
gibi “soğuk deniz balıklarının” gövdesinden elde edilmekte. 150 devlette
denetlenmiş ve o ülkelerde satılan bir balık yağı ayrıca.





Ben bir hekim olarak, bu yazıyı yazmakla vicdani mesuliyetimi yerine
getirmiş oluyorum. Fakir ya da zengin hiç kimsenin bebeğinin ya da
ailesinin hayatı, diğerlerinkinden kıymetli değildir ve herkesin doğru malumatlara, doğru bilgiye ulaşma hakkı vardır…





Selâm…


Temel emri altındaki astronotları


Temel emri altındaki astronotları yanına çağırıp, ertesi gün çıkacakları Mars yolculuğu hakkında son talimatları verir ve bu zor yolculuğun öncesinde
uyumak üzere evlerine gitmelerini söyler.
Her iki astronot da talimata
uyup evlerine giderler. Dursun tam uyumak üzereyken
telefon gelir. Arayan Temel'dir.
- "Alo, Dursun. Ben Temel. Uyudun mi?"
- "Henuz deyil." -
-"Pen çok heyecanliyum. Uyku tutmadi. Sağa da uyarsa penumle pirlikte içmeye ne dersun? Uzun sure içki içemiyeceğuz..."
- "Ok.
-" Bir saat sonra Temel ve Dursun buluşurlar, bir bara girip içki söylerler.
Barmen tam içkiyi verirken ikisine de dikkatlice bakar.
- "Hey men. Sizi tanıdım. Yarın Mars'a gidecek astronotlarsınız. Size içki verdiğim ortaya çıkarsa bir daha *Dallas*'ta ekmek yiyemem ben. Kusura bakmayın."
Temel ve Dursun barmenle tartışmalarına rağmen o barda
içki içemezler. Başka barlarda şanslarını denerler ama TV
proğramlarını sürekli izleyen
barmenler onları her seferinde tanırlar ve içki vermeyi reddederler.
Marketler de kapalıdır.Tam eve dönmeye karar verdiklerinde Dursun'un aklına bir fikir gelir.
- "Yahu Temel, pizum uzay roketine koyduklari yakitin kokusuni hatirlayi misun?
. Ayni viski gibiydi. Istiysen ondan icelum."
Birlikte uzay üssüne girerler. Kontrol etmek bahanesiyle yakıt
tankının yanına gelirler.
Kimse şüphelenmez. Temel ve Dursun yakıt tankından aldıklari yakıttan birer ikişer kadeh içerler; sonra da evlerine giderler.
Dursun tam uyumak üzereyken telefon çalar. Arayan yine
Temel' dir.
- "Alo Dursun. Yine pen. Rahatsiz ettum ama kusura pakma. Sağa pi
şey sormak istiyrum. Karnin ağriyi mi?" -
-"Heee... Hem de çok."
- "Peçi. O zaman sakin *osurayum* teme. Seni
*TOKYO'*dan arayrum."🤣


Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedat


Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedatı yaptığı suikast sonucunda öldüren adama hakim sorar:
"Sedatı neden öldürdün?"
Katil:" Çünkü laikti"
Hakim:"Laik ne demek ?"
Katil : "Bilmiyorum!!"
&&
Mısırın iyi edebiyat adamı rahmetli necip mahfuzu öldürmeye çalışıp başarısız olan sanığa hakim sorar :
"Neden vurdun?"
Sanık : "Sokak çocuklarının hayalleri adlı kitabı yazdığı için"
Hakim : " Peki sokak çocuklarının hayallerini okudun mu?"
Sanık: "Hayır"
&&
Hakim Yazar Faraç Fodayı öldüren üç teröriste sorar :
"Neden Faraç Fodaya suikast düzenleyip öldürdünüz?"
Suçlu : "Çünkü kafir"
Hakim : "Onun kafir olduğunu nereden anladın?"
Suçlu : "Onun kitabından"
Hakim : "Hangi kitabından anladın onun kafir olduğunu?"
Suçlu : "Ben okuma yazma bilmiyorum"
Hakim : "Nasıııll!!!
Suçlu : "Ben okuma yazma bilmiyorum"





Her kötülüğün başı her dönemde CEHALET olmuştur!Alıntı


Bir Kızılderili Öğretisi diyor ki:


Bir atın susuzluğunu giderdiği yerden su iç;
At hiçbir zaman kötü su içmez.
Kedinin yattığı yerde uyu, kurdun değdiği elmayı ye. Sivrisineklerin yerleştiği mantarları korkusuzca topla. Köstebeklerin kazdığı yere ağaç dik.
Yılanın ısınmaya durduğu yere ev yap.
Sıcak günlerde kuşların yuva yaptığı yere kuyu kaz.
Horozlarla beraber uyu ve uyan ki tüm gün için en sarı mısırlara ulaşabilesin.
Daha çok yeşillik ye, ki bir hayvandaki gibi güçlü bacaklara ve dayanıklı bir kalbe sahip olabilesin.
Daha çok yüzmeye git, ki dünyada kendini bir balığın kendini denizde hissettiği gibi hissedebilesin.
Daha sık gökyüzüne bak, daha az ayaklara,
böylece düşüncelerin daha net ve hafif olacaktır.
Konuşmak yerine, daha çok sessiz kal;
"Böylelikle ruhun sakinliğe ve huzura erebilecek."
Alıntıdır


BOY ABDESTİ.....


Zamana ve mekana göre hareket edeceksin !!!....





"Erzurum'da, çay içilirken şeker çaya karıştırılmıyor, kıtlama yapılıyor.





Bunun çıkışı ise çok ilginç...





Eskiden İran'da çaya tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katılıyordu.





İngilizler İran'a şeker satmaya kalktıklarında bunu başaramadılar.





Sonra İranlı Mollalarla irtibat kurdular. İngilizler Mollaların vereceği fetva karşılığında kazancın %10'unu teklif ettiler.






Nitekim bir Cuma Namazı'nda (İran'da Cuma Namazları o bölgenin en büyük
camisinde ve çok kalabalık olarak kılınıyor) Cuma Hutbesi'nde Mollalar
şu vaazı verdi:





"Siz Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız!"






Bu vaazdan sonra İranlılar çaya şeker katmaya başladılar. İşler yoluna
girince İngilizler Mollalara verdiği %10 payı satışların iyi gitmediği
gerekçesiyle vermemeye başladı.





Bunun üzerine Mollalar ikinci bir fetvayı verdi
Cuma Hutbesi'nde: "Gâvur icadı





şekeri çaya katmak caiz değildir!..."





Bu fetva üzerine İranlılar evlerindeki şekerleri sokaklara döktü...





İngiliz firmaları bunun üzerine baktılar olacağı yok, Mollalarla yeniden





masaya oturdu. Fakat Mollalar bu sefer %20 pay istedi.





İngilizler çaresiz kabul etti.
Mollalar Cuma Hutbesi'nde bu sefer şöyle fetva verdi:






"Biz size çaya şeker katmayın dedik ama sokaklara dökün de demedik,
şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur
icadı şekere boy abdesti aldıracak ve öyle içeceksiniz!





Yaa işte böyle..