20 Mart 2018 Salı

Canan Karatay

Canan Karatay, diyetle ilgili yine ezberleri bozdu. 8-10 öğün değil, günde iki öğün. Yemek yerken de su içmeyin... İşte Karatay'dan sağlıklı beslenme tüyoları.. Türkiye'de diyet ve sağlıklı beslenme konusunda TABULARI YIKAN İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Karatay, günde 2 öğün beslenilmesi gerektiğini söylüyor. Karatay, Türk halkının günde 8-12 öğün beslendiğine dikkat çekerek, toplumun 'enine büyüdüğünü' ifade ediyor. Prof. Karatay'a göre, günde 2 öğün beslenmeke gerekiyor. Dahası Karatay, yaş ilerledikçe yürüyüşe daha çok ağırlık verilmesi önerisinde bulunuyor. Habertürk'te konuşan Canan Karatay, haraket etmek şartıyla kişinin istediği kadar yemek yiyebileceğini dikkat çekerken, bir de uyarıda bulunuyor. Yemek yerken su içmeyin. Neden mi? İşte Karatay'ın yanıtı... 'KÖY TEREYAĞI SAĞLIKLI' "Tam yağlı, doğal olan her şey tüketilmeli. Saf köy tereyağı, katkısız Trabzon, Urfa ya da Malatya gibi yörelerimizin tereyağı kullanılabilir. Hatta kadınlarımız tıpkı yoğurt gibi evde tereyağını kendileri yapabilirler. Zeytin dahi evde yapılabilir. 'Karatay Mutfağı'nda bunların tarifini verdim. Katkısız ve çocuklara en faydalı biçimde kendi besininizi hazırlayabilirsiniz. Tereyağı, yayık ayranı aslında yarım saatlik bir iş. Neneler ya da ev kadınları, evde oturduklarında sürekli televizyon izlemek yerine bunu kolaylıkla yapabilirler. Saf köy tereyağı, en sağlıklısıdır, buzdolabında bile katı değildir ve istenildiği kadar kullanılabilir. Saf köy tereyağı ve soğuk sızma zeytinyağı her gün gereği kadar vücudumuza girmelidir." 'YEMEKTE TEREYAĞ VE ZEYTİNYAĞI KULLANILMALI' "Zararlı dediğimiz yağlar, trans yağlardır. Trans yağlar, kızartmalarla meydana gelen yağlardır, işlenmiş her gıdanın içindeki trans yağlar zararlı ve kanserojendir. Artık halkımız, şekere ve trans yağlara dikkat etmeli, zaten dikkat edilirse hastalık da kalmaz. Mısırözü ve ayçiçeği yağı, çiğ olarak kullanılabilir. Ama ikisi de ısındığı veya kızardığı zaman aşırı miktarda trans yağ oluşur. Margarin haline gelince de, katı ya da sıvı olsun, içi trans yağ doludur. FINDIK YAĞI DA KULLANIN Yemek yaparken tereyağı, zeytinyağı veya fındıkyağı kullanmak gerekir, çünkü bunlar ısıya dayanaklıdır ve hemen bozulmazlar. Bunlardan asla korkmayacağız, bu yağlar yanmadıkça, trans yağ oluşmaz. Isınınca bozulan mısırözü ve ayçiçeği yağıdır. Bunlarla kızartma yaparsak hemen kanserojen olur. Trans yağlar, en fazla çoklu doymamış dediğimiz bitkisel yağlarda oluşmaktadır unutmayalım!" 'Kelleyi, paçayı, işkembeyi rahatlıkla yiyebilirsiniz' "Yağlardan en sağlıklısı, serbest dolaşan hayvanların etindeki hayvansal yağlardır. Kuzu eti yediğiniz zaman yağıyla birlikte yemelisiniz. Kuzu etini kaynatıp et suyu çıkardığınız zaman da çok sağlıklı olur. Sevdiğiniz kelleyi, paçayı veya işkembeyi rahatlıkla yiyebilirsiniz. Sakatatlardan hepsini yiyebilirsiniz. Karaciğer de buna dâhil. Şişman hanımlar, 'Dizlerimde kıkırdak kalmadı' diyor. Sen protein yemezsen tabii ki dizin gider, sağlıklı protein, sağlıklı yağ, yumurta, tereyağı, saf zeytinyağı yemezsen kilo veremezsin. Paça çorbası, diz eklemleriyle ilgili sorunlara birebirdir. Ben haftada 2 kez paçamı, işkembe çorbamı içerim. Beni eleştirenler, '10 yıl sonra ne olacak?' diyorlar, oysa ben bunları yeni söylemiyorum ki. Yıllardır bunları anlatıyorum. 1987 yılında, ABD'ye gittim. Oraya gidinceye kadar İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde Koruyucu Kardiyoloji Anabilim Dalı Başkanı'ydım. Tüm bu söylediklerim yeni ifadeler değil. O zamandan beri takip ettiğim hastalar, şimdi 80-90 yaşlarında ve sağlıklılar." 'KIZARTMA HİÇ YOK' "Kızartma bitti, hiç yapılmayacak, Çünkü kızartma trans yağ demektir. Balık ızgara, fırın, buğulama şeklinde yenilebilir. En sağlıklısı bunlardır. Ama Trabzon ya da Ordu'da yapıldığı gibi hamsiyi una bulayıp kızartırsanız o tehlikelidir! Kanserojendir! Aslında yiyecekleri biz pişirirken ya da tüketirken tehlikeli hale getiriyoruz. İdeal bir öğlen yemeği, biftek veya bonfile ile güzel bir salatadan oluşur. Bütün bir balık yiyebilirsiniz. Izgara yapılmış sebze, döner yiyebilirsiniz. Ama dönerin yanında pilav, patates, pide yok! Bir iki kaşık tam buğday veya bulgur pilavı, cacık, yoğurt, ayran olabilir. Doyuncaya kadar yiyebilirsiniz, sakın az yiyip de aç kalmayın, sonra halsizleşir doğru dürüst iş yapamazsınız. Kilo almayacağım diye yalnız salatayla öğün geçirmek bu nedenle doğru değildir!" 'Türk milleti 8-12 öğün besleniyor, enine büyüyor' "İbn-i Sina, Ortaçağ'ın en önemli bilimadamı, tıp hekimidir. Onun yazdığı tıp kitapları Ortaçağ'da bütün tıp okullarında okutuluyordu. İbn-i Sina, 'İki öğün sağlıktır, üçüncü öğün hastalıktır' der. Sabah zaten çok kuvvetli yiyince doğal olarak iki öğüne iniyorsunuz. Akşam yemeği de erken yemeli. Hz. Muhammed'in tavsiyesi de bu doğrultudadır. Kuvvetli bir kahvaltı yaptıktan sonra zaten acıkmıyorsunuz. Ama Türk milleti maşallah 8-12 öğün besleniyor, öyle alıştırıldı, öyle programlandı. Bu nedenle de Türk milleti enine büyümeye başladı! 'YAŞ İLERLEDİKÇE HAREKET ARTACAK' 50 yaşından sonra 6-7 öğün yemek tamamen sağlıksızdır. İbn-i Sina diyor ki, 'Yaş ilerledikçe, hareket artacak'. Oysa biz yaşlandıkça köşemize çekiliyoruz, bu çok yanlış. Türk toplumu eğer şişmansa, hastaysa, göbeği varsa, şeker veya kalp hastasıysa, kiloluysa, depresyon hastasıysa, kanseri varsa, Alzheimer'ı varsa şeker, tatlı tüketmeyecek. Benim gibi 60-70 yaşındaysanız, oturup 3 öğün ekmek, şeker yiyemezsiniz. Şekerli içecek içemezsiniz. Çünkü harcamıyorsunuz, ihtiyacınız da kalmıyor. Metabolizma yavaşlamış oluyor, hormonlar gitmiş. Vücutta hormon kalmamış. Ben buna dikkat çekmek istiyorum." 'Diyet yiyeceklere dikkat!' "Light ürünlere, diyet olan tüm yiyecek ve içeceğe karşıyım. Çünkü diyet denilen besinler, içindeki doğal yağların, doğal vitaminlerin, doğal minerallerin alınmış olan kısmıdır. Diyet yiyecekler, en sağlıklı kısmı alınan ve en pahalı satılan ürünlerdir. Hazır gıdalar da öyle. Hazır gıdalardan da uzak duracaksınız. Doğal gıdaları kendiniz hazırlayıp yiyeceksiniz. O zaman hastalanmazsınız, verdiğiniz kiloları da almazsınız." 'Yapay gıdalar kısırlık ve kanseri artıyor' "Yanlış beslenme ve yapay gıdalar sonucunda kısırlık artıyor. Sadece kısırlık değil, kanser, kalp hastalığı, şeker hastalıklarında da artış görülüyor. Hepsinin temelindeyse obezite yatıyor. Obez, karaciğer yağlanması olan yani insülin yüksekliği olan kişilerde östrojen hormonu da yükseliyor, polikistik over gelişiyor, kadınlarda üreme duruyor, erkeklerde memeler büyüyor ve spermin kalitesi ve sayısı azılıyor. Bir de GDO'lu gıdalar var. Bunlar ve trans yağların aşırı tüketilmesi üreme dahil vücuttaki her şeyi bozuyor." 'Hareket etme şartıyla istediğin kadar ye' "Kaç gün diye bir şey yok, doyuncaya kadar her şeyi yiyeceksiniz. Karatay Mutfağı'nda 'kaç kalori' hesabı yok. Ben başka bir şey söylemiyorum. Hareket etmek ve sağlıklı yiyecekler olması şartıyla istediğiniz kadar yiyebilirsiniz. Bilgisayar ya da televizyon karşısında saatlerce oturursanız olmaz! Hareket etmeden hiç kimse kilo veremez. Ama gençsiniz, atletsiniz, saatlerce spor yapıyorsanız ya da hamileyseniz o zaman tabii ki yiyecekseniz. Her gün 5 kilometre koşun ya da yürüyün, o zaman sağlıklı yiyeceklerden istediğinizi, doyuncaya kadar, bakın bir kez daha vurguluyorum doyuncaya kadar yiyebilirsiniz. Örneğin pastırmalı kuru fasulye, mercimek, piyaz gibi yemekleri doyana kadar yemelisiniz. Ama ekmeksiz olarak! Tabii ki kuru soğanla... Neden? Çünkü biz de bir söz vardır biliyorsunuz: 'Aç ayı oynamaz!' deriz. Pirinç yerine de bulgur tüketilmeli. Tam buğday ve bulguru yiyebilirsiniz." 'Yemekte içilen su hazımsızlık yapar' "Su 24 saat içilmelidir. Ancak yemek sırasında içilmemeli. Çünkü mide asidini sulandırır, hazımsızlığa neden olur. Her gün azar azar yudum yudum 2.5 litre su tüketilecek. En önemli kriter, idrar rengi, açık limonata renginde olacak. Öyle değilse vücuda yeterli su girmiyordur. Bu nedenle de bağırsaklar çalışmıyor. İşte bu sebeple Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri de kabızlıktır. Kabızlık ise, metabolizmanın bozulduğunun en basit ve en önemli göstergesidir, belirtisidir. Ciddi bir sağlık sorunudur.

