30 Eylül 2016 Cuma

Ali 3. sınıfa giden zeki bir çocuktur.

Bir gün öğretmeni Ali'ye 'Siyaset' nedir diye sorar. Ali düşünür ama o çocuk aklıyla cevap veremez. Eve gider kitaplara bakar ama hiçbir şey anlayamaz. O da babasına sormaya karar verir.
—Baba, Siyaset nedir?
—Baba düşünür. Ali'ye uygun bir yolla anlatmak ister.
—Bu evde parayı getiren kim oğlum?
—Sen...
—Ben kapitalist rejimim.
—Peki, parayı alıp bizim yiyecek içecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarımızı karşılayan kim?
-Annem...
—O da hükümet.
—Peki, küçük kardeşinle kim ilgileniyor?
—Dadım...
—Dadın işçi, kardeşin gelecek, sen de halksın o zaman. Ali her şeyi not alır ve uyur. Gece garip seslerle uyanır. Bir de bakar ki kardeşi ağlıyor. Yanına gidince altına pislediğini anlar. Hemen annesini kaldırmaya gider. Ama ne yaparsa yapsın anne kalkmaz. Bu arada salondan gelen sesleri merak eder ve salona gider. Babasıyla dadısını uygunsuz yakalayan Alinin ağzından aynen şu kelimeler dökülür:
—Kapitalist rejim işçiyi sömürüyor, hükümet uyuyor, gelecek bok içinde, halk ne yapsın…???

Nasrettin Hoca

Nasrettin Hoca pazarda zeytin satıyormuş...
İki üç sokak ileride oturan yarıbuçuk tanıdığı bir kadın gelmiş. Kadın:
- Zeytinin iyi mi?
Hoca:
- Tadına bak.
Kadın:
- Ben orucum. ...
Hoca:
- Madem oruçlusun zeytini al git parasını sonra ver. Hocanın birdenbire aklına düşmüş; Ramazanlık değilmiş çünkü...
Hoca:
- Tuttuğun oruç ne orucu ki?
Kadın:
- Üç sene önceden borcum vardı da onları tutuyorum. Hoca tam zeytinleri veriyormuş vazgeçmiş...
Kadın:
- Biraz önce al git dedin nolduda vazgeçtin Hoca?
Hoca:
- Get anam get...
Allah'a olan borcunu üç senede veriyorsan bizim borcu ne zaman getirirsin kimbilir. :))

Profesör, elinde, içi dolu bir

Profesör, elinde, içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. “Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?” diye sordu. Öğrenciler, ’50gr!’ …. ’100gr!’ …. ’125gr’ cevabını verdiler. “Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem” dedi profesör ve devam etti:“ Ama, benim sorum şu: Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?”
- Hiçbir şey
- Tamam, peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?
- Kolunuz ağrımaya başlardı.
- Haklısın; peki ya 1 gün boyunca tutsam ne olur?
- Kolunuz iyice ağrır, adaleniz spazm yapar, belki de çözüm bulmak için hastaneye gitmek zorunda kalırsınız. Sorularına cevap alan profesör, can alıcı noktaya temas etti: - Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme ortaya çıktı mı? Öğrenciler bir ağızdan cevapladılar: “Hayır.”
- Peki o takdirde, zaman içinde kolun ağrımasına ve kas spazmına yol açan olay neydi? Profesör ikinci bir soru daha sordu:
- Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?
- Bardağı bırakırsanız, rahatlarsınız. Profesör beklediği cevabı almıştı. Öğrencilerini kutladı ve bütün bu soruları sormasına sebep olan açıklamayı yaptı: “Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsan, bir sorun yaratmaz.Uzun bir süre düşünürsen, başın ağrımaya başlar. Ama hiç aklından çıkarmazsan,artık başka bir şey düşünemez hale gelirsin; bu seni bitirir. Elbette hayatınızdaki sorunları düşüneceksiniz; halletmeye çalışacaksınız.Ama en önemlisi, onları, her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır.Bu şekilde strese girmez ve sabah taze bir beyinle uyanırsınız. Taze bir güne,yeni sorunlarla mücadele azmini kazanarak başlamış olursunuz. Bu yüzden arkadaşlarınıza vereceğiniz en önemli tavsiye, ‘Bardağı yere bırak’ olmalıdır.”

Profesör elinde

Profesör elinde bir Fare ve kutu ile salona girdi. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında fareyi kutunun içine koydu ve kutuyu kapattı. Salona dönerek: “Bu kutuya iki gün kimse dokunmasın!” dedi ve salondan çıkıp gitti. Salondaki öğrenciler olaya bir anlam verememişlerdi. Ne olacağını merak ederek iki gün beklediler. İki gün sonunda profesör salona girdi ve kutuya yaklaşarak açtı. Kutunun içindeki fare ölmüştü. Sınıfa dönerek farenin neden ölmüş olabileceğini sordu. - Havasızlıktan… - Açlıktan… - Susuzluktan... Her öğrenci olabilecek ihtimalleri saymıştı. Profesör kutuyu havaya kaldırıp içini öğrencilere gösterdi. Kutunun her tarafı kemirilmiş vaziyette idi. - Görüyorsunuz değil mi? Fare anlaşılan çıkmak için çok mücadele etmiş. Bunu kutunun içindeki vaziyetten anlıyoruz. Şu var ki fareyi sizin dediğiniz gibi ne havasızlık ne de açlık öldürdü. Fareyi asıl KARARSIZLIK ÖLDÜRDÜ! Fare kutunun her yerini parçalayıp çıkacağına sadece bir köşesini parçalasaydı ve bunda da kararlı olsaydı çıkıp kurtulacaktı. Hayatta zaman zaman kararsızlığa düşeriz. “O mu, bu mu?” derken bizim için en kıymetli varlık olan zamanı tüketmiş buluruz kendimizi. Hedeflerimizi çok iyi belirlemeliyiz. Hayat kararsızlık içerisinde yüzecek kadar uzun değil.

Adamın biri

Adamın biri karısının iyi duymadığını düşünmektedir fakat onu kırmak istemediği için, nasıl yaklaşılması gerektiğini de bilmemektedir. Sorar soruşturur ve şöyle bir yöntem benimser. Karısına önce 40 adım uzaktan seslenir. "Karıcığım, bu akşam ne yemek var?" Cevap alamaz. Biraz yaklaşır, mesafeyi 30 adıma indirir ve tekrarlar: "Canım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap alamaz. Mutfağa biraz daha yaklaşır, aynı soruyu sorar ama hiçbir karşılık alamaz. Sonunda mutfak kapısına gelir ve sorusunu tekrarlar: "Hayatım bu akşam için ne pişirdin bakalım?" Karısı cevap verir: "4 keredir aynı şeyi söylüyorum: Tavuk..." Bu hikâyeden çıkaracağımız bir de ders bulunuyor: Düşündüğümüz gibi problem, daima karşımızdaki kişilerde olmayabilir. Zaman zaman kendimize dönelim ve sorunların sebebini biraz da şahsımızda arayalımTHERMEGEM TÜRKİYE

Dondurulmuş limonun şaşırtıcı faydası

Dondurulmuş limonun şaşırtıcı faydası Bunların tamamı donmuş limondadır. Restoranlardaki çoğu bilinçli tüketiciler limonun tamamını kullanır veya tüketirler, hiç bir kısmını ziyan etmezler. Ziyan etmeden limonun tamamını nasıl kullanırsınız? Basit… Limonu (yıkayıp) buz dolabınızın buzluk bölümüne koyuyorsunuz. Donduktan sonra mutfak rendesini alıp limonun tamamını rendeleyebilirsiniz. Soymanız falan gerekmiyor. Rendelenmişini yemeklerinizin üzerine serpebilir, sebze salatasına, dondurmaya, çorbaya, makarnaya, makarna sosuna, suşiye, balık porsiyonlarına katabilirsiniz. Yemeklerin tamamı, daha önce hiç tatmadığınız mükemmel bir lezzet kazanacaktır. Büyük olasılıkla, limon denince sadece limon suyu ve vitamin C aklınıza gelir. Sadece bu kadar olduğunu düşünürsünüz.
Artık limonun gizemlerini öğrenince onu kupada içeceğiniz hazır çorbalarınıza bile katabileceksiniz. Limonun tamamını kullanmanın, bir kısmını ziyan etmeyip yemeklerinize yeni bir lezzet katması dışında asıl avantajı nedir? Rendelenmiş limonunuz, limonun sadece suyunda bulunandan 5 veya 10 kat daha fazla vitamin içerir. Ve evet, şimdiye kadar bunu kaybediyordunuz. Ama bundan sonra, tüm limonu dondurmak gibi basit bir işlem sonrasında, onu rendeleyip yemeklerinizin üzerine serperek tüm besleyici özelliklerini kullanıyor olacak, yani daha sağlıklı besleniyor olacaksınız. Ayrıca rendelenmiş limonun dinçleştirici ve vücuttaki toksinleri giderici etkisinden yararlanacaksınız.
İşte bunun için limonunuzu buzluğa koyun, donsun ve her gün yemeklerinizin üzerine rendeleyin. Böylece, yiyecek ve içeceklerinizi daha leziz hale getirip daha sağlıklı ve uzun yaşamın anahtarını kullanıyor olun! İşte limonun gizemi budur! Geç bile olsa başlayın, HİÇ olmamasından İYİDİR! Limonun sürpriz yararlarından faydalanın! Limon (Citrus) kanser hücrelerini öldüren mucizevi bir üründür. Kemoterapiden çok daha tesirlidir. Bunu nereden mi biliyoruz? Çünkü kendilerine yüksek kârlar sağlayacağını bildikleri için limon özütünün sentetik versiyonlarını üretmeye uğraşan laboratuvarlar var. İhtiyaç duyacağını düşündüğünüz dostlarınıza, limonun hastalık önleyici etkisi olduğunu duyurarak yardımcı olabilirsiniz. Tadı hoştur ve kemo-terapinin korkunç etkilerini göstermez. Kemo-terapi ilaçları üretiminden fayda sağlayan multi-milyoner büyük şirketlerin çıkarlarını riske atmamak adına bu gizemin özenle saklı tutulduğu sürece ne kadar insanın öleceği bilinmez. Bilindiği üzere, iki çeşit limon ağacı vardır. Limon ve misket limonu. (konu olan limondur, diğeri değil). Limon meyvesini farklı şekillerde tüketebilirsiniz. Pulpa’sı yenebilir. Sıkılarak suyu çıkarılabilir. Limonlu içecekler yapılabilir, dondurma vs.. Limonun birçok vasfı sayılabilir ama en ilginci URLAR, YUMRULAR, KİSTLER, TÜMÖRLER üzerindeki etkisidir. Bu bitkinin her tür kansere iyileştirici etkisi kanıtlanmıştır. Bazıları onun her tür kanserin tedavisinde faydalı olduğunu söyler.
Ayrıca geniş spektrumlu anti-bakteriyel olarak iltihaplara / enfeksiyonlara ve mantara karşı kullanılır. Dahili parazit ve bağırsak kurtlarına karşı etkindir. Çok yüksek tansiyona karşı kan basıncını düzene sokar. Anti-depresandır. Strese ve asabi bozukluklara karşı iyi gelir. Bu bilginin kaynağı ise çok etkileyicidir: Dünyanın en büyük ilaç üreticisi firmalarından biridir. Bu firmanın beyanına göre 1970′den beri 20′nin üzerinde yapılan laboratuvar testlerinde limon ekstrelerinin uygulanmasıyla; içlerinde kolon / kalın bağırsak, meme, prostat, akciğer ve pankreas da olmak üzere 12 kanser tipinde başarılı sonuçlar alınmıştır. Limon ağacından elde edilen bileşiklerin, bütün dünyada kemo-terapide kullanılan Adiamycin ürününden 10 000 kat daha iyi olduğu saptanmış, kanser hücrelerinin gelişmesini yavaşlattığı gözlemlenmiştir. Daha da şaşırtıcı gözlem şudur ki: Limon özü kötü huylu kanser hücrelerini tahrip ederken sağlıklı hücrelere hiç zarar vermemektedir.

Öyküyü anımsa!