Temel

Temel, yıllar sonra biriktirdiğiyle elden düşme Murat 124 alır. Arabasıyla memleketine giderken araba arızalanır. Yolun kenarına çeker, motor kapağını açar, ne olduğunu anlamaya çalışırken bir Ferrari yanaşır: — Hayrola hemşerim, arabanın nesi var? İstersen senin arabayı benimkine bağlayalım, çekeyim ilk tamirciye kadar. Temel bu teklife çok sevinir. Ara halatı ile Murat'ı Ferrari' nin arkasına bağlarlar. Ferrari' nin sahibi genç uyarır: — Ben hız yapmayı çok severim. Eğer farkında olmadan aşırı hız yaparsam, sen selektör yap beni uyar! Temel: — Tamam! Yola koyulurlar. Bir süre sonra Ferrari gaza basmaya başlar, 60.80.100 derken, Murat124 arkadan selektör yapar. Ferrari durumu anımsar ve yavaşlar, bir sure sonra Ferrari yeniden gaza basar, 60, 80,100... Selektör yeniden anımsatır. Ferrari yavaşlar. Yolda bu şekilde ilerlerken bir Lamborghini Ferrari' ye yaklaşır: — Kapışalım mı? Ferrari yanıtlar: — Nesine? — 340 km. ötedeki benzinliğe ikinci varan, ilk varanın deposunu doldurur. Ferrari hemen onaylar ve yarışa başlarlar. 120, 140, 180, 220... O arada trafiği denetleyen helikopterdeki görevli polis, genel merkeze bilgi vermektedir: - Komiserim, şehrin kuzeyindeki yolda trafik güvenliği tehdit altında! 3 araç yarış yapıyor. Ferrari ile Lamborghini saatte 300 km hızla yan yana gidiyorlar, arkadan da Murat 124 onları geçmek için 10 dakikadır sellektör yapıp yol istiyor!... :)))

Gece 23.00 ila 03.00

Gece 23.00 ila 03.00 arasında salgılanan ve vücudun savunma mekanizmasını güçlendirip, yaşlanmayı geciktiren bir hormon var: Melatonin. Ve sadece gece ve sadece teknolojinin bütün fişleri çekilince devreye giriyor. Yani siz, ışığı söndürüp, TV'nizi kapamış olsanız da yetmiyor, fişlerini çıkarıp, mümkünse yattığınız odanın şalterini indirmeniz gerekiyor. ABD ve Avrupa'da lösemili ve kanserli çocuk sayılarının artmasından sonra yapılan araştırmalar sonucunda ailelerden çocuklarını kesinlikle karanlık ortamlarda yatırmaları isteniyor. Çünkü melatoninin güçlü salgılanmasının kansere karşı koruyucu etkisi olduğu biliniyor. Ancak bu hormon ışığa duyarlı. Yapılan deneylerde uyuyan kişinin hormon salgısı izlenirken ışığın açıldığında hormonun azaldığı, karanlıkta yoğun olarak salgılandığı tespit edilmiştir. Yapılan hayvan deneyleri de melatoninin kanser ile direkt ilişkisi olduğunu gösteriyor. Ayrıca körlerin daha az kansere yakalanması da bunun bir göstergesi olarak ortaya çıkıyor. Çünkü melatoninin güçlü salgılanmasının kansere karşı koruyucu etkisi olduğu biliniyor. Ancak bu hormon ışığa duyarlı. Yapılan deneylerde uyuyan kişinin hormon salgısı izlenirken ışığın açıldığında hormonun azaldığı, karanlıkta yoğun olarak salgılandığı tespit edilmiştir.

Geri dönüşüm

Geri dönüşüm, güneş enerjisi ve daha birçok sürdürülebilir uygulamada tüm ülkelerin başını çeken İsveç, şaka gibi bir sorunla karşı karşıya. Elektrik ve ısınma ihtiyaçlarının büyük kısmını çöplerden elde eden ülkede çöp bitti. 250.000'in üzerinde evin elektrik ve ısınma ihtiyacını çöplerin yakıt olarak kullanılmasından sağlayan İsveç hükümeti, ülkede üretilen çöpten daha büyük kapasiteli çöp dönüştürme tesisine sahip. Eurostat'ın verilerine göre İsveç'te bulunan evlerden çıkan çöplerin sadece %1'i çöplüklerde kalıyor. Bu oran, diğer Avrupa ülkelerinde %38 dolaylarındadır. Geri kalan kısım ya geridönüşüme uğruyor ya da gübre olarak kullanılıyor. İsveç'teki güç santrallerinin büyük bir kısmı çöpleri yakıt olarak kullanıyor. Ancak ülkede çöplerin tükeniyor olması, daha doğrusu yeterince çöp üretilemiyor olması, İsveç'i zora sokuyor. Bu durum da İsveç'i komşusu Norveç'ten çöp ithal etmek durumunda bıraktı. Aslında bu yeni bir olay değil. İsveç bir süredir Avrupa'dan, özellikle de Norveç'ten yılda yaklaşık 800.000 ila 850.000 ton çöp ithal etmekteydi. Bu çöplerin büyük bir kısmı komşusu Norveç'ten geliyor. Hem de İsveç, bu ithalattan para da kazanıyor, çünkü Avrupa Standartları dahilinde çöplerinden kurtulmak isteyen Avrupa ülkeleri, İsveç'in çöplerini alması için para ödemekten çekinmiyor! 9.5 milyon nüfuslu ülkede çıkan atıkların yalnızca %4'ü geri dönüşmez durumda. Geriye kalan bütün çöpler geridönüşüm ile enerji üretiyor!

Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL gerçek bir bilim adamı,

Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL gerçek bir bilim adamı, magazin profesörlerinden değil. Bu profesörümüz, GDO'lu ürünler ve piyasada TÜKETTİRİLEN gıda katkıları üzerine yıllardır yırtınıyor ama bir kişi de kulak asmıyor (asması gerekenleri kastediyorum). Kitleleri tüketime zorlayarak PARA kazanma peşinde olan gıda tekellerinin yaptıklarını bilmeyen kalmadı, uyutulan halklar dışında. Benim rutinleşmiş yorumlarımı fazla uzatmayayım da aşağıdaki yazıya geçin ve görün gerçekleri. Sağlıklı olmak elinizde, gıda tekellerine rağmen. Faik Bakü 21.08.2011 5 MART 2011'de Kansere Umut Vakfı'nın İstanbul Sultangazi'de "KANSERE SEBEP OLAN BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZ" konusunda düzenlediği toplantıda Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL'UN konuşması. Karaciğer yağlanması Ama ne tür bir yağlanma? Alkolizm dışı bir yağlanma. O yüzden biz buna alkol dışı karaciğer yağlanması deniyor. Ve alkol dışı karaciğer yağlanması, özel tipli bir siroza neden oluyor. Atatürk'ün öldüğü siroz hastalığı var ya. Özel bir tipte siroz hastalığı, kriptojenik siroz deniyor buna. Amerika'da son otuz yıl içinde üç kat artan karaciğer kanserinin de kriptojenik siroz sonucu olduğu belirtiliyor. araştırmalar... Sonuçta Amerika'da son 30 yılda üç kattan fazla görülenkaraciğer kanserinin sebebi mısır şurubudur. Bu, bu kadar açıkken bizim Bakanlığımız dün yaptığı açıklamada hiçbir bilimsel kanıt sunulamamıştır diyor. Benim 110 tane bilimsel yayın kullanarak yazdığım, on yedi sayfalık raporu da çiğneyerek bunu yapmış. 17 sayfalık rapor gönderdim onlara. 110 tane de literatür ekledim.Ama neo-liberalizmdeki iktidarlar sermayenin iktidarıdır; vatandaşın iktidarı değildir. Yurttaşın iktidarı değildir... Çocuklarınızı mısır şurubundan uzak tutun. Hem de şekerden uzak tutun, ama özellikle de yani gofret, bisküvi kek dışardan alacağına az şekerli bir keki evde kendin yap. Yani ambalajlı bir ürün sunmayın çocuklarınıza. Bugün gıda sanayiinde sadece ve aksi belirtilmediği takdirde sadece mısır şurubu kullanılıyor. Dondurmalarda o kullanılıyor, hazır aldığınız baklavanın şerbeti bile mısır şurubundan. Kartal'da onun fabrikası var, Ülker'le Cargill firmalarının ortak kurdukları bir fabrika. Baklava şerbeti bile oradan geliyor. Çocuklarınıza illa tatlı bir şey yedirecekseniz, ne olur evde kendiniz yapın ve olabildiğince az şekerli yapın. Çünkü toplam olarak da şeker zararlı zaten, yani insanın zarar görmeden günde tüketebileceği şeker miktarı 30 gram dolayındadır. 30 gram, 8 kesme şekeri yapar. Ama bu şeker miktarında ne yazık ki meyve de var, bal da var. yani siz kahvaltıda bir tatlı kaşığı bal yediyseniz, hakkınız 7 ye düştü. Bu hakkınızı ağırlıklı olarak meyve olarak değerlendirin. Eğer bugün hiç şeker yememişseniz, bal dahi yememişseniz, çayınıza hiç şeker koymamışsanız, başka hiçbir şeker kaynağı da yoksa, 8 kesme şekerin karşılığı: 300 gram portakal veya 300 gram elma veya 400 gram kiraz veya vişne veya 100 gram kadar muz, incir veya üzüm yiyebilirsiniz. Ama sadece 100 gram. Yani mandalina zamanı koy önüme bir kilo mandalinayı ben bunu yiyeyim...bu sağlıklı değil. Siz sınırsızca sebze yiyebilirsiniz ama meyve sınırlı yemeniz lazım. Meyvenin fazlası da şişmanlatır. Ve zararlıdır, karaciğer yağlanması yapar... Yani meyve tek başına bile hem karaciğer yağlanması, hem karın tipi şişmanlık yapabilir. Karın tipi şişmanlığın çok özel bir yeri vardır. Bağırsak çevresindeki iç organların çevresindeki yağlar hormonca etkin yağlardır ve bu hormonlu etkin yağlar ne yazık ki kanser oluşumunda da, kalp-damar hastalığı oluşumunda da etkindir. O yüzden eşit bir şişmanlık, yani kollar bacaklar her taraf eşit ama karın büyümemiş. Bu şişmanlığa çok itirazım yok. Ama karın tipi şişmanlık eşittir şeker hastalığı, eşittir kalp hastalığı, eşittir kanser. O yüzden göbekler inecek. Göbekler inmediği sürece sağlıklı olma şansımız yok. Göbekleri indirmek içinde şekerden uzak duracağız. Çünkü en çok karın tipi şişmanlık yapan früktozdur. Bizim yediğimiz pancar şekerinin de yarısı früktozdur. Yediğimiz meyvenin şekerinin de yarısı früktozdur. Biz früktozu azaltmak zorundayız. Karın tipi şişmanlığı, dolayısıyla kalp hastalığı, kanser, inme gibi hastalıklardan kurtulmak istiyorsak karnımız inecek. - Esmer şeker hakkında ne düşünüyorsunuz? - Bakın bütün şekerler esmerdir. Üretim aşamasında karamelize olur.O yüzden esmerdir ama yıkandıkça üzerindeki karamel atılır, yani rafine edildikçe beyazlaşır. Yani, dediğiniz esmer şeker, yediğiniz beyaz şekerin üretimdeki bir önceki aşamasıdır. Sadece ticari bir tuzak. Daha yüksek fiyata satabilmek için ticari bir tuzak... Şimdi karaciğer yağlanmasının önemli bir bölümü selim seyredebilir. Yani her hangi bir sorun yaratmadan da insan ömrünü bununla sürdürebilir. Ama bir bölümü yine hatalı beslenmenin devam etmesi koşuluyla,yağlı karaciğer iltihabına dönüşebilir. Alkol dışı yağlı karaciğer iltihaplanmasıdır bu hastalığın adı. Ciddi karaciğer yetersizliği, siroz karaciğer kanseri aşamasıdır. Bazan yağlı karaciğer iltihabı olmadan da sadece yağlı karaciğer aşamasında da bazı hastalıklar çıkabilir ama yağlı karaciğeriniz varsa iki yol var sizin önünüzde; biri nispeten hayatınızı idame edeceğiniz bir yol, öbürü de ölümdür. O yüzden ne yapıp yapıp karaciğer yağlanmasını tedavi ettirmelisiniz. Bunun da temelinde şekeri tümüyle sıfırlamanız geliyor karaciğer yağlanmasını tedavi ettirmede Ancak iki yıl gibi bir süre içinde toparlayabilirsiniz... Şeker kesmeyi dile getirdiğimiz zaman karaciğer yağlanması açısından, o zaman nişastayı da kesmemiz lazım. Çünkü nişasta, daha ağzımızda çiğnendiğinde tükürükle glikoza dönüşür. Şekerdir; yani nişasta da şekerdir. - Kolesterolün karaciğer yağlanmasıyla bir ilgisi var mı? - Kolesterol olmazsa hayat olmaz. Bütün hormonlarımızın ham maddesi kolesteroldür.O yüzden zaten ana sütünde kolesterol çok yüksektir. Çocuğun hormonlarının üretilmesi için başlangıçta anadan aldığı kolesterole ihtiyacı vardır.Kolesterol masum bir maddedir. Ama oksitlenirse, oksi-kolesterole dönüşür ve damar sertliği yapar. - Peki oksitleyen ne? Bir, Şeker. Yendikten sonra, şeker trigliseride dönüşür. Yağdır o ve o trigliseritten, kolesterolü oksitleyerek damar sertliği yapar bir. İki, ayçiçeği yağı, mısır özü yağı veya margarinden elde edilen trans yağ asitleri kolesterolü oksitler ve böylece damar sertliği