Yaşlandığı ve değirmene yük taşıyamadığı için kapı dışarı edilen eşeğin Bremen’e yolculuğuyla başlar. Aslında kapı dışarı edilmez de, efendisi samanını keser, o da gitmek vakti geldiğini anlar. Bremen’de mızıkacılık yapmayı kafasına koyar. Yolda kendisi gibi, artık yaşlandığı ve av peşinde koşamadığı için kovulan bir köpekle tanışır. Onu da Bremen’e, müzisyen olmaya davet eder. İkili, yine yolda, fare tutumayacak kadar yaşlı bir kedi, sabahları ötemeyecek kadar yaşlı bir horozla, aynı nedenle tanışıp, aynı amaçla birleşerek yola devam eder. Karanlık bir ormanda geceyi geçirirlerken, uzakta, ışıkları yanan bir ev görürler. Karınları da açtır. Oraya giderler. Ev haydutların evidir. Evin penceresinin önünde birbirlerinin sırtlarına binerler. Horoz da en üstte bir dala tüner. Sonra hep birden, kendi lisanlarıyla şarkı söylemeye başlarlar. Eşek anırır, köpek havlar, kedi miyavlar ve horoz üüürüüüü diye öter ve camı kırarak içeri atlarlar. Haydutlar kaçışır, onlar da evdeki yiyecekleri yeyip ve eve yerleşirler. Bir süre sonra geri dönen haydutlar, bir kez daha saldırıya uğrarlar, onların birer hayvan olduklarını bile anlayamazlar. Bremen’e gitmek üzere anlaşan dört kafadar, artık ormandaki o evde yaşamlarını sürdürürler.
Bu öyküyü anlatan en son kişi, her şeyi doğrulayacaktır. Bu öykü, zayıfların, yokolmaya ve ölüme terk edilenlerin, yaşam alanları ellerinden alınanların, yurtlarından kovulanların, işten atılanların, ekmeksiz kalanların, sahipsizlerin öyküsüdür. Bu öykü yarasaların, kurbağaların, boynuzları için öldürülen gergedanların, dişleri için öldürülen fillerin, ormanarın ve derelerin öyküsüdür aynı zamanda. Bu öykü, zayıf ve güçsüz olanların, üstüste çıkarak tek vücut olan ihtiyar dört hayvan gibi birleştiklerinde, haydutları yenebileceklerini, işgal ettikleri orman içindeki evlerinden kovabileceklerini anlatıyor olmalıdır.

Dr Mehmet Uğur YILMAZ

“Modern veya çağdaş tıp” günümüzde uygulanan veya günümüz koşullarına uygun olan tıp için kullanılan bir kavramdır. Çağdaş kelimesi bilim ve teknolojide olan gelişmelerle bir arada ele alındığında, günümüzdeki tıbbi uygulamaların çok ileri bir bilimsel ve teknik seviyede sunulduğu ve bunun da toplum sağlığına olumlu etki ettiği sanılabilir. Günümüzde “bilim” kelimesi “tartışılmaz doğru” , bilime dayanarak yapılan bir uygulama da “hatasız bir uygulama” olarak sunulmakta ve algılanmaktadır.
Tıp ile ilgili bilimler ne insanı tedavi eder ne de onun yaşam süresini uzatır. Tedavi ve girişimleri tıp yapmaz, bir kişi (hekim) yapar. Hekimlik uygulaması olarak tıp, eğitimle elde edilen beceri ve bilgilerin, hastaların ve hastalıkların tedavi için kullanılması ile yapılan bir sanattır. Sanatın uygulamasında, bazı ürün ve ilaçlar da kullanılır. Günümüzdeki hekimlik uygulamaları bu tanımın dışına çıkmıştır. Bir hasta veya hastalığın gerçek anlamda tedavisi anlamında mevcut tıbbi imkân ve ürünlerin en uygun bir şekilde kullanılması, hekimlik ve sanat; hekimlik kisvesi altında ürün, ilaç ve teknolojilerin tükettirilmesi ise bir pazarlamacılıktır. Sağlık sistemi ve tıp alanındaki bu değişim ve dönüşümün temel nedeni emperyalist sistem ve onun dayandığı neoliberal uygulamalardır. Emperyalist kartellerin üretim, pazarlama ve tüketim anlayışlarının bütün dünyada uygulanması ve dünya siyasi sisteminin bu hedef doğrultusunda değiştirilmesinin motoru neoliberal uygulamalardır. Bu uygulamalarda, esasında kamu yararına yürütülmesi gereken hizmet alanı dahil, üretim, pazarlama, bankacılık, madencilik dahil akla gelen her alanda hizmetin ve ticaretin emperyalist sisteme bağlı şirketlerce verilmesi hedeflenmektedir. Bu uygulama her hangi bir ulus devlet içindeki her türlü ekonomik faaliyetin o ülkeye ait özel şirketlerce verilmesi uygulamasından daha farklı ve daha kötü bir durumdur. Neoliberal uygulamalara göre yapılan bir özelleştirme, ulus devlet yapısının tasfiyesi ve ulusun bir daha bağımsız olamayacak şekilde sömürgeleştirmek demektir. http://www.milliiradebirligi.org/#!aimizin-vebasi-modern-tip--/c1aj3

Öyle sabah uyanır uyanmaz

Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama Yarım saat erkene kurulsun saatin. Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin.. Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin... Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin. Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart, Çek kızarmış ekmek kokusunu içine, Bak güzelim kahvaltının keyfine. Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis, Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.. Ç
ık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile. Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla, Ohhh şöyle bir hafifle Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa... Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak Çiçek görürsen kokla ,köpek görürsen okşa , Çocuk görürsen yanağından makas al. Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı, Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı? Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi? Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor.. Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, Yüzünde güller açtıracak. Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun.. Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun.. Saklama tabakları, bardakları misafire Sizden ala misafir mi var bu dünyada Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, Vazife yapar gibi hiç değil, Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının.. Gece evinde, dostların olsun Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun.. Arkadaşım hayat bu daha ne olsun? Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! Can Yücel Gülen Gül "İkinci Adam Yayınları Yayınevimizden Düzeltme: Paylaştığımız şiir Can Yücel'e değil, Ayşe Dilek Orhan'a aittir. Yapmış olduğumuz yanlışlıktan dolayı özür dileriz. Can Yücel'i bu kadar seven bir okuyucu kitlesine sahip olmak bizi ayrıca memnun etti. Sevgiyle kalın.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22978512.as"

Rahmi Turan'dan...

Arapça yazıların anlamı! Gazeteci arkadaşımız Eyüp Karadayı anlatıyor: “Geçen hafta bir arkadaşımın annesinin cenaze törenine gittiğimde aklıma geldi! Acaba insanlar tabutu örten yeşil örtüdeki Arapça yazının ne anlama geldiğini biliyorlar mı? Bunu sorduğum 70 yaş üzerindeki insanlar “İyi bir dua olması lâzım” dediler. Bazıları “Hocaya sor ama herhalde Allah rahmet eylesin, yazıyordur” cevabını verdi. Uzun lâfın kısası, sorumun cevabını yaşlı guruptan hiç kimse bilemedi. Merak ettiğim için, bir de eğitimli gençlere sorayım dedim. Liseli bir delikanlı, cenazeye baktı baktı, sonra ciddi ciddi: “Ağabey” dedi “O yeşil örtünün üzerinde ‘Suudi Arabistan Havayolları iyi yolculuklar diler’ yazıyor!”

29 Eylül 2016 Perşembe

BİLİYOR MUSUNUZ?

“1923' te Türkiye'de;
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu.
40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu.
Traktör sıfırdı, karasaban’dı.
5 bin köyde sığır vebası vardı.
Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu.
İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu,
Bebek ölüm oranı yüzde 48’di, yani her doğan iki bebekten biri ölüyordu.
Memlekette sadece 337 doktor vardı.
Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü.
Diş hekimi, sıfırdı.
Dört hemşire vardı.
40 bin köy, sadece 136 ebe vardı.
Ortalama ömür 40’tı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bin. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu.
Kiremit bile ithaldi. Adı; Marsilya kiremidiydi.
Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti.
Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…
Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı.
Otomobil sayısı bin 490’dı.
Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken…
Bugün bazılarının yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı: Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur Hanım... 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu.
Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken, o sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.
Kadın, insan değildi.
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu.
Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12:00 kabul ediyordu.
Kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12:00 kabul ediyordu.
Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu,
Kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu.
“Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu.,
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi, ama farklı aylarda yaşıyordu!
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu.
Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu.
Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
600 sene boyunca Türkçenin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” deniyor ya…
İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, 5 milyar adet satılmıştı.
Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyacakmış…
Sen önce iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun biraz!.”

(Alıntıdır)

Onur Öztarhan

28 Eylül 2016 Çarşamba

MONA LİZA

Bahar gibi güzel,
Süt dişlerinle,
Dudakların araladığı,
Mona Liza tebessümü,
Bir gizem

Mona Liza,
Nede zor hayat değil mi?
Bakmaya doyamadığımız,
Yüzünün yarısı,meşekkati,zorluğu,güçlüğü,
İçin ağlıyorsun.
Diğer yüzünün yarısı ise,
Bütün zorlukları yenen,
Zafer kazanmış,komutan gibi,
Tebessüm ediyorsun,hayata.
Mona Liza.

Kim senin yanında kral olmaz,
Kraliçesin Mona Liza.

Cemal Borandag
26 Eylül 2016 Pazarcık

23 Eylül 2016 Cuma

99 yaşındaki nine ile söyleşi


99 yaşındaki nine ile söyleşi
SORU: Neler içersiniz?
CEVAP:... “Normalde Aykut Duatepe 99 yaşındaki nine ile söyleşi:
SORU: Neler içersiniz?
CEVAP:... “Normalde "bira" içerim,... biraz iştahsızsam "beyaz şarap", tansiyonum düşükse "kırmızı şarap", eğer tansiyonum yükselmişse "viski", eğer soğuk almışsam "kanyak""
SORU: Peki ne zaman "su" içersiniz?
Cevap: “asla o kadar hasta olmadım!”

74 yaşındayken


74 yaşındayken, 28 Aralık 1997'de öldü. Ancak Teyo Pehlivan'ın ölümü de yalan çıkmıştı.2011 yılına kadar İlçe Nüfus Müdürlüğü kayıtlarına göre Şeyh İde hala yaşıyor idi. Yakın akrabası olmadığı için İde'nin nüfustan düşümünü yaptıran olmamış. Nüfus Müdürlüğü de ölümü kayıtlara işlenmediği için hâlâ yaşıyor görünüyor idi. Bunu duyanlar, "Yaşamı gibi ölümü de yalan" derken bazıları ise, "Onu çok sevdiğimiz için ölümünü kabullenememişiz ki nüfus kütüğünde halen yaşıyor gözüküyor"demişlerdi... Teyo, daha çok Cuma Güreşlerinde sahne alırdı Pasinler’de. Cuma güreşleri o sıralar çok renkli olurdu. Türkiye’nin ünlü, sayılı güreşçileri gelirdi. Yazları olurdu hep ve son derece renkli geçerdi Pasinler o zamanlar.. Pasinler’in Pasinler olduğu zamanlar.. Gelen ünlü pehlivanlar ya güreş tutardı ya da misafir olarak ön saflarda bu güreşleri izlerlerdi.. Hem de 3 gün boyunca. Bu Teyo da ‘beyaz, kenarları yeşil işlemeli’ kispetiyle olurdu hep bu Cuma güreşlerinde. Güreşler başlamadan bir sembolik güreş tutulurdu. Güreşçilerden biri ile Teyo tutardı bu güreşi hep! Güreş alanının etrafını saran güreş severler, ‘Teyo.. Teyo..” diye tempo tutar, Teyo’dan yana tavır alırlardı! Zaten hep de 4-5 dakika sürerdi ‘yalancı güreşçi’ Teyo ile ‘essah’ güreşçinin güreşi! Genelde de Teyo yenerdi! Daha doğrusu, ‘güçlü kuvvetli’, bin defa tutsa Teyo’yı yenecek olan güreşçi, sırf ‘gırgır’, millete ‘eğlence’ olsun diye Teyo’ya yenilirdi! Ona bir yerde de idman olurdu bu güreş. Hal böyle olunca da seyirci Teyo’yu alkış yağmuruna tutardı. Alkışlar ile birlikte tabii ki kahkahalar.. O Teyo da gerçekten çayırda güreşçiyi yendiğine inanır, bir mağrurlanır, bir mağrurlanırdı ki sormayın! Peşrevini çeker, daha sonra az sonra başlayacak olan güreşleri bizim gibi izlemeye koyulurdu. Her Cuma günü güreşlerinin değişmez bir ‘ritüeli’ idi diyelim! Allah Rahmet eylesin. Son zamanlarını Erzurum’da Bakımevinde geçirmişti. Pasinler eski Belediye Başkanı Selami Teymur, ilçe mezarlığında defnedilen Teyo için ilçe merkezine ‘Teyo heykeli’ yapacağını söyleyince hem şaşırmış hem de sevinmişti Pasinli’ler! Ama bunu gerçekleştirmediğinden dolayı da o Teymur’a çok kızmışlardı, çok! Bir heykeli çok görmüştü o meşhur adamdan! Ve kendisinin de bir palavracı olduğunu tescillemiş idi.

Demi beni üç kez öpüşte tanıdı!.