oluşur. Üç, yapay yemle beslenen hayvanların sütünde de iç yağı vardır. Damar sertliği yapıcı doymuş yağ asitleri vardır, bunlar kolesterolü oksitler ve hasta eder bizleri. Şimdi; hayvanın merada otlarsa, ayçiçeği yağı mısırözü yağı margarin kullanmazsan şekeri de azaltırsan senin damar sertliği olma ihtimalin kalmıyor. Kolesterolün ne olursa olsun. Ama bu bilgi kolesterol ilacı üreten Amerikan şirketlerinin işine gelmiyor. Bugün yılda sadece kolesterol ilacı satımından 50 milyar dolar elde ediyorlar. O yüzden de Amerikan tıbbı bize ne emrediyor? Kolesterol ilacı ver diyor. Bakın gazetelere yansıyan bir gerçek var. Nasıl bizim Sağlık Bakanlığımız bir bilimsel kurul kurdu, Amerika'da da böyle bir bilimsel kurul kuruldu ve "Normal kolesterol düzeyi kaçtır?" sorusuna bilim kurulu yanıt versin istendi. Ve de normalin çok altı bir değer, mesela 200 mü kabul ediliyor normal, 150 gibi bir değer ileri sürdüler. Sonradan ortaya çıktı ki, bilim kurulunda yer alan 9 öğretim üyesinin dokuzu da ilaç şirketlerinden rüşvet almışlar. - Hocam kızartmalarda ne tip yağ kullanmak gerekir? - Kesinlikle zeytinyağı, kesinlikle. - Peki, zeytinyağının yanma derecesi ayçiçeği yağından yüksek midir? - 240 derece, ayçiçeği yağından çok daha yüksektir. Tava ısısı normal şartlarda 180 dereceyi çok az aşar. O yüzden rahatlıkla zeytinyağını kullanabilirsiniz ama dumanlaşma derecesi diye teknik jargonda adlandırılır, sızma zeytinyağını kullandığınız zaman çok daha düşük derecelerde dumanlanma görürsünüz. O su buharıdır. Su buharıdır ve içindeki bazı organik maddeler yanar, koku maddeleri tat maddeleri yanar. O yüzden o, yağın yandığı anlamında değildir. Ne olur yanılmayın.Yağ yanmıyor. İçindeki bazı koku, renk maddeleri yanıyor. Zeytinyağı 240 dereceye kadar dayanan bir yağdır...... Bir dinleyicinin elindeki pet şişeden su içtiğini gören hoca, - Şimdi içtiğiniz su ile neler elde ettiğinizi de gözden geçirelim ve bu günkü toplantıyı kapatalım. O polietilen tereftalat maddesinden üretilmiş yani pet şişenin içindeki stalatlar suyun içine karışmış bulunuyor.. Ayrıca o plastiği yumuşatmak için antimon denen bir ağır metal kullanılmıştır o da suyun içine karışıyor Dolayısıyla siz hem stalat, hem de antimon içmiş oldunuz şu anda. Peki, ne yapar bunlar size? Bunlar hormon bozucular diye geçer. Sizin vücudunuzda bir takım hormonsal bozukluklar yaratır. Bu hormonsal bozuklukların bir bölümü, örnek, östrojen etkisini göstererek 5 yaşında çocukların adet görmesine sebep olur. İki buçuk yaşında bir çocuk getirdiler Lüleburgaz'dan adet görüyor. İki buçuk yaşında. Hamile bir kadın östrojen etki gösteren bir hormonsal bozucuyu aldığızaman, o madde özellikle bu 19 litrelik su bidonlarında, onlar polikarbon denen bir plastiktir ve ham madde olarak Bisfenol-A denen bir maddeden üretilir. Bisfenol-A'nın meme kanseri yaptığı 1930 yılından beri bilindiği halde ve 130 tane bilimsel yayın olduğu halde bunun hakkında hala biz o bidonlardan su içmeye mahkum bırakılıyoruz. Bisfenol-A hamile bir kadının karnındaki çocuğun beynindeki cinsiyet ayrım merkezine gittiğinde çocuğun homoseksüel olma olasılığı çok yükseliyor. Meme kanseri riski çok yükseliyor Erkekse prostat kanseri riski normal Bisfenol-A temas etmemiş insana göre 3 kat artıyor. Yani musluk suyu için Allah aşkına. - Arıtıcılar hocam? Paranız varsa arıtıcı kullanın. Ama paranız yok, arıtıcı alamıyorsunuz, musluk suyu için. Musluk suyu İstanbul'da kullandığınız plastik şişedeki su hangisi olursa olsun 100 kat iyidir. İSKİ'nın her ay İstanbul'daki bütün su havzalarının sağlık raporları internette yayınlanıyor. Biz geçen sene NTV'de bir su programı yapmıştık ve NTV Yıldız Teknik Üniversitesinde piyasadan topladığı suları bakteriyolojik incelemeye gönderdi. Hepsinde mikrop çıktı. Hepsinde istisnasız. Yani siz sağlıklı olsun, temiz olsun çocuğum mikropsuz su içsin diye mikroplu suyu paranızla içiyorsunuz. Bıraktım vazgeçtim mikroptan, kanser yapıyor. Almanya'da geçen sene Ocak ayında Avrupa Birliğinin gıda güvenliği merkezi vardır. EFSA Ocak 2010a kadar Bisfenol_A'nın sağlık sakıncası olmadığını iddia ediyordu. Ama toplum baskısıyla Mayıs ayında biz bu işi araştıracağız dediler ve Ekim ayında biberonlarda Bisfenol-A'nın kullanımını yasakladılar. Tamam, da biberonda yasakladın e çocuğuna Bisfenol-A'lı su bidonundan su katmıyor musun mamasını hazırlarken? Isı ve zaman etkisiyle plastiğin defalarca kullanılmasıyla Bisfenol-A'nın suya geçiş oranı çok artıyor. Şimdi su ısınmaz ki diyeceksiniz. Arizona'da yapılan bir çalışmaya göre şehirlerarası su nakli sırasında kamyon içerisindeki su 80 dereceye kadar ısındığı saptanmıştır. 80 dereceye ısınan su o plastikten ne kadar madde çözüyor biliyor musunuz? Sizi de sülalenizi de kanser etmeye yeter. Antalya'da yazın açık havada duran suyun derecesi kaç acaba? Banyo bile yapamazsın o kadar sıcak suyla. Ne olur musluk suyu kullanın. Bırakın şu plastikleri. - Hocam bazı yiyecekleri plastik poşetlere koyup buzluğa atıyoruz . Bu da sakıncalı mı? - Şimdi bakın naylon folyo polietilen denen bir maddedir ve polietilenin bu güne kadar bir sağlık sakıncası saptanmamıştır. Daha büyük sorun yoğurt kapları. Mesela bazan çay içiyoruz köpük gibi bardaklardan veya uçağa bindiğimizde şeffaf cam gibi çıt diye kırılan plastik bardaklar var, hem o polystryne hem köpük gibi olan bardaklar da polystryne onlardan stryne çayımıza geçiyor, o da kanser yapıyor. Şimdi, plastik yoğurt kaplarında da, ben anlata anlata zannediyorumbazı firmalar artık polipropilen kullanmaya başladı. Kabın altına baktığımız zaman veya yanına baktınız zaman bir üçgen göreceksiniz. Üç oktan oluşan bir üçgen. Bu geri dönüşüm işaretidir. O üçgenin içinde bir sayı yazar. 5 numara polipropilendir altında da zaten PP yazar. Yoğurt alırken artık markaya göre değil kullandığı plastiğe göre tercihinizi yapın. Ben her yoğurt almaya gittiğimde maalesef aynı firma farklı marketlere farklı plastik gönderebiliyor. Daha ucuz marketlere adi plastiklerde, lüks semtlerdeki marketlere daha kaliteli plastikte gönderiyor. Ne acı. Yani ayırım yapıyor. - Yani hocam üçgenin içinde 5 mi yazması lazım? - Evet, polipropilen - 1,5 litrelik su şişelerinde 1 yazıyor. - Evet, işte o PET polietilen tereftalat, kötü, 1 numara kötü. Evde 19 litrelik bidonların altına bakın. Onda da 7 yazar. 7 "diğer plastikler" anlamına gelir. "Diğer plastikler"in içinde 6-7 farklı plastik vardır,bunlardan bir tanesi de polikarbondur onun için üçgenin altında PC kısaltması vardır.

KİNCİ BEBEĞİ

KİNCİ BEBEĞİ olacağını öğrenince çok sevindi. 3 yaşındaki OĞLUNU, doğacak KARDEŞİ için hazırlamaya başladı Bebeğin KIZ olacağı anlaşıldı.. Oğlu annesinin karnındaki KARDEŞİNE, her gün şarkı söyledi.. Kardeşini daha görmeden bir SEVGİ BAĞI oluştu.. Zamanı geldi, DOĞUM SANCILARI başladı.. Fakat bir sorun vardı.. Doktorlar ÇARESİZDİ.. Bir sezaryen ameliyatı gerekiyordu.. AMELİYAT çok zor geçti.. Sonunda BEBEK doğdu.. Bebeğin durumu ciddiydi.. Bebek, YOĞUN BAKIM ünitesine kaldırıldı.. Günler geçtikçe küçük kızın durumu KÖTÜYE gidiyordu.. Doktorlar üzgündü, çocuğun kurtulma ÜMİDİ yoktu.. Bebekleri için evlerinde bir oda düzenlemişlerdi.. Şimdi, CENAZE için hazırlanıyorlardı.. Oğulları, KIZ KARDEŞİNİ görebilmek için yalvarıyordu. - Kardeşime şarkı söylemek istiyorum.. diyordu.. Ama YOĞUN BAKIM ÜNİTESİNE, çocukların girmesi yasaktı.. Sonunda kadın KARARINI verdi.. Bebeği nasıl olsa ölecekti.. Çocuğunun kardeşini görmesini engellemeyecekti.. Ne yapıp edip çocuğu içeri sokacaktı.. Oğluna, oldukça büyük gelen bir ziyaretçi giysisi giydirdi ve yoğun bakım ünitesine soktu.. Çocuk yürüyen bir çamaşır torbası gibiydi. Başhemşire onun bir çocuk olduğunu fark etti.. - O çocuğu içeri sokamazsınız.. diye uyardı.. Kadın BAŞHEMŞİREYE dönerek bağırdı: - Oğlum kız kardeşine ŞARKI söylemeden buradan çıkmayacak.. Oğlunu kız kardeşinin YATAĞINA götürdü.. Küçük kız YAŞAM SAVAŞINI yitirmek üzereydi.. Çocuk, bir süre kardeşinin yüzüne baktı. 3 yaşındaki bir çocuğun saf, temiz, pırıl pırıl sesiyle şu ŞARKIYI mırıldandı: - Sen benim gün ışığımsın, tek gün ışığım, gökyüzü griyken beni mutlu edersin.. Küçük kız bu SESİ tanıdı, aniden TEPKİ verdi. Kalp atışları düzelmeye başladı. Annesi: - Şarkıyı sürdür.. dedi oğluna. Küçük çocuk devam etti: - Seni ne çok sevdiğimi asla bilmeyeceksin, lütfen gün ışığını benden alma bebeğim.. Çocuk şarkıyı sürdürdükçe, bebek, kesik kesik NEFES almasını hızlandırdı.. Annesi, göz yaşları içinde: - Devam et oğlum.. dedi.. - Geçen gece uyurken rüyamda seni kollarıma aldığımı gördüm bebeğim.. Şimdi, onu içeri almak istemeyen HEMŞİRENİN yüzü de gözyaşları içindeydi.. Bütün hastane personeli, doktorlar başlarına toplanmıştı.. Annesi de coşkuyla ŞARKIYA katıldı. - Seni ne çok sevdiğimi asla bilmeyeceksin bebeğim.. Lütfen gün ışığını benden alma.. Anne, oğul şarkılarını sürdürdü.. Ve küçük kız birkaç gün sonra iyileşti.. Abisine, annesine, odasına kavuştu..! Sevdiğiniz insanlar için, ÜMİDİNİZİ kesmeyin.. Sevgisiz, UMUTSUZ kalmayın.. Söz YÜREKTEN çıkarsa, YÜREĞE gider. Dilden ÇIKARSA, kulağı AŞAMAZ..! ..

Arkeolog Dr. Jeannine Davis Kimball

Arkeolog Dr. Jeannine Davis Kimball Amazon mithinin gerisindeki gerçeği keşfetmek amacıyla yola koyuldu. Gerçek amazonlar kimlerdi? Yunan mitolojisinde "Aşil (achilles) adlı yarı tanrı savaşçı troya savaşında amazon kabilesinden olan Pentesile (Penthesilia) adlı bir kadın savaşçıyla uzun süre ölümüne çarpışır,gücü tükenen Pentesile her ne kadar Aşil'i çok zorlasada Aşil tarafından ölümcül bir kılıç darbesi alır. Aşil ölmek üzere olan kadının suratını açar ve bu sarışın kadına aşık olur.Pişman olmuştur..." Eski yunan kaynaklarında bu savaşçı kadınların şeytan gibi dövüştükleri ve rüzgar gibi at sürdükleri anlatılır. Bu kaynaktan yola çıkan Arkeolog Dr. Jeannine Davis Kimball savaşçı Amazon kadınlarının nerede olduğunu ve nereden geldiklerini araştırmak için için yola koyulur,yunan mitolojisinde efsaneler yaratan savaşçı kadınların karadenizin kuzeyinden geldikleri,göçebe oldukları, karşılaştıkları erkek egemen toplumlar karşısında hayrete düştükleri, özgürlüklerine bağlı olduğu ve kız çocuklarını erkeklerle savaşmak için yetiştirdikleri bir çok yerde anlatılmaktadır, ve arkeolojik kazılarına efsanelere kulak vererek karadenizin kuzeyindeki rusya steplerinde başlatmaya karar verir... Onlarca eski kurganı açan Dr. Kimball tahmin ettiği gibi aradığını karadeniz kuzeyinde bulmuş,kazılarda çıkan eşyaların ve desenlerin bugünkü Altaylı göcebelerle olan benzerliğine dikkat çekmiş ve araştırmalarını daha doğuda Altay dağlarının eteklerinde yapma kararı almıştır. Bugünkü Kazakistan ve moğolistan sınırları içindeki kurganlarda yaşayan savaşçı kadınlar amazonların orta asya kökenli olduklarını tüm dünyaya ispat etmiştir.. Araştırmalarını hızlandıran Dr. Kimball çevrede onlarca savaşçı kadın kurganı olduğunu keşfetmiş ve efsane kadın savaşçıların orta asya kökenli olduğunu ve savaşçı kadınlara o tarihte duyulan saygıyı kanıtlamıştır. Gözünü tekrar yunan mitolojisine çeviren Dr. Kimball savaşçıların sarışın olarak tasvir edildiğini ve Pentesile'ninde sarışın olduğundan yola çıkarak Altay'lardaki yalıtılmış göçebeleri araştırmaya başlar ve Altay dağlarının eteklerinde ıssız bir bölgede yaşayan 9 yaşlarındaki Meryemgül(Mairamgul) ismindeki sarışın kırgız kıza dikkat çeker... Meryemgül'ün ve 3000 km uzaklıktaki karadeniz kuzeyinde bulunan kurgandan çıkan iskelet örneklerini DNA testine gönderen Dr. Kimball çıkan sonuçlar karşısında şok olmuştur... 2500 yıllık savaşçı kadın ve Meryemgül'ün mitokondrial DNAsı %99,9 oranında benzerdir...Meryemgül'ün 2500 yaşındaki savaşçının torunu olduğunu ve troya savaşındaki kuzeyden gelen dişi savaşçıların da kökeninin orta asya olduğu yani Amazonların TÜRK olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır!

80'li - 90'lı yıllarda mı çocuktun?

80'li - 90'lı yıllarda mı çocuktun? Nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın? 1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu. 2.- Ön koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi. 3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. Ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı. 4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu… 5.- Kasksız bisiklete biniliyordu. 6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu… 7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti. 8,- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz … 9.- Okul öğlen bitiyordu… Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk. 10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu.Kendimizden başka kimse sorumlu değildi. 11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı - çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak … 12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk… aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu. 13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU. onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!! 14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!! 15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu? Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu. 16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoğa gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu. 17.- Özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı …ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk. Soru: Nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık? Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik? Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar "fakat" bizler çok güzel ve mutlu yaşadık. Değil mi Fırat Moderatörlerinden.

0 yaşında Baba

0 yaşında Baba : Ne kadar da güzel. Şimdi bu küçücük şey benim kızım mı...¿ Gözleri de bana ne kadar çok benziyor... Kızı : Bu gözlerini benden hiç ayirmayan adam babam olsa gerek... 5 yaşında Baba : Prensesim benim, güzel kızım... Söyle bakalım baban sana ne alsın...¿ Kızı : En çok babamı seviyorum... Babam, niye annemle uyuyor...¿ Hep benimle uyusun, başkasını sevmesin... 10 yaşında Baba : Gittikçe yaramaz oluyor, kime çekti bu kız...¿ Kızı : Ben babama aşığım... Büyüyünce babam gibi erkekle evlenecegim... Babam bu ay harçlığımı arttırır mı...¿ 15 yaşında Baba : Ne kadar da çabuk büyüdü... Eve de gittikçe geç kalmaya basladı, bu gidişle başına kötü bir şey gelecek... Sanırım daha sert konuşmalıyım... Kızı : Babam yüzünden arkadaşlarımla istediğim kadar vakit geçiremiyorum... Bana baskı uygulamasından nefret ediyorum... Ne zaman özgür olacağım...¿ 20 yaşında Baba : Artık sözümü dinlemiyor, benden giderek uzaklaşıyor... Kendi parasını da kazanmaya basladı ya, bana ihtiyacı kalmadı tabii. Uzun zamandır tatlı bir-iki laf geçmedi aramızda zaten... Evi de sürekli erkekler arıyor. Galiba kızım elden gidiyor... Kızı : Her dediğime alınıyor, beni bir türlü anlamıyor... Hele geçen gün giydiğim mini eteğe karışmasına ne demeli...¿ Evden ayrılıp, kendi hayatımı kurmalıyım... Çocuk muamelesi görmekten bıktım artık!... 25 yaşında Baba : Bir gün bunun olacağını biliyordum... İşte evleniyor... Zaten aramız eskisi gibi değildi... Şimdi bir de kocası var... Prensesim beni terkediyor... Kızı : Böyle bir günde bile o mutsuz ifadeyi takınmasının ne lüzumu var ki...¿ Biliyorum, onu bir türlü içine sindiremedi. Bu yüzden yapıyor... Kendi hayalindeki damat degil ya!... Sanki birlikte yaşayacak olan o... 30 yaşında Baba : Çok az görüşüyoruz. Daha sık biraraya gelsek ne iyi olur... Hem torunlarımı da özlüyorum... Kendi arkadaş çevrelerinden fırsat bulup da bize gelemiyorlar ki... Kızı : Babamları da çok ihmal ediyorum galiba... Yine telefonda çok üzgün geldi sesi... Haftasonu onlara süpriz yapmak en iyisi... 40 yaşında Baba : Kızım, benim entellektüel düzeyimi yeterli bulmuyor... Ona göre çağın gerisinde düşünüyormuşum... Oysa küçükken derslerine hep ben yardım ederdim... Anlayamadığı bütün problemleri bana sorardı... Şimdi beni beğenmiyor... Bir daha onunla asla politik tartışmalara girmeyecegim... Kızı : Babam giderek daha da çocuk gibi davranıyor... Sürekli bir şeylerden yakınıyor... Gerçi son zamanlarda sağlığı da iyi değil ama... Ya ona bir şey olursa...¿ Zaten hiçbir zaman dilediği gibi bir evlat da olamadım... 45 yaşında Baba : Kızımın mutlu bir yuvası olması ne güzel... Gözüm arkada gitmeyecegim. Her şeyi kendi başardı... Onunla gurur duyuyorum... Kızı : Babam için çok endişeleniyorum. Onu kaybetmeye hazır değilim... İlaçlarını da hep ihmal ediyor zaten... Allah'ım onu benden alma! 50 yaşında Baba : Dünyada mutlu kal kızım !... Kızı : Seni çok özleyecegim ve arayacağım babacığım... Şimdi ben kime danışacağım, kim yardım edecek bana...¿ Ne olur gittiğin yerde çok mutlu ol... Ve hep yanımda olduğunu hissettir, Ne bileyim ben, arada sırada işaretler yolla mesela... Ah babacığım! Sensiz nasıl yaşayacağım...¿ 55 yaşında Kadın : Sen gideli, seni daha iyi anlıyorum babacığım... Keşke seni hiç üzmeseydim demeyeceğim, Çünkü "keşke"lerin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyorum.... Yine de beni duyuyorsan, lütfen seni üzdüğüm her gün için çok ama çok pişman olduğumu bil olur mu.