Demi beni üç kez öpüşte tanıdı!. Bir gün Hasankale’de belediye otobüsüyle ABD'ye gidiyorum. Bir baktım yolda Demi Moore'un arabasının tekeri patlamış. Neyse Gardaş. İndim aşağı, bir dakika sürmedi lastiği tamir ettim. Bunun üzerine Demi, beni yemeğe davet etti. Bende kıramadım gittim. Demi teşekkür için beni yanağımdan öptü. Ben de onu yanaklarından öptüm. Demi, bir daha öper mi sen, dedi. Neyse bende bir daha öptüm. Demi bana, sen doğulusun bir daha öp bakayım; bende öptüm. İkinci kez öptüğümde Demi, seni tanır gibiyim, Erzurumlu ‘sun. Üçüncü öpüşümde demi bu kez, vallahi ben seni tanıdım, sen Hasankale’li Teyo Pehlivansın, dedi. Vallahi bende şaşırdım. Demi beni üç kez öpüşte tanıdı.

Erzurum'un Hasankale ilçesinde palavralarıyla


Erzurum'un Hasankale ilçesinde palavralarıyla ünlü Erzurumlu Teyo Pehlivan lakaplı Şeyh Tayyip İde …. Onun söylediği veya ona atfedilen pek çok fıkra ve palavra vardır. Asıl adı Şeyh İDE olan Teyo Pehlivan, Hasankale'nin Ağaç minare Mahallesi'nde dünyaya gelir. Orta halli bir ailenin üç çocuğundan biridir. Halk arasında Teyo Pehlivan lakabıyla ünlenir. Çocukluk günerinden itibaren hayal kurmayı ve hayal aleminde yaşamayı sever. "Dünyanın işi bitmez!" diyerek kendi uydurduğu dünya içinde, zevkli ve heyecanlı saatler yaşar. Aile fertlerinin yanı sıra, sağdan soldan aldığı yardımlarla geçinen Teyo'nun, görünürde fazla şatafatlı bir hayatı yoktur. Ancak hayal dünyası içinde en zengin kişi odur. Dünya liderleri ile konuşur, pahalı otellerde kalır, lüks arabalara biner ve ünlü artistlerle düşer kalkar. Teyo'nun sanal bankasında milyarlarca doları vardır. Hatta Amerikan Merkez Bankası, Teyo Pehlivanın emrinde çalışır… Okur- yazar değildi ama bilmediği dil, sökmediği alfabe yoktu... Yeniçeri ağalığı sırasında kılıcının önünde Napolyon'u bile diz çöktürmüştür... Duvarda asılı kıspetine el atınca, dünyanın bütün pehlivanları altına kaçırırdı... Yüzmeyi Büyük Çermik'te öğrenmişti ama bir keresinde İstanbul Boğazı'ndan girmiş Süveyş Kanalı'ndan çıkmıştı... Eline tüfeği aldı mı, bütün hayvanlar kaçacak delik arardı...
Bir keresinde Hasankale'den attığı cirit, Ekvator'u dolaştıktan sonra geriye dönmüştü... Uydurma hikâyelerinde Atatürk, İsmet İnönü, Hülya Avşar, Sophia Loren, Demi Moore, Michael Jackson, Rıdvan Dilmen gibi ünlülere de yer verirdi. Demi Moore'u öpüşünden tanırdı, Muhammed Ali'yi yumruğuyla Müslüman etmişti. Kahvede topladığı insanlara hayal dünyasında yaşadıklarını gerçekmiş gibi anlatır, "Çok palavracısın" diyen oldu mu, o kahveye bir daha uğramazdı. Tüm bu yalanların sahibi Erzurumlu Teyo Pehlivan'dı. Başbakan Erdoğan erken seçim isteyen muhalefeti eleştirirken, "Teyo Pehlivan bunları görse herhalde pes eder" demişti. alt

İngiltere Cumhurbaşkanı Atatürk’ü ziyarete gelmiş


(İngiltere Cumhurbaşkanı Atatürk’ü ziyarete gelmiş Ankara’ya. Erzurumlu Teyo Pehlivan da tesadüf, Mustafa Kemal’in yanındaymış. Erzurum’un bir meselesi varmış, kentin ileri gelenleri çok rica etmiş. “Ata seni kırmaz, n’olur şunu bi hallediver” demişler, Teyo Pehlivan da bu nedenle Gazi’ye gelmiş!.) Rahmetli Atatürk'ün yanında oturuyorum. Gazi, İngiltere Cumhurbaşkanı Curchill ile satranç oynuyor. Hem de iddialı bir karşılaşma. Atatürk, Curchille dedi ki; -Yenersem bana ne vereceksin ? Curchill; -Sana Kuzey İrlanda'yı veririm dedi. Buna karsilik Atatürk de -'Ben de yenilirsem sana Doğu Anadolu'yu vereceğim diye konuştu. Ben hemen itiraz ettim ve Atatürk'e "Bizim ev n'olcak" dedim. O zaman Büyük Atatürk; -Teyyo Pehlivan'ın evi hariç dedi. Bu kez Curchill itiraz etti ve -Teyyo Pehlivan'ın evi yoksa ben Doğu Anadolu'yu ne yapayım dedi ve satranç oynamaktan vazgeçtiler.

Birgün gahvede oturiram

Birgün gahvede oturiram, telefon çaldi. "Pehlivan seni istirler diye seslendiler. gaktım baktım. Ariyan bizim Kars Valisi: -"Pehlivan Sarıgamış'ta denize bir cip düştü! Biz uğraştık ama çıkardamadık. Buradakiler de diler ki bu cipi denizden çıkartsa Hasan Galalı Teyo Pehlivan çıkardır. "Allahını seversen gel bize yardım et" diye yalvardı. Bunun üzerine gaktım bindim ata.

Gettim Sarigamış'a. Atladım denize, suya bir dumdum, cip suyun dibinde. Bir goluma cipi taktım, öteki golumunanda gulaç atmaya başladım ve cipi sudan çıkardım. Ama Gardaş cip bene çok ağır geldi. Tikkatli baktım ne görim.

Meğerse cipe bir de vapur takılmış. Ben de gendi gendime ola bir cip bu kadar ağır olmaz diyirdim. Kazım Karabekir falan hikayedir yani.. Birinci Dünya Savaşı zamanı Ermeni uçakları Teyo Pehlivan’ın evinin de bulunduğu Pasinler Ovası üzerinde sorti yapmaktadır. Teyo sinirlenir yerden bir taşı kaptığı gibi, uçağa sallar ve pilotu alnının çatından vurur.

Pilot celallenir ve uçağın camından sarkıp n’ooluyo lan gibi bir şeyler söyler. Teyo buna bir taş daha sallar "Bi de lanlı manlı konuşuyor deyyus de siktir get lan" der. Pilot mahcup olur, "Kusura bakma Teyo Ağa bilemedim senin köy olduğunu, simdi gidiyorum, tüm birliği geri çekiyorum" der ve böylece kuzey cephesi kurtulur.

Saat gecenin 3 ü telefon çalmıştır.

Teyo Pehlivan pek istemese de telefonu açar; - Ula bu saatte ne istirsen? kimsen? - Teyo ben Bülent. Bülent Ecevit. Teyo ocağına düştük. Kıbrıs çıkartması zor durumda. Ancak sen yardım edersin. - Haydaaa... ula Eco tarla patazlama zamanı nerden ahlıyan geldi Kıbrıs’a çahmah? Neyse dur ben baharım bi çaresiyne. Atlamış Teyo uçağına doğru Akdeniz. Bir bakmış bir grup uçak önünde... Basmış yetişmiş. Geçmiş en öndeki uçağın yanına, el etmiş pilota... Asılmışlar ikisi birden el frenlerine... Gaaarrrrrççç, durmuş uçaklar...


İndirmiş camı Teyo, pilotta indirmiş çıkışmış hemen; - Abi buyur bir şey mi vardı? - Ula nereye gidirsiz? - Amanın! Teyo pehlivan! Kıbrıs’a gidiyoruz Abicim, kusura bakma bulutlardan tanıyamadım seni, buyur bir emrin mi vardı? Sen nereye gidiyorsun? - Yoh, emrim yohtur. Bende Kıbrıs’a cidirem. Eco' ya söz vermişem. Alıp gelirıh inşallah Allah'ın izniynen. - Ohoo Teyo abi, sen Kıbrıs'a çıkıyorsan bizim ne işimiz var. Dönüyoruz çoçuklar! Der ve pilot uçakları geri çevirir. Teyo Pehlivan Kıbrıs'a çıkar. Ada huzura erer.


"ERZURUMLULUK: HAYSİYETLİLİKTİR, ERDEMLİLİKTİR. CESARETTİR, MERTLİKTİR; SAMİMİYETTİR, SADAKATTİR, VEFADIR; MÜKEMMEL AHLAKTIR; TÜKENMEZ BİR SEVGİ VE KARSIZ BİR SAYGIDIR. ERZURUM'LU OLAY VE FİKİRLERI ARAŞTIRIR; İNSANLARIN AYIPLARINI ASLA ARAŞTIRMAZ. ERZURUM'LU SÖYLENENE BAKAR, SATIR ARALARININ PEŞİNDE OLMAZ. MERTTİR AMA PATAVATSIZ DEĞİLDİR. CÖMERTTİR AMA MÜSRİF DEĞİLDİR. YÜREKLİDİR AMA SALDIRGAN DEĞİLDİR.SAMİMİDİR AMA AHMAK VE APTAL DEĞİLDİR. İNANÇLIDIR AMA YOBAZ DEĞİLDİR. HASILI ERZURUMLULUK."

İki kişi kavga ediyordu.

İki kişi kavga ediyordu. Birinin sesi çıkmıyor, biri bağırıyordu. Seyredenlerden biri, “Kavgada esas bağırmaktır, dedi. Sesinin çıktığı kadar bağıracaksın.” Adama baktım, sıska, kuru, cılız. “Başımdan geçti de ondan bilirim” dedi. “Bir zamanlar bir taşra kasabasında çalışıyordum. Bir keresinde soyuldum. Önümde de üç günlük yaya yol var. Düştüm yollara… Bir günlük yolum kalmıştı. Yorgunluktan dizlerimin bağı çözülmüş. Sıcak, açlık, susuzluk bir yandan…

Bir de baktım aşağıda bir köy. Köyün alanı kalabalık. Davullar zurnalar çalmaya başladı. Bana geliyor. Bunda bir iş var ya bakalım. Adamlar geldiler. Hoşgeldin pehlivan… diyerek beni çevirdiler. Sizin köye uğrayan güreş mi tutar, âdet mi? Ama ben güreşmem, dedim. Aman pehlivan, o nasıl söz…

Bunca hazırlığı senin için yapmadık mı? Kispetimi unutmuşum, dedim. Canım köyde kispet mi yok? Ben bu adamlara, “pehlivan değilim” desem Allah bilir bana yemek de vermezler. Kendi kendime, “Bu güreştir,” dedim, “Yenmekte var, yenilmek de… Bir iki dolanırım ortada, sonra sırt üstü uzanıveririm.” İki yiğit çıktı meydane Sağdan soldan konuşmaları duyuyorum: Yahu bu nasıl pehlivan. Sinek gibi herif. Bizim Kurt Ali bunu yer be… Sen öyle bellersin. Yiğit olan kepenek altında belli olmaz. Sen onun öyle görünmesine ne bakıyorsun? Sırım gibi herif. Namı dünyayı sardı. Meşhur Akköprülü Yusuf Pehlivan, işte bu…

Biri Namlı Akköprülü Yusuf Pehlivan… Biri er yetişmiş Kurt Ali Pehlivan… İki yiğit çıktı meydane, birbirinden merdane… Ellerimi şaplattım. Varıyorum haa!.. diye bir nağra atıp Kurt Ali’nin üstüne yürüdüm. Yürümemle, Kurt Ali’nin kendini iki adım geri atması bir oldu. Ellerimi butlarımda şaplata şaplata bir daha yekindim. Kurt Ali üç adım öte sıçradı. Herif bana oyun yapıyor, dedim. Üstüne varırken beni kapacak, tamam… Oyun yapması gerekmez, üstüme oturuverse canım çıkar. İçimden, şöyle bir yaklaşalım da, “Aman pehlivan sen benim nağralarıma kulak asma. Gözünü seveyim, beni ezme… şöyle hafiften bir savur, yeter. Ben kendim sırt üstü düşerim,” diye yalvarayım diye düşünüyorum. Ama sokulamıyorum ki…

Ben üstüne vardıkça o kaçıyor. Etraftan benim için konuşmaları duyuyorum: Şu Kurt Ali’ye bak sen, zağar olmuş kaçıyor. Canım kaçılmaz mı, herif tutsa. Allah korusun sakat edip atacak. Ben aşka gelip, Varıyorum haaa!.. Diye bir nağra ile üstüne yürüdüm. Adam kaçar, ben kovalarım. Ortada fır dönüyoruz. Bilmem ne kadar zaman geçti… Ben gittikçe hızlandığımdan, Kurt Ali geri geri gidemez oldu, bana arkasını döndü, hem ellerini şaplatıyor, birbirine vuruyor, hem kaçıyor. Sonunda bu herif bana iş edecek…

Ben ters döndüm. Kurt Ali ile çarpıştık. Onun kispetine tutunmasam yuvarlanacaktım. Elimi kispetinden bırakmıyorum. Herif zangır zangır titriyor. Belli ki kötü sinirlenmiş. Beni öldürecek. Boyuna da yetişemiyorum ki yalvarayım. Yavaşça, Eğil Pehlivan… dedim. Eğildi. Sözüm ona ense çeker gibi ensesine yapıştım. Herifinki ense değil, temel kazığı… Benim elim ensesinde at sineği konmuş gibi duruyor. Pehlivan, bir çift sözüm var, dedim. Aman ağa, önce ben söyleyeyim, bana kıyma!.. Şu köy ortasında ele güne beni iki paralık etme… dedi. Ben seninle baş edemem. Başpehlivanım diyerek karşına çıkardılar. Bu söz üzerine ben coştum, iki adım geri sıçrayıp, “Varıyorum haa!..” diyerek kükremeyle, pehlivana dalmam bir oldu. Vardım Kurt Ali’nin üstüne: Aman çabuk yıkıl yere!.. Çabuk. Yoksa ezerim seni, bitiririm işini…

Koca adam “Peki ağa!.”. demesiyle hemen yere yıkıldı. Sonra, Pehlivan Kurt Ali geldi, “ustam” diye elimi öptü. Kazandığım ödül düveyi getirdiler.” İşte böyle, kavgada nağra patlatmalı, dedi. Nağrayı patlatıp karşındakinin gözünü yıldıracaksın. Ama arkandan sahici pehlivan bastırırsa işin bitiktir. Yukarıdaki hikayeyi, Aziz Nesin’in “Gıdı Gıdı” kitabındaki bir öyküden kısaltarak aldım. Herkesin bas bas bağırdığı bizim siyaset sahnesine çok benziyor da!

MİLLİYET, 28.07.2014 - Yaman Törüner’in “Çözüm” köşesinden.

YÜKSEK KAN BASINCI

Hayvan çalışmaları, zeytin yaprağı ekstraktının yüksek kan basıncını önemli ölçüde düşürebildiğini göstermiştir (6, 7). Bu etkinin, zeytin yaprağı ekstraktının kan basıncı yükselmiş hayvanlara verilmesinden sonra ortaya çıkması veya zeytin yaprağı ekstraktının kan basıncı yükseltilmeden önce verilmiş olduğu hayvanlarda da gerçekleşmesi çok önemlidir. Bunun anlamı, zeytin yaprağı ekstraktı, yüksek kan basıncını hem önleyebilir hem de tedavi edebilir (8). Kan basıncındaki düşmeyi, kalbin sol karıncığındaki basınç düşmesi takip eder. Bu düşme de kalbin kendi koroner damarlarındaki akımı rahatlatır. İnsanlar üzerinde yapılmış ilave çalışmalarda da zeytin yaprağı ekstraktının kan basıncını düşürdüğü gösterilmiştir. Sınırlı hipertansiyona sahip (kan basıncı 120-139 ve 80-90 mm cıva) tek yumurta ikizlerinde çok etkileyici bir çalışma yapılmıştır, çalışmada tek yumurta ikizleri kullanılmış olduğundan genetic faktörler dışlanmıştır (10).

Bir gruba, günde 1000 mg kuru ekstrakt verilmiş, diğer bir gruba da yanlızca placebo verilmiştir (benzer görünüşte fakat içinde etken madde yok). 8 hafta sonunda placebo grubunda hiç bir tansiyon değişikliği olmazken, ekstrakt alan grupta ortalama 11 mm cıva sistolik (büyük) ve 4 mm cıva diyastolik (küçük) tansiyon düşmeleri gözlenmiştir (10). Ekstrakt grubunda önemli LDL kolesterol azalmaları da olmuştur. İnsanlar üzerinde yapılmış olan bir çalışmada, geleneksel bir tansiyon ilacı olan Captopril’in tansiyon düşürücü etkisi zeytin yaprağı ekstraktı ile karşılaştırılmıştır (11). Bu çalışmada, kademe-1 hipertansiyonlu (140-159 mm cıva ve 90-99 mm cıva) hastalar günde 2 defa 500 mg kuru zeytin yaprağı ekstraktı veya 2 defa 12,5 mg Captopril aldılar.

Captopril dozu gerektiğinde, 2×25 mg/gün olarak yükseltildi. 8 haftalık bir tedaviden sonra, her iki grupta da ortalama kan basınçlarında düşmeler tespit edilmiştir (sırasıyla 11,5-13,7 ve 4,8-6,4 mm cıva). Gruplar arasında istatiksel bakımdan anlamlı bir fark tespit edilememiştir. Diğer bir deyişle, zeytin yaprağı ekstraktı, reçeteli ilaç kadar etkili olmuştur. Laboratuvarda, daha yakın bir gözlemle, bu eşdeğerlik açıklanabilir. Her ne kadar zeytin yaprağı ekstraktının ve Captopril’in etki mekanizmaları farklı ise de (ekstrakt içindek aktif madde, oleuropein doğal bir kalsiyum kanal tıkayıcı olarak davranır, Captopril ise bir ACE inhibitörüdür) her ikisi de, damarlar içinde çalışarak, genişlemelerini ve sonuçta basıncın düşmesini sağlamaktadır (12, 15)

Yalan söylemek, paradoksal bir durumdur.

Ben, yalan söylemenin yapısal durumundan ziyade, İngiltere’deki Portsmouth Üniversitesi çalışanı Hollanda’lı psikolog Aldert Vrij’ın araştırma sonucundan yola çıkarak inandırıcılığı yüksek olan yalanlar söyleyebilen yalancılarda bulunan 18 ortak özelliğe değineceğim… Vrij’e göre belli başlı özellikler, yalan söylemeyi kusursuzca yerine getirebilen kişilerde mevcut. Peki bu özellikler neler? Manipülasyon Yeteneği: Vrij’e göre yalan söyleyebilen kişilerde devamlı bi’ manipülasyon uğraşı vardır. Konuşma esnasında muhatabını etki altına almaya çalışır ve bunu yaparken de son derece soğukkanlıdırlar. Oldukça cesur tavırlar sergilediklerinden ve özgüvenleri de tam olduğundan ötürü, korkusuzca konuşabilirler. [6 Puan]

Doğrudan Fazla Sapmama: Yalan söylemenin tabii ki pek çok yolu vardır. Kimileri yalan söylerken tamamen alakasız bir hikaye seçer fakat iyi bir yalancı, hikayenin orjinalinden fazla uzaklaşmaz. Zira ‘doğruya yakın’ yalanların inandırıcılığı araştırmalara göre daha yüksek. Çünkü kurgu esnasında daha az zorlanılır. [4 Puan]

Zeka Faktörü: Yalan söyleyen kişinin zekası da son derece önemlidir çünkü yalancının üzerinde aşırı miktarda bilişsel yük olur. Bunu azaltmak ve ortadan kaldırmak için kişinin zekası bir hayli işlevseldir. [6 Puan]

Hızlı Düşünme: Konuşma esnasında ne kadar fazla sayıda “hmm”, “ııı”, “şeyy” gibi ifadeler kullanırsanız, söylediğiniz sözlerin inandırıcılığı da o oranda düşer. Bu yüzden doğruyu söylerken dahi yalan söylüyormuşsunuz imajı oluşabilir. İyi bir yalancı, hızlı düşünebildiği için bu tarz ifadelerden -özellikle- kaçınır ve sözlerinin inandırıcılığına halel gelmemiş olur. [6 Puan] Özgün Düşünce: Ne kadar iyi yalancı olursa olsun, herkesin beklemediği bir soru olabilir. Bu sorular karşısında afallamamak için özgün düşünce kabiliyeti şarttır. [5 Puan]

Minimum Bilgi: Sorulan sorular karşısında olabildiğince az bilgi vererek, ayrıntılarla ilgili ‘yalancı’ durumuna düşmemeye çalışırlar. Bu sayede:”Acaba şu konuyla ilgili daha önce ne söylemiştim?” diye düşünmelerine de gerek kalmaz. [6 Puan]

Bilgi Gizleme Yeteneği: Her soruya direkt olarak cevap vermek bazen fazla sağlıklı olmayabilir. Bu gibi durumlarda olayın hatırlanmadığına ya da sorunun cevabının bilinmediğine değinmek, söylenmesi muhtemel yalanların onaylanması şartını ortadan kaldırır. [5 Puan]

Hazırcevap: Hazırcevaplılık, hızlı konuşmanın bir ürünü olarak düşünülse de aslında öyle değildir. Sorulan sorulara anında cevap verebilme, ciddi anlamda bir yetenektir. Bu yeteneğe sahip olan kişilerin söylemleri, anında belirdiğinden muhatap üzerinde ‘ifadelerin doğru olduğu’ kanısını uyandırır. [7 Puan]

Hatiplik: İyi bir yalancı olmak için konuşma kabiliyeti de bir o kadar önemlidir. Karşısındakini manipüle etme noktasında oldukça işe yarayan bir özelliktir hatiplik. [6 Puan] Duygu Maskeleme: Konuşma esnasında yalan söyleyen kişinin duygularını maskeleyebilmesi de çok önemlidir. Asıl duygularını gizleyebilen bir yalancı, iyi bir yalancıdır. [6 Puan]

Özgüven: İyi bir yalancı, özgüven noktasında sıkıntı çekmez. Kendine güven, yalan söyleme zorluklarının büyük bölümünün aşılması anlamına gelmektedir. [6 Puan]

Tecrübe: Yalan konusunda tecrübeli kişiler, suçluluk, pişmanlık, üzüntü gibi duyguların ortadan kalkmasına yardımcı olur. Yalan konusunda deneyimi olmayan biri ise bu duygularının esiri olur ve kendini ele verir. [5 Puan]

Değişikliklere Uyum Sağlama: İyi bir yalancı şartların değişikliğine gizlilik içinde direkt olarak adapte olabilir. [5 Puan]

Fiziksel Güzellik: Yalancıların en belirgin özelliği ise fiziksel açıdan çekici olmalarıdır. Zira insanların dikkatlerini fiziksel özellikleri ile celb eder, ilgiyi farklı yöne kanalize ederler. [6 Puan]

İfade Yeteneği: İyi bir yalancının ifade yeteneği, sıradan bir insana göre çok daha üst düzeydedir. İnsanlar üzerinde iyi izlenim bırakma konusunda ustalardır. [6 Puan]

Rol Yapma: İyi yalancı, rol yapar; yalanlarına inanan kişileri gördükçe özgüvenleri artar ve bu sayede daha iyi yalanlar söylerler. [5 Puan]

Kuvvetli Hafıza: İyi bir yalancı, ayrıntılarla ilgili söylediklerini unutmaz. Çelişen ifadeler muhatabın dikkatini çekebilir. Bu yüzden ayrıntıları unutmamak önemlidir. [5 Puan] Kuşkuyu Sezme: İyi bir yalancı karşısındakinin kuşkusunu sezmeyi iyi bilir. Bu sayede anında müdahalelerle inandırıcılığını artırabilir. [5 Puan]

Kısacası; usta yalancıların belli başlı bazı ortak özellikleri vardır ve bunları yukarıdaki maddelerle özetledim. Siz de kimin daha yalancı olduğunu bu testvari sorularla değerlendirip; sorulara verdiğiniz puanları toplayarak tespit ve değerlendirebilirsiniz.

KAYNAK : http://www.yazarcizer.net/yalan-soylemenin-incelikleri/

21 Eylül 2016 Çarşamba

Sevdalandığım Şehir

Sevdalandığım şehirde,
Nostalji yaşadım.
Yaşayarak yazdım.
Birden kavak yelleri esti,başımda.
Tekrar gençliğimi gördüm.
Ne güzel günlerdi,o günler.
Vurun Antepliler,diyen Karayılanın yeğitliğini,
Mahsuni'nin,Kul Ahmet'in türküleri ile büyüdük.
Arkadaşlık,dostluk,insanlık bur da,
Dağına taşına,esen yellerine hayran olduğum,
Her şeyin annemin ak sütü gibi helal olan,
Çiçeğin kukusunu,serinliğini,gizemliğini,
Sevdalandığım şehirde,
Yaşadığımı anladım.
10 Eylül 2016 Pazarcık.
-Pazarcığın meydanlarına Karayılan ve Kul Ahmet'in heykelleri dikildi.

EĞİTİM

Yaşam sevinci,çığlıklarıydı,
Bu sesler.
Okullar açıldı, medeniyetlere doğru,
Beşikten mezara kadardır,eğitim.
İlk öğretmenimi,çok sevdim,annemdi.
Cennetin bahçıvanlarıydı,öğretmenlerim.
Ne güzel güller yetiştiriyordu
Bana bir harf öğretenin kölesi olurum,diyordu.
Haziret Ali.
İlim Çin'de ise gidin diyordu,Ya Muhammet.
Bilim dinin devamıdır,yerini aldı.
Dinin temeli güzel ahlaktır..
Ahlaklı olmayan,bilim adamı olamaz.
Gördük sonuçlarını,harplerde,darplerde,depremlerde.
Tek kitaptan,milyonlarca kitapa akın ettik.
Eksiktir,insan doğarken,
Eğitimle,tamamlar,bilgilerini,
Adam olur.21 Eylül 2016 Pazarcık.Cemal Borandağ

* Kalbi eğitmeden,aklı eğitmek,eğitim değildir.Vicdan sahibi olmadan,bilgi sahibi olmak tehlikelidir.
Aristotales

19 Eylül 2016 Pazartesi

KRALİÇE


Kraliçemsin İstanbul.
Nice krallar,kraliçelerle yaşadın,
Ne harpler,darpler,depremler,yangınlar,
Gördün.
Çiğerlerim yandı.

Yedi tepede kurulmuş,
Her tepen,güzellikleri,
Hatırlatır.
Kuytu yerler,karanlıklar,entrikalar,hesaplaşmalar,
Ama,
Her yerin tahrip edilmiş.
Akın akın insanlar dolmuş.
Şehrin kargaşası,hengamesi artmış.
Sanki,başka cennet yokmuş gibi.

Mahzun mahzun akar boğaziçi,
Kız kulesi tebessüm ediyor.
Galata kulesi tarihe selam duruyor.
Boğaziçi köprüsü,genç Paris ile yaşlı koca Asyayla buluşuyor.

Artık sen yılların tecürbesini kazanmış,
Yaşlı bir kraliçesin,röküşsün,acuzesin,mamasın.
Seninle ömür geçilmez.
Sakin kentle,bozkırlar,yaylalar,dağlar.
Sevdalar,aşklar,
Bizi bekliyor.
Hayat verecek,yaşam iksiri verecek.

Yinede,her sabah,Prenses olarak doğarsın,İstanbul.

Cemal Borandağ.16 Eylül2016 Pazarcık.

7 Eylül 2016 Çarşamba

Bütün ağır psikolojik hastalıkların temelinde Narsizm yatar.


“Bütün ağır psikolojik hastalıkların temelinde Narsizm yatar”
Erich-Fromm
Açgözlülük içsel bir boşluğun sonucudur.
Bütün ağır psikolojik hastalıkların temelinde narsizm yatar.
İnanç insanın varoluşunun bir koşuludur. Sevgiyle olan ilişkisi açısından bunun anlamı kişinin kendi sevgisine olan inancı, başkalarında sevgi yaratabilme ve bu sevginin geçerliliğidir.

Sevgi bir etkinliktir. Edilgen bir olay değildir. Bir şeyin içinde olmaktır. Bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir: Sevgi; kendinden bir şeyler vermektir, karşındakinden almak değil.
Gerçek sevgi, sonunda ayrılık var gibi görünse bile, insanın sevdiği kişiyi mutlu olacağı yere doğru uğurlamaktan çekinmemesidir.Eğer kişi sevdiğini uğurlamaktan çekinir ve sahiplenmeye kalkarsa, kendine hizmet etmiş olur.
Güç, insanların çoğuna tüm şeylerin en gerçeği olarak göründüğü halde, insanlık tarihi onun tüm insani başarılar içinde en geçici olduğunu kanıtlamıştır.

Karanlıkta ıslık çalmak ortalığı aydınlatmaz.
Psikiyatri bazı kimselerin akıllarını kaçırma nedenleriyle ilgilenir ama asıl sorun, insanların çoğunluğunun neden akıllarını kaçırmadığıdır.
Ancak kendinden bir şey verebilen kişi zengindir

İnsanın yaşamdaki ana görevi kendisini doğurmak, olma potansiyeline sahip olduğu şeyi olmaktır. Çabasının en önemli ürünü, kendi öz kişiliğidir..
Modern insanın mutluluğu, vitrinlere bakarak kendinden geçmek ve parasının yettiği her şeyi peşin ödeyerek ya da taksitle satın almaktır.
Derin ve ihtiraslı sev! Kalbin kırılabilir ama hayatı dolu dolu yaşamanın tek yoludur.

Tüm uygarlığımız, karşılıklı kar sağlayan bir alışveriş düşüncesi, satın alma açlığı üzerinde yükseliyor.
Direnme gücü, dünya evet sözcüğünü duymak istediğinde hayır diyebilme yetisidir.
İnsanın hayattaki temel görevi kendisini doğurmaktır.

İyileşmenin ilk şartlarından birisi de; kişinin şaşırarak kendi bilmediği yönlerini tanımasıdır.
Gerçek hiçbir zaman şiddet tarafından çürütülemez.
İnsanın insana kattığı anlam dışında yaşamın hiçbir anlamı yoktur. İnsan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.

Topluma lüzumsuz bilgiler verirseniz, gereksiz bir kalabalık oluşur…
Düşünmek günah işlemeye benzer, insan onun zevkini bir kez tattı mı artık ondan bir daha vazgeçemez.
Anlaşılan şu ki, ortalama insan için büyük bir gruba ait olmamanın hissi kadar dayanılmaz bir his yok.

Sevgi, özgürlüğün çocuğudur, hiçbir zaman baskının ve şiddetin değil.
Seven, sevileni her zaman özgür bırakmalı, Ve sevdiğinin ruhuna inanmalıdır.
Daha iyi olanı değil, sana kendini daha iyi hissettireni seçmelisin.

Mutluluk tanrıların bir hediyesi olmayıp insanın içsel üretkenliğinin bir başarısıdır.
Bir şeyi yapamayacağıma inanırsam, yapamam. Ama yapabileceğime inandığımda, başlangıçta buna gücüm olmasa bile bu gücü elde ederim.
Geçmişin tehlikelerinden biri köle olmaktı, geleceğin ki robot olmaktır.
Erich Fromm

6 Eylül 2016 Salı

Sarhoş Olunmaz


- sarhoş olunmaz.
-- konuşulan masada kalır, kayıt not tutulmaz.
-- fotoğraf çekilmez.. dışarıdan çekene kızılmaz.
-- telefonla konuşulmaz.. çalarsa rakı içiyorum der kapatılır.
-- telefonla oynanmaz masaya iPhone, Blackberry konulmaz.
-- muhabbette biçem, izlek, imgelem gibi kelimeler kullanılmaz.
-- kadınlar silip oturur: rakı bardağında ruj izi olmaz.
-- lüzumsuz şirin olunmaz.
-- rakıda hızlı gidene karışılır, yavaş düşene karışılmaz.
-- argo konuşulur, asla küfür edilmez.
-- hey, hişt, pişt.. gibi ünlemler kimseye kullanılmaz.
-- memleketi herkes meşrebine göre kurtarır, karışılmaz.
-- yemek değil meze tırtıklanır, karın doyurulmaz.
-- şalgam suyu, soda, ayran yanına konur içine konmaz.
-- masada kitap, dergi, hele laptop asla bulunmaz.
-- isteyene zeki müren, isteyene giuseppe verdi sırayla dinlenir.
-- müzik duyulacak kadar açılır, bağırtılmaz.
-- hüzün ve neşe kardeştir masada.
-- masada ağlanmaz, ağlayan varsa konu değiştirilir, avutulmaz.
-- el kol fazla hareket etmez.
-- tartışılır, kalp kırılmaz.
-- aynı anda konuşulmaz, söz kesilmez.
-- masaya sigara dumanı üflenmez.
-- bir rakı içilirken başka marka övülmez.
-- rakı masasında sessizlik olmaz.
-- zırt pırt tuvalete gidilmez.
-- azıcık uçulabilir ama yalan dolan olmaz.
-- biradan başka cila olmaz, cila birası bir küçüğü geçmez.
-- rakı sonrası kahve, şekerli içilmez.
-- rakı yalnız içilmez, meyhanede bile biri eşlik eder.
-- garsona rakı doldurtulmaz.
-- rakıdan önce su, sudan önce buz konmaz.
-- rakı sek içilmez, fondip yapılmaz.
-- güneş tepeden inmeden önce rakı içilmez.
-- büyük konuşanla rakı içilmez.
-- çok konuşanla rakı içilmez.
-- sessiz duranla rakı içilmez.
-- şakadan anlamayanla rakı içilmez.
-- rakı sofrasında iş dedikodusu yapılır, iş konuşulmaz.
-- küllüğe limon kabuğu, zeytin çekirdeği konmaz.
-- tabakta asla sigara söndürülmez.
-- bardak boş bekletilmez, bardak seni hasretle bekler
-- izinsiz masadan tuvalete dahi kalkılmaz.
-- şerefe.. yeterlidir, kadeh tokuştururken yaratıcı olunmaz.
-- garsona yada yanındakine balık ayıklatılmaz.
-- personele ve mekan sahibine hatır sormadan rakıya başlanmaz.
-- içi görünmeyen kadehte rakı içilmez.
-- boğaza, yeleğe peçete takılmaz, dize peçete konmaz.
-- hiçbir durumda ve fikirde ısrar edilmez.
-- racon kesilmez.
-- muhabbette ukalalık, kıskançlık olmaz.
-- rakı sofrası süslenmez.
-- yan masanın muhabbeti dinlenmez.
-- başka masaya ve birine uzun bakılmaz.
-- masadan kopuk muhabbet edilmez.
-- çiftler el ele tutuşmaz, oynaşmaz.
-- sallanan masada içilir, sallanan insanla içilmez.
-- bunlar kendiliğinden olur, kasarak yapılmaz.

hepsinden önemlisi, bir kadınla içiyorsan, asla sarhoş olunmaz.. hesabını kitabını öyle yapıp içeceksin.. kadın sana güvenip sarhoş olabilir, onu adam gibi taşıyacak olan sensin!

(Aydın Boysan'a teşekkürler)

5 Eylül 2016 Pazartesi

TOPAL BACAKLI MAREŞAL


Siyah beyaz fotoğrafa bir bakın önce.. Bir cenaze töreni yapılıyor. Tabloya bakılırsa önemli biri olmalı. Balkonda ise tabutta yatanı selamlayan bir asker var. Kıyafetine bakılırsa Türk değil gibi. Ama yüksek rütbeli bir asker olduğu belli. Hadi gelin bu adamın hikayesine kulak verelim. Bu adamın duygu dolu ibretlik hikayesine..

Sir William Birdwood. Çanakkale savaşında Anzak Orduları Başkomutanı. Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e üç kere yenilir savaşta, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen onun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder. 1935 yılında Mareşal olur son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Atatürk öldüğünde de rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul’a gelir. Bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürür. Ankara’daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan tabutun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar elindeki asayı kaldırarak selamlar onu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır.

Tören sonrasında hemen ayrılmaz birkaç gün daha kalır Ankara’da. Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar, şu anıyı anlatır onlara:

Tarih 20 Kasım 1918 (Bir kaynağa göre 16 Kasım).. Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir. Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar.

-“Buyursunlar” der Mustafa Kemal.
İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister:
-“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?”
Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi. Oysa o, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi - yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur.
“-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar.
Birdwood ricasını yineler:
-“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.”
Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek;
-“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?”
-“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.”
Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizer:
-“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?”
-“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.”
Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal’de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirir:
-“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.”
Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar:
-“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek:
-"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.”
Ve saklar. Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir.

NOT: Ne denir ki.. Düşmanlarının bile sevdiği, değerini takdir ettiği, hayranlık duyduğu bir adam. Günahıyla sevabıyla ülkenin kurucusu. Çok daha fazlası olmalı elbet ama sakat bacağıyla acı çeke çeke onun tabutunun arkasından yürüyen şu adamın gösterdiği saygıyı gösteremeyen ve yetmezmiş gibi bilir bilmez hakkında atıp tutan, hakaretler eden insanlarımız var. Vefa bir semt ismi miydi sadece İstanbul’da?

Kaynak: 1- Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları, (1899 - 16 Mayıs 1919), Sadi Borak, 2. Basım 1998, Kaynak Yayınları, ISBN: 975-343-233-X. Sayfa:153-155
2- Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. Prof. Dr. Utkan Kocatürk. Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara 2007 İkinci Basım. ISBN: 975-16-1191-1. Sayfa: 119

2 Eylül 2016 Cuma

Bir fotoğrafın hikayesini

Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare (Ödünç) Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar:

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

KAÇAN DELİLER!


Olay gerçektir. Elazığ'da geçer. 1960'lı yıllar! Elazığ Akıl hastahanesinden personelin bir ihmali sonucu bütün deliler kaçar, Elazığ’ın cadde ve sokaklarına dağılırlar. Toplam 423 deli kaçmıştır. Mülki makamlar panikler, Başhekime koşup "Doktor bey ne yapalım?" diye sorarlar. O zamanın ünlü doktoru Mutemet Bey hastahanenin başhekimidir. Mutemet Bey : "Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin" der. Doktor önde birkaç personeli arkasında Kara trencilik oynayarak bütün Elazığ’ı "çuf çuf" nidalarıyla dolaşırlar. Başhekimin tahmini tutmuştur, bütün deliler bu kuyruğa girer vagon olurlar. Lokomotif, yani başhekim Mutemet bey yönünü hastahane'ye çevirince tüm kaçan deliler hastahaneye geri dönmüş olurlar. Sorun çözüldüğü için Mülki makamlar ve doktorlar, trencilik oynayıp hastahaneye döndükleri için de deliler hallerinden çok memnundur.
Ancak esas sorun akşam yoklama yapıldığı zaman ortaya çıkar; Hastaneye trencilik oynayarak gelenlerin sayısı 612 kişidir.

Tanri eşşeği yarattı

Tanri eşşeği yarattı ve ona dedi ki:
“sen bir eşeksin. Sabahtan aksama kadar yorulmadan, yakinmadan çalisacaksin ve agir yükleri sirtinda tasiyacaksin. Ot yiyeceksin az akilli
olacaksin ve 50 yil yasayacaksin”.
Eşşek cevap verdi: “50 sene böyle bir hayat için çok çok fazla, lütfen bana 20 yildan fazla verme!” ve öyle oldu...
Sonra tanrı köpeği yarattı ve ona dedi ki: “Sen bir köpeksin. Insanlarin mallarini koruyacaksin, onlarin en yakin dostu olacaksın. Geriye kalan artıkları yiyeceksin ve 25 yil yasayacaksın.”
Köpek cevap verdi: “Tanrim, 25 yil böyle yasamak çok fazla. Bana 10 yıl ver yeter” ve öyle oldu...
Daha sonra Tanrı maymunu yarattı ve dedi ki: “Sen bir maymunsun. Agaçtan agaca salinacak ve bir aptal gibi davranacaksın. İnsanları eğlendireceksin ve 20 yil yasayacaksın”.
Maymun cevap verdi : “20 sene dünyanın palyaçosu olarak yasamak çok fazla. Bana 10 seneden fazla verme”. Ve böyle oldu...
En sonunda Tanri erkegi yaratti ve ona dedi ki:
“Sen bir erkeksin. Dünyada yasayacak tek rasyonel düsünen canli olacaksin. Diger yaratilmislara zekani kullanarak hükmedeceksin.
Dünyayi yöneteceksin ve 20 yil yasayacaksın.”
Erkek cevap verdi : “Tanrim, erkek olmak için 20 yil yetmez. Lütfen bana esekten artan 30 yili, köpekten artan 15 yili ve maymununun 10 yılını ver. ”
“Tanrı bunu kabul etti ve erkek 20 yıl erkek olarak yasadı sonra evlendı ve 30 sene esek olarak
sabahtan aksama kadar çalıştı ve ağır yükler tasıdı. Sonra çocukları oldu ve 15 yıl köpek gibi yasadı, evi korudu, aileden artanları yedi. Sonra ilerleyen yasında 10 yıl maymun olarak yasadı. Aptal gibi davrandı ve torunlarını eğlendirdi. Bu güne kadar böyle geldi...”.

Babalar en kutsal varlıklar olan Annelerin gölgesinde kalan gizli kahramanlardır!

___ Evin en öksüzü babalardır, en yalnız, en kimsesizi, herkese kimse olurken. Evin direği olurken kendisi direksizdir, dayanacağı kimsesi pek yoktur. Çünkü o hep güçlü olmak zorundadır. O zayıf olamaz Çünkü o kahramandır, o güçsüz olamaz Çünkü o kahramandır, o ağlayamaz Çünkü o kahramandır, hep kahraman olmak, öyle kalmak zorundadır. Yoksa silebilir herkes onu. Küçümser, erkekten bile saymaz.

___ Batan gemiyi en son terk eden baba iken, uçan bir balonda, fazla ağırlıkların atılması aksi halde balonun düşme ihtimalinin olduğu anlarda, aileden ilk atılacak kişi babadır.

___ Hayatını ailesine adasa da, ne eşine ne de çocuklarına yaranabilir tam anlamıyla. Kimsesi kalmaz zaten memleketi belli olduğunda. Hani sormuşlar ya adama nerelisin diye. O da demiş henüz evlenmedim diye. Ne ilk ailesine,ne de yeni ailesine yaranamaz, arada kalır. O yüzden ailelerde hep dayılar, teyzeler sevilir ya. Amca hele ki hala pek bilinmez genelde.

___ Aile içi yetmez gibi, hep annelik yüceltilir onun yanına ayıp olmasın diye babalık da eklenir. Anneler gününün bütün ihtişamına, şatafatına, her yerde vurgulanması ve insanları harekete geçirmesine rağmen, babalar günü unutulur, ya da babalar gününde hatırlanır ve öylesine geçiştirilir.

___ Evin dış kapı mandalı gibidir çoğu zaman. Evin en yalnızıdır Bu yüzden en son babalar duymaz mı? Ya saklanır, ya yalan söylenir ya da paylaşma gereği duyulmaz. Bunda elbet hoşgörüsü az babanın da suçu ve katkısı vardır ama yine de ne yapsa yaranamaz, yakınlaşamaz. Belki çocuklarıyla yakınlaşmak ister ama malum ataerkil kurallar, toplum baskısı, utanç duygusu buna engel olur, ne sevdiğini gösterebilir ne de sevilmek istediğini...

___ Babanın aile de en sevdiği birey kadındır, eşidir. Eşinin ise en sevdiği çocuklarıdır, kendisi değil. En büyük aşk evliliklerinde bile, sevgilisi doğum yaptığında bir anda artık sevgilisi değil, anne olur, kendine biçtiği en büyük rolü olur sevgilisi.

___ Baba en çok anneyi sever, anne en çok yavrusunu sever, yavrusu ise en çok eşini sever, eşi ise en çok yavrusunu sever. Bu böyle devam eder durur, hayatın kanunu gereği.

___ Bir yeri acıyan çocuğun hiç babam dediğini duydunuz mu? Babası yanındayken bile anam demez mi?

___ İyi bir işi olması gerekir, zengin olması gerekir. Çocuklar bile birbirlerini heyecanlandırmak için, iki kişinin omuzlarında daha fazla ileri gitmek için, bakalım kimin babası daha zengindir, derler.

___ Anne ya da çocuklar işsiz olabilir, kimse bunu çok görmez onlara. Ama baba işsiz olamaz. Düşünün erkek çalışır kadın ev hanımı ise sorun yok ama tersi durumda erkekten bile sayılmaz. Evin geçimini karşılamak zorundadır, hem de şartlar ne olursa olsun. Dışarıda onca karşılaştığı kötülük ve güçlüklerle uğraşırken, eve gelip sığınmak, salmak isterken kendini, evde eşinin kaprislerini çekmek, çocukların sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalır.

___ Belki ağlamak ister onların yanında, onlarla... Yapamaz!

___ Evin şerefini, evin namusunu korumak zorundadır. Kızının ilk aşkı kendisi olsa da, büyüyünce kızı artık aldatır babasını ve başka gençlere kayar gönlü. Babasına bin bir naz yapan o kız ise sevgilisinin, eşinin her dediğini yapar. Evde yıllarca babası ile çatışan, özgürlüklerini elde etmeye çalışan, oğlu ise eşinin yanında muma döner. En acısı ise yıllarca gözünden bile koruduğu o güzeller güzeli kızını, gözbebeğini gelir adamın biri alır elinden, gözünden sakladığını başka gözlere verir. Değil birinin ona dokunması yan gözle bile bakmasına dayanamayan baba, teslim eder bir başkasına elleriyle. Üstelik bir de düğün dernek yapmak zorundadır, oynamak zorunda kalır sanki eğlenirmiş gibi.

___ Yıllarca dışarıda deli gibi çalışırken, bebekken hiç büyümeyeceğini düşündüğü yavrularının değiştiğini bile fark edemez, birey olduklarını. Ona bağımlı iken onlar, bir anda bağımsızlıklarını ilan etmeye başlarlar, küçük bir hayal kırıklığıyla karşılar, yapacak bir şey yoktur.

___ Bizim gibi toplumlarda, erkek evladından çok kızına değer veren, her şeye rağmen onun için her şeyini feda eden babaların önünde sevgiyle eğiliyorum.

___ Sizler büyük insanlarsınız…

(Bunca zorluğuna rağmen Baba olabilmiş tüm özel insanlara ithaftır...)

( Devran TİGLİ)

Kızım gelecek birazdan Çok az vaktimiz kaldı,

Kızım gelecek birazdan Çok az vaktimiz kaldı, hala ürperiyor ve korkuyorum Ya duramazsam ayaklarımın üzerinde? Ya bırakıpta kendimi ağlarsam gözünün önünde? Hayır yapamam! Bu olmamalı Toparlanmalıyım bir an önce Her zamanki gibi dik durmalıyım karşısında Hem kızımı "erkekler ağlamaz, hele babalar hiç ağlamaz" diye inandırmıştım Sürdürmeliyim o koca yalanı Kızım gelecek birazdan yanıma Canımın yongası, yüreğimin ta şurası Daha şimdiden hissediyorum belimin orta yerinden kırıldığını Çözüldüğünü dizlerimin bağını O gelmeden kendimi toparlamalı ve alıştırma yapmalıyım Onu gelinlik içinde görür görmez "prensesler gibi olmuşsun kızım" demeliyim Ya da yok "Canım yavrum, o kadar güzel olmuşsun ki seni vermekten vazgeçebilirim" demeliyim Ya da şöyle diyeyim en iyisi "Birisi cennetin kapılarını açık bırakmış da bu melekler güzeli buraya mı kaçmış?" desem Ama ağlar ben bunları söylersem Zaten o benim hep prensesim, hep melekler güzelimdi En iyisi hiçbir şey demeden "Hayırlı uğurlu olsun kızım, Allah başınızı bozmasın"diyeyim kestirmeden Ama bu da çok katı olmaz mı?

Olsun, zaten kızım beni hep katı bilirdi Bir yere gitse "neredeydin?" diye Gittiği yerden geç gelse " kız başına bu saate kadar ne geziyorsun?" diye kızardım O da surat asar, bazen karşılık verir giderdi karşımdan Ama benim ona hep kızdığımı ve baskı kurduğumu düşünsede Hiç kızmadım ben melekler güzelime Kızamazdım, kıyamazdım Başına bir şey gelir, incinir, korkar da yanında ben olamam diye titrerdim Onun tırnağına taş deyse benim yüreğime kan akardı Onun saçının teli kopsa benim yüreğim doğrulmazdı Babaydım ben, sevdiğimi değilde hep tepkilerimi belli ederdim Hep sevdim onu belli etmeden Geceleri az mı izledim gizli gizli uykusunu bölmeden Az mı dua ettim "Allah'ım alma canımı kızımın mutlulukla mürvetini görmeden" Kızım gelecek birazdan Daha doğrusu öpüp elimi helallik isteyecek, uçacak yuvadan Boğazım düğüm düğüm, yüreğim iki büklüm Keşke açabilsem de yüreğimi öpse kızım kanayan bu yaramdan Öpse de geçse acısı her yandan Kızım gelecek ve gidecek birazdan Kızım gidiyorsun da yokluğuna nasıl dayanacak bu ruhsuz sandığın baban? Ağlarsam eğer sanma ki sadece mutluluktan, hepsi ayrılıktan tomurcuğum Hepsi ayrılıktan Çok sevdi seni baban Çok ağladı içinden ama gözünden yaş akmadan Hasta olduğunda, düştüğünde, üşüdüğünde, üzüldüğünde Katı değildim ben kızım Sadece sana karşı hassas ve zayıf olduğumu bilme diyeydi hepsi Yani kınalı kuzum hepsi yalandan, hepsi korkudan Seni çok seviyorum kızım Gidişine kan ağlasamda yine yalan söyleyeceğim sana Mutluluktan ağlıyorum desemde halbu ki ayrılıktan Halbu ki yokluğuna alışamayacak oluşumdan Güle güle git diyecek kızına bu yorgun babası Mutlulukla dolsun diyecek evi, yuvası İncinmesin yüreğin, akmasın diyecek gözünün yaşı Kurban olur ona babası Desem mi ona acaba "Hadi babası, öp de geçsin bu ayrılık acısı"...

(ÜLKÜ)

İki hasta adam aynı hastane odasında kalıyordu.

İki hasta adam aynı hastane odasında kalıyordu. Hastalardan birine akciğerlerindeki sıvının akması için öğleden sonraları bir saatliğine dik durmasına izin verilmişti. Onun yatağı odadaki tek pencerenin yanındaydı.

Diğer hasta ise tüm gününü yatağında uzanarak geçirmek zorundaydı. Birbirleriyle saatlerce konuşurlardı; eşlerinden, ailelerinden, askerlik anılarından, gittikleri tatil yerlerinden…

Pencerenin yanındaki hasta her öğleden sonra yatağında doğrulduğunda zamanını pencerenin dışındaki gördüğü her şeyi oda arkadaşına anlatarak geçiriyordu. Diğer yataktaki adam ise bir saatlik bu dilimde dış dünyadaki tüm yaşantılarla ve renklerle kendi hayatını genişletiyor ve canlandırıyordu. Pencere güzel bir gölün yanındaki parka bakıyordu. Gölde çocuklar oyuncak gemilerini yüzdürürken ördekler ve kuğular da suyun üzerinde oynuyordu.

Genç âşıklar her renkten çiçeklerin arasında kol kola yürüyorlardı ve şehrin silueti uzakta görülebiliyordu. Pencerenin yanındaki adam bunları en ince ayrıntısıyla anlatırken, diğer taraftaki adam gözlerini kapatıp bu hoş manzarayı hayal ediyordu. Sıcak bir öğle sonrası, pencerenin yanındaki adam ilerleyen bir bando takımından bahsetti. Diğeri bandoyu duymamasına rağmen pencerenin yanındakinin açıklayıcı kelimelerinin yardımıyla sesleri zihninde canlandırdı.

Günler, haftalar, aylar geçti. Bir sabah hemşire hastaların odasına banyo suyu getirdiğinde pencerenin yanındaki hastanın ölü bedenini buldu – sessizce ölmüştü. Hemşire üzüldü ve ölü bedeni alması için hastane görevlilerini çağırdı. Makul gördüğü en kısa zamanda diğer hasta pencerenin yanına taşınmak istediğini belirtti. Hemşire bu bu isteği mutlulukla yerine getirdi ve hastanın rahat ettiğinden emin olduktan sonra odadan ayrıldı. Hasta, yavaşça ve acı çekerek dışarıdaki gerçek dünyaya bakmak için kendini dirseğiyle destekleyerek doğruldu.

Yatağın yanından pencereye dönmeye çabaladı. Onu boş bir duvar karşıladı. Hemşireyi çağırıp ona pencerenin dışındaki öylesine harika şeylerden bahseden merhum oda arkadaşın neden böyle bir şeye gerek duyduğunu sordu. Hemşire merhumun kör olduğunu, duvarı bile göremediğini söyledi, ve “Belki de sadece seni cesaretlendirmek istemiştir” dedi.

*** Son söz: Başkalarını mutlu etmenin muazzam bir mutluluğu vardır, kendi halimize rağmen. Kederi paylaşmak yükünü hafifletir, ama paylaşılan mutluluk ikiye katlanır. Eğer zengin hissetmek istiyorsan paranın satın alamadığı, senin sahip olduğun her şeyi gözünün önüne getir. ‘Bugün bir hediyedir, bu yüzden ona Allahın lütfü denir.’

Boş zamanlarında

Boş zamanlarında tohum tüccarlığı yapan HOCA'nın biri geçen hasat mevsimin ardından cemaatini toplar ve vaaz adı altında akıl verir, buğday ekmel-i, pİrinç ekmel-i, mısır ekmel-i, nohut ekmel-i der ve uzatır gider, arka saflarda oturan bir delikanlı kalkar ve hocaya sorar," hocam biz tarlaya arpa, buğday, mısır, nohut ekiyoruz amma tarladan hıyar çıkıyor. Bu nasıl bir keramet" der. Hoca da dayanamaz "keramet toprakta değil delikanlı, size tohumu gönderen yavşakta" der.

ANLAMANIN GİZEMİ

Zor bir bilmeceyi bulmacayı çözmek gibidir , anlamanın gizemini çözmek. Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır ve lezzet verir. Hayat ne otuzunda nede kırkında başlar. Hayat farkında olduğun anda başlar. İnsanı anlamak aşkı tatmak mı.

Çok kötü kazadan hastalıktan kurtulmak mı. Zengin olmak dünyayı dolaşmak, şiiri yaşamak , tasavvur mudur. Bilim ve sanatla uğraşıp , hayatın gizemini anlayıp insanlıkla paylaşmak mı. Yazılarla sevdalanmak , şiirlerle kara sevdalı olmak mı. Hayattı ,yaşamak evlenip dünya evine girmek mi. Yoksa ,Robinson cruze gibi bir adaya kapanmak mı, bir manastıra , bir dergaha kapanıp hayatın gizemini çözmeğe çalışmak mı, yoksa , yaşa gel, geç midir hayat! Bilim adamları dünyanın gizemini çözmeye çalışıyorlar.

Milyonlarca yıl çözülemeyen sırrı , acaba yine bilim mı çözecek. Daha birkaç yüz yıl önce dünya yuvarlaktır diyen Galile ye ancak şimdi hak veriliyor. Uzayda sayılmayacak kadar yıldızlardan biri olan güneşin etrafında dokuz gezegen dolaşıyor. Şimdilik sadece dünyada hayat var, deniyor. Acaba milyonlarca yıldızdan biri olan güneşin etrafında dönen dünyada hayat varda , milyonlarca yıldızın etrafında dolaşan gezegenlerin birinde hayat olmaz mı? Şimdi ki mantıki çözüme göre neden olmasın diyoruz. Buzullarla kaplı olan dünyada ,milyon sene geçtikten sonra tek hücreli canlılardan ,şimdiki insan oğlu türemiştir.

Dünyanın soğuması ile beraber, artık tek canlı yaşamayacağına göre , insan oğlu hayatını devam ettirmek için başka bir gezegen bulabilecek midir. Bu bilimsel gelişmelere güvenebilirsek , insanoğlunun başaramayacağı bir şey yok gibi , neden olmasın deniyor. Anlamanın gizemi önce insanoğlunu anlamak, sonra yaşamı kolaylaştırarak imkanları kazanmak ve daha sonra da , dünyanın hayatın gizemini çözmek midir acaba . Hayatın gizemini çözen sanatçılar, en güzel eserlerini verirken ve hayatın , gizemini çözerken ve çözdükten sonra , belki de o zaman yaşamın anlamı olacaktır. Hep insan oğlu hayatın gizemini çözmek için , buluşlar icatlar yapmışlar, hastalıkları önlemek, insan ömrünü uzatmak, belki de lokman hekim gibi ölümsüzlük iksirini bulmak için uğraşmışlardır ve uğraşacaklardır. Sonuç hep hücre sistemine göre olduğuna göre hayat , yaşlanan hücreleri yenilemek ömrünü uzatmak, hücrelerin devamlı değişime uğrayarak , gençleştirerek insan hangi yaşta yaşamak istiyorsa o yaşta kalacak ve hayatın anlamı , gayesi ve gereği ne ise o olacaktır. Belki ölmek isteyecek ama ölümü gerçekleştirmeyecektir.

O zaman doğumları önleme yoluna baş vurulacak . kendini yenilemeyen bir neslin fonksiyonu ne olabilir ki. Anlamanın gizemini çözdükten sonra , sanki yaşamak daha anlamlı. Aldığımız nefesimizin sağlığımızla ilgili olduğunu , sağlığımıza dikkat ettiğimiz müddetçe , yaşama zevkinin daha iyi olacağını anlıyoruz. Roman hikaye öykü okudukça sanki oradaki anlamı gizemi kurguyu daha güzel anlıyoruz.

Sanki her şeyi daha iyi anlayıp yaptıklarından da , daha da zevk alıyoruz. Ama karşınızdaki insanların aynı anlayışta olmadığında, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Oysa ki onlarda kitap okuyarak bilimle uğraşarak felsefi psikolojik kitapları okuyarak anlamanın gizemini çözemezler mi? Ben anlıyor olabilirim, medeni ölçüler içinde konuyu tartışarak , daha güzel atmosfer de düşünce değerlendirme yapabiliriz . Belki de ben yanılıyorumdur, ukalalık yaparak her şeyi en iyi ,ben bilirim en güzelini ben yaparım diyebilirim.

Ben ,düşüncesin den, sıyrılıp, olgunca olayları değerlendirip karşımızdaki insanların , yanlış düşüne bilirliği ve doğru düşüne bilirliği, değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmeler ile , onu da ikna edip en azından onun da doğru düşünmesini bir başkasına aktarması ile oda aynı şekilde, birini ikna ile doğru bilimsel pozitif düşünce sistemini yakalayıp, böylece insanlığa katkımız olmaz mı? deniz yıldızı hikayesindeki gibi. Hayatın gizemini anlayıp, bilerek yaşamak mı güzel, bilmeden yaşamak mı? Araştırma yapan her konuyu inceleyip , sık eleyip, ince dokuyan , bilim ve araştırmaya önem veren insanlar , daha mutlu mu olur ? Y

oksa her şeyi bilmenin verdiği bir mutsuzluğumu yaşar. Kimileri ,hayatı çokta fazla incelemeden olduğu gibi kabul edip suyun akışına göre yaşamaktan daha mutlu edebilirler . Belki de bazıları ,yaşamda anı yaşamaktan, daha da fazla mutlu olabilirler . Geleceği hayal ederek yapacakları projelerden se , yaşamı kendi içinde gerçekleştirerek mutlu olabilirler. Belki de bu günü güzel yaşamaktan haz duyabilirler.

Yaşamın verdiği yorgunluktan dolayı geçmişe özlem duyarak yaşamanın , önceler de daha güzel olduğunu düşünerek ,bu dünya bir ömürlük ,öbür dünya sonsuza kadar , diye düşünüp, bu dünyaya boş verip yaşamı anlamsız düşüne bilirler. Bu dünyada bir hanımın kahrını çekiyoruz, ama Allah izin verirse cennette , yetmiş iki huri verecekler avuntusu ile daha da mutlu olabilirler. Mutlu olmak anlık bir olay mı? Yoksa devam eden bir şey mi. huzurlu olmak mutluluk tan bir parça değil mi? Evlilik te eşler acaba , anlamanın gizemini çözmüşler midir?

Yoksa gençliğin verdiği ateşle beraber yaşamayı mı seçmişlerdir. Birbirlerini anlamanın gizemini çözdükten sonra, sorun yaşanır mı? Doğanın verdiği görevler vardır. Erkek dişi insan olmalarına rağmen biyolojik duygusal yapısal olarak bir çok yönden birbirlerinden farklıdır. Acaba beraberliği sağlayan sağlık mıdır, düşünce midir, gençlik midir, yoksa biyolojik nedenler midir. Bir insan düşünün ,aynı aile de olan kardeşleri ile anlaşamıyorken bir diğer ailenin görgüsü bilgisi yapısı farklı olduğu halde nasıl anlaşabiliyor? Yoksa ortak akıl kullanıp birbirlerini hoş görüp kusurlarını görmemezliğe vurmakla mı anlaşıyorlardır.

Ortak yaşam alanın da her kez birbirini mutlu etmek zorun da mıdır? Yoksa, kimse, kimse ye mecbur değil mutlu etmeğe deyip de, şimdi ki nesil gençlerinin yaptığı gibi tak sepeti koluna, her kez yoluna mıdır. Çözüm belki de şundadır. Sorun, görücü usullerinin baskısın dan bıkan gençlerin ne yapacaklarını bilmemelerinden, kaynaklanıyordur. Kendi kişiliği ile yetişen insanlar, daha sağlıklı karar veriyorlardır. Meşhur filozof Diyojen ‘in sözü, evlenirsen ya mutlu olursun ya da filozof demiştir. Yoksa Fransızların söylediği gibi evli olup mutsuz olacağıma bekar kalıp mutlu olurum.

Çözüm mü dür. Birbirine canım cicim değip rol kesenler belki de en mutsuz insanlardır. Doğal yaşayarak , özgür yaşayarak daha mı mutlu oluna bilir? Herkesin ,birbirinin hakkına saygı duyarak yaşaması mı güzeldir , yoksa biri diğerini halkalı köle yapmaya çalışması mı güzeldir. Ben efendi olmasını isterim , saygılı olmasını isterim, yakışıklı bakımlı olmasını isterim, yemek yapacak, bulaşık yıkayacak çocuklarına çok iyi bakacak benim bir dediğimi iki etmeyecek . Benim erkeğim güvenilir sabırlı hoşgörülü bencil olmayan geniş yürekli soğuk kanlı hizmetkar, affedici ve çok iyi dinleyici olmalı , gerekiyor diyorsa. Sen koca değil kendine halkalı köpek istiyorsun demektir.

Ruh ikizi arama , Aslında bütün mesele karşılıklı anlamanın gizeminde saklıdır. Mesele, bu dünyaya bir kere gelme hakkımız var, ikinci defa gelme hakkımız ve bu hayatın provası yoktur. Yaşamın güzelliklerini tatmak, mutlu olmak ve sağlıklı olmak , sevmek ve sevilmekle yaşamak ne güzeldir. Elbette hayat düz asfalt değildir. Kazası var belası var ,hastalığı var, iflas etmek var, var oğlu var. İyi gün dostu olmadan ,hayatı anlamlı yaşamak ,birlikte olmak ,sürekli kendini geliştirmek güzel bir şey değil midir? Başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın var ise, Mutlu bir, kadının yanın da , mutlaka mutlu etmesini bilen bir erkek vardır.

CEMAL BORANDAĞ

Genç üniversite öğrencisi...

Bir üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;

-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?' Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.

-'Evet her şeyi Tanrı yarattı!' Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar. Profesör devam eder;

-'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığım 'Kesinleştirme' prensibine göre de Tanrı şeytandır.’ Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve verecek yanıt bulamayarak yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez dahaTanrı’nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.Buarada bir öğrenci ayağa kalkar ve -Bir soru sorabilir miyim profesör? der. Profesör de sorabileceğini söyler. Öğrenci ayağa kalkar ve -'Soğuk var mıdır? diye sorar. Profesör;

-'Nasıl bir soru bu böyle,tabii ki vardır ' diye yanıtlar. 'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?'Öğrenci ;- 'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur. Yaşamda/realitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F) sıcaklığın kesin yokluğudur (hiç olmadığı seviyedir). Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder, - Profesör, karanlık var mıdır?

Profesör ;-'Tabii ki vardır'. Öğrenci yanıtlar, -'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü, karanlık da yoktur. Yasamda/realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık, insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/mekân için kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;

-'Efendim şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;

-'Tabii ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.' der. Öğrenci devam eder;-'Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğuk da olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı, şeytanı yaratmadı. Şeytan/kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.Profesör yerine oturur. Genç öğrencinin adi ALBERT EINSTEIN’dır.

ALAMANYA

Alamanya, Alamanya benim gibisini bulamanya. Hepsi Anadolu’ n un saf temiz pırıl , pırıl inançlı insanları idi. Sanki seçerek aldılar. Almanya ikinci dünya harbinde bütün gençleri harpte kaybettikten sonra, ekonominin gelişmesi için genç insanlara ihtiyacı vardı. Almanya ile uzun yıllar dostluğumuzdan dolayı, Türk hükümeti ne genç çalışkan insanlara ihtiyacı olduğunu söyledi. Türk hükümeti de bizde aradığın insanlardan çok var. Anneler babalar boş durmuyor. Devamlı Türk gençliğini yetiştirmekle meşguller , diye cevap verdi. Derken Anadolu n un kara yağız delikanlıları Almanya ya gitmek için seferber oldular. Öncelikle köylerde ki fakir , zavallı ,mazlum insanlar gittiler. Daha sonra gidenlerin çok memnun kaldığını öğrenen orta gelirli , köydeki insanlar gittiler. Gidenlerin alman sarışınları ballandıra , ballandıra anlatmaları üzerine , ne köylü kaldı ne kasabalı ne de şehirli , akın akın gittiler. Gidenleri de hep, bayanlardan kurulmuş bandoları ile hoş geldiniz şarkıları ile karşıladılar. Türkler avunuyordu, bando takımının bayanlardan kurulmuş olmasını, aşk şarkıları söylendiğini sanıyorlardı. Hepsi de bandoda ki sarışınlara aşık olmuş gibiydiler. Bandodakiler, böyle güzelse , Allah bilir diğerleri nasıldır. İçlerinden bildikleri bir tatlının tadı geldi akıllarına - Lokum, lokum, Alman kızları lokum dediler. Bayram da Almanya ya ilk gidenlerden.

Almanya ya gittikten sonra , Alman toprağın da aşk a geldi. Bir oğlu bir kızı oldu. O günler de insan ancak iki çocuğa bakabilirdi. Sonra Türki ye den baktığın da , burada erkekten kadın sayısının daha fazla olduğu söyleniyordu. O da Almanya ya geldim onlar da nasiplensin dedi. Millet ayrı , din ayrı olabilir dünyanın her yerin de kadın aynı. Kadın yine kadın, hiç farkı olmadığını gördü. Bazen içinden sarışının adı var esmerin tadı var diyordu. Esmer tadı memleket özlemi, türkülerin hasreti gibi, sarışının tadı gurbet tadı gurbeti getiriyordu aklına . her gün insan bal yese baldan bıkar. Almanlar dan etkilendik , zaman sonra kültürümüz arttı. Türklüğümüze biraz alman kültürü kattık Alman l aş tık. Memlekete gittiğimizde insana aç kurtlar gibi saldıracaklar gibi bakıyorlar ,bir o kadar da imreniyorlardı. Son model mercedesler , güzel giyim kuşam , saç tarzları ile yeni nesil kızları içleri gider, göz kırpar giydiler. Pasaportun cöbünde bil der gibi baksan yandığının resmidir. Bekarsan sorun yok. En havalı kızı alıp hava yolları ile Almanya ya indirmek işten değil.

Evli isen iç geçiriyorsun, alem ne der gibi bakıyorsun sonra da memleket havasını alıp dönüyorsun. Bayram -İki, üç sene de bir de olsa memleket havası alıp, dönmek daima güzel. Özlem çok ağır basıyor. Hasret hastası oluyor insan. Özlüyorsun işte . Bir süre sonra sayıklamaya başlıyorsun. Bağımızın üzümünün tadını özledim. Genç kızlar gibi nazlı nazlı sallanan, kavakları özledim. Nerde ise göklerle birleşmiş olan ceviz ağaçlarını, cevizlerini özledim.

Cevizleri taşlayıp ellerimiz kınalı olacak diye taş ile yarıp, cevizlerin içini yemeyi özledim. Özlem böyle bir şey. Taşı toprağı sılayı özlemek farklı bir şey. İnsan oğlu, anne kordonundan koptuktan sonra gurbette sayılır. İnsanoğlu doğduktan sonra gurbete düşmüş gibi olur. Köyümün koyununu, taşını toprağını tanıyordum. Basmadığım yeri kalmamıştı. Köyümün kuzularını yayarken çobanın çaldığı kavalın sesini özledim. Koyunlar sağılırken sintilin içindeki sütün köpüklerini özledim parmaklarımla yaladığım o nefis tadı özledim.

Süt sağmaya gelen kadınların kızların hepsi ayrı havada söyledikleri türküleri özledim. Sıcak sıcak sağılan süte, incir yapraklarının dallarını daldırdıktan sonra yapılan telemeyi özledim. Nasıl bir özlemmiş lo, lo , lo diye seslenen sesleri özledim. Memo, haso, hüso , kısa kısa konuşmaları şakalaşmaları, manileri nazireleri özledim. Neymiş alamanmış, parası markı bolmuş, şuymuş buymuş. Her neyse insanoğlu doyduktan sonra hasretler var ya hasretler, işte onu özledim. Dumanlı , dumanlı oy bizim eller, diyen türküleri özledim.

Nasıl bir şey lo, araban var karın kızın evin var. Her şeyin var ama nasıl bir özlem oluşuyorsa ben bunu anlayamıyorum lo . sanki gavurun memleketinde her şey otomatiğe bağlanmış. Ne yapılması gerekiyorsa yapıyorlar. İnsanlar çok ciddi önemli olan görev, kimse görevini aksatmayacak.

Sanki insanlar makineleşmişti lo. Başkalaşmayı özledim. Konuşa konuşa laf atmayı ,mani söylemeyi havalılar arasında dolaşıp kovalamayı, yanağından bir öpücük almayı özledim. Aksu da yıkanıp, annemin diktiği donlarla eşekler gibi debelenmeyi özledim. Birde acıktığım zaman Musa amcanın yaptığı somunları yemeği özledim. Çay kara da soğuk soğuk suyu ellerimi yere dayayıp dudaklarımla suyu içmeyi özledim. Çay karaya koyduğum kabarcık üzümlerini soğutup, kumlarda iyice debelenip ısındıktan sonra buz gibi üzüm tanelerini gırtlağımdan geçerek mideme inişlerini özledim. Arkadaşlarımla şakalaşıp anlattıkları yalancı aşkları ballandıra , ballandıra anlatmalarını özledim. Birde saf, saf dinleyip iç geçirmelerini özledim. Bayram ‘ı n özlemleri her geçen gün daha da artıyordu . izin günlerini sayıyordu.

Eşi ve çocukları ile memleket alış verişi yapıyorlardı herkesin , tatille ilgili planları vardı. Çocuklar deniz alışverişi yapıyorlar, çeşit çeşit kıyafetler, mayolar şapkalar terlik ayakkabı, son model gözlükler havalar o biçim uçuyorlardı. Hanımı ise anama hırka, babama kazak, gardaşlarıma , dezzeme, dezzemin kızına, oğluna derken alışveriş almış başını gitmiş bayramın da üç aylık maaşı, su gibi erimişti. Bayram sağlık olsun gitsin yine kazanır yerine koyarız yeter ki hasretlik bitsin diyordu. Gitme zamanı iyice yaklaşmıştı. Hazırlıkları tamamlamışlar arabaya yüklemeleri gerekenleri yerleştiriyor, geri kalanları son güne bırakmışlardı. Memleketten telefon geldi . düğünlerimiz var sizin gelişinize denk olsun dedik davetlisiniz dayı kızı Zeyno’ n un düğünü amca torununun sünneti kirvesi olacan Bayram diyordu babası. Bayramda tamam gelince her şeyi tamamlarız demişti.

Çocuklar çılgın gibi önce deniz sonra memleket baba diye dövünüyorlardı. Düğünlerin tarihine göre ayarlarım dedi Bayram . tatil havasını bozmak istemiyor herkesi memnun etmek istiyordu. Yolculuk günü gelip çattı yol uzun , bir an önce memlekete varmak, sevdikleri ile özlem gidermek memleketinin havasını solumak istiyordu , Bayram. Neylesin ki çocuklar önce deniz diye direnin ce Bayram çaresiz isteklerini yerine getirmek için Antalya ya gitmeye karar vermişti. bir haftalık rezervasyonu yaptırmış çocukları denize kavuşturmuştu. Tatil beldesine paramı dayanır . bayram bir yandan hesap yapıyor bir yandan da bir an önce memlekete kavuşmak için sabırsızlanıyordu.

Deniz tatili bitmiş memlekete doğru yol almışlardı. Sabaha karşı Pazarcık ta ana kucağında baba ocağında oldular sarılmalar koklaşmalar özlemlerle dolu hasretler kucaklaşıyordu. Anası bütün planı çizmişti. Düğün için alınacak altınlar, yakın tarihte babaları ölen komşu çocuklarına verilecek yardım paraları, hepsi Bayramın eline liste olarak verilmişti. Bayram önce bütün hediyeleri hısım akrabaya dağıttı. Alaman çikolatasını çoluk çocuğa dağıttı. Herkes etrafında dolanıyor, gıpte ile bakıyorlardı.altında son model mersedesi ile ağa oğlu gibi dolaşıyordu. Çocukluğunu yaşadığı kavaklara , aksu deresine, özlem duyduğu yerlere gidiyor oradaki akrabaları arkadaşları onu paşa gibi karşılıyor Bayramda paraları akıtıyordu. Düğün dernek altınlar paralar derken tatilin sonlarına gelmişti. Bayramın parası da suyunu çekmişti – -peki ben şimdi yola nasıl çıkacam , hiç para kalmadı Hanımı – - Kuyumcudan çok alış veriş yaptık borç alalım öderiz dedi Bayram da soluğu kuyumcuda aldı durumunu anlattı. Kuyumcu kaz gelecek yerden tavuğu esirger mi faizli para verdi. Kapının çıkışında demir parmaklıklar vardı o telaşla pantolonunun arkası demirlere takıldı kıç kısmı yırtılmıştı.

Çok şükür götü fazla kaptırmadan, yırtıkla kurtuldum dedi Bu ne hasret lo diyerek alamanya benden enayi bulamanya deyerek, dönmek üzere yola çıktı.

CEMAL BORANDAĞ 12,08. 2014

YAŞLI BİR ÇİFT

YAŞLI BİR ÇİFT CEP TELEFONU İLE MESAJLAŞMAYI ÖĞRENMİŞLER.
KADIN ROMANTİK BİR TİP, ERKEKTE İSE ROMANTİZM HAK GETİRE!!!
KADIN BİR GÜN ARKADAŞINA ÇAY İÇMEYE GİTMİŞ. ORADAYKEN EŞİNE ROMANTİK
BİR MESAJ GÖNDERMEYE KARAR VERMİŞ VE ŞUNLARI YAZMIŞ:
"EĞER UYUYORSAN BANA DÜŞLERİNİ GÖNDER.
EĞER GÜLÜYORSAN BANA BİR GÜLÜCÜK GÖNDER.
EĞER BİR ŞEY YİYORSAN BANA DA BİR LOKMA GÖNDER.
EĞER İÇİYORSAN BİR YUDUM DA BANA GÖNDER.
EĞER AĞLIYORSAN BANA GÖZYAŞLARINI GÖNDER. > > SENİ SEVİYORUM."
ERKEKTEN HEMEN CEVAP GELMİŞ: >
"TUVALETTEYIM. NE YAPAYIM?" >