Türkiye'de demiryolu yerine

Türkiye'de demiryolu yerine Karayolu taşımacılığının tercih edilmesinin, ABD'nin yaptığı Marshall yardımının bir şartı (kriteri) olduğunu, *İstanbul-Ankara arasında elektrikli tren projesinin 1959 yılında hazırlandığını, *1976 yılında Demirel tarafından 411 km olarak ihalesi yapılan Ankara-İstanbul hızlı tren hattının % 40'ının tamamlandığını, ancak bunun bitirilmesinin engellendiğini, Mesut Yılmaz'ın bu hattı tamamlamayacağız diye bir açıklaması olduğunu ve iktidar olduğu yıllarda da bu hattın tamamlanması için çalışma yaptırmadığını, *8 Haziran 2003 tarihinde AKP'nin Ankara-İstanbul hızlı tren hattını tamamlamak yerine, Abdülhamit zamanından kalan 725 km. lik hattı modernize edecek şekilde Alarko ile ortak İspanyol şirketiyle bir anlaşma imzaladığını, *Bu hattın Ankara-Eskişehir arası için 600 milyon dolarlık bir harcama yapılacağını ve bu projenin hızlı tren ile bir ilgisi olmadığını aksine hızlı treni engellemek için bir aldatmaca olduğunu, *Ankara-İstanbul arasında, Prof. Dr İlyas Yılmazer'in bir elektrikli demiryolu projesi hazırlamış olduğunu. Bu projeye göre 395 km. olacak demiryolunun, boru tipi türbin ile Mudurnu çayından elde edilecek elektrikle bedava enerji ile çalışacağını ve bu bedava enerji ile günde 96 sefer yapılabileceğini, *Atatürk zamanında 4075 km. demiryolu yapıldığını, bundan sonraki 65 yılda ise sadece 1510 km. demiryolu yapılabildiğini, *1950 yılında %50 oranında olan demiryolu taşımacılığının, 2003 yılında %5 e düştüğünü, *Tokyo'da yüksek hızlı trenlerin (200 km/s), 1964 yılında çalışmaya başladığını ve bugüne kadar bu trenlerin hiç kaza yapmadığını, *İzmir-Denizli arasının (300 km) 27 yıl önce otobüs ile 5, Trenle 6 saat, günümüzde ise bu mesafenin otobüsle 3,5 saat, trenle yine 6 saat (ort. hız 50 km /saat) olduğunu, *ABD, Fransa ve Japonya'da 450 km/s hız yapan trenlerin hava yolu taşımacılığı ile rekabet ettiklerini, *600 km/s hız yapan elektrikli trenlerin artık kullanılmaya başlandığını, 800 km/s hız yapan elektrikli trenlerin ise deneme aşamasında olduğunu, *Taşımacılığını %95 oranında karayolu ile yapan Türkiye'nin, kaza sayısında 195 ülke arasında 12. olduğunu, *Türkiye'de yılda 10-12 bin kişinin karayollarındaki trafik kazalarında öldüğünü, *Türkiye'de % 7’si trenle yapılan taşımacılığın, elektrikli trenle %30’a çıkarılması durumunda, yıllık 36 milyar dolar tasarruf edileceğini, (Prof. Dr. Atıf Ural), *AKP'nin acil eylem planında söz konusu olan 15 bin km. yolun, yapılabilirlik (fizibilite) çalışmasının, jeolojik ve jeofizik etütlerinin, şehir içi geçiş planlarının, bilimsel değerlendirmesinin olmadığını, (Prof.Dr. Atıf Ural), *Tarsus-Adana-Gaziantep arasında yapılan yolun, keşif bedelinin, 360 milyon dolar, keşif uzunluğunun 243 km, öngörülen bitiş tarihinin 1991 yılı olduğunu, ancak bu yolun 258 km olarak, 2001 yılında 4,2 milyar dolara bitirildiğini (Prof. Dr. İlyas Yılmazer), *Otoyolların geçtiği alanların, on kilometre sağ ve on kilometre solunun, kirlilik nedeniyle tarım alanı olmaktan çıktığını, *Türkiye'nin en verimli ovalarından biri olan İzmir Menemen ovasının ortasından, otoyol geçirmek için proje hazırlandığını, otoyolun ovanın 4 bin dönüm arazisini yok edeceğini, *Otoyolların verimli ovalar içinden geçirilmesinin Türk tarımını yok etme planının bir parçası olduğunu, *Ovanın içinden geçen karayolları kenarlarındaki bağlardan ihraç edilen üzümlerin, zararlı madde bulunduruyor olmaları nedeniyle iade edildiğini, *Yüksek hızlı demiryolunun km. maliyetinin 1.4 milyon dolar ömrünün 30 yıl, bölünmüş yolun km. maliyetinin 1.5 milyon dolar, ömrünün 15 yıl olduğunu (Prof. Dr. İlyas Yılmazer), *Ankara-İstanbul arasında yapılan Bolu Tüneli ve viyadüklerine (25 km) harcanan para ile, Ankara-İstanbul arasını 1,5 saate indirecek demiryolu yapılabileceğini, bu demiryolunun tüm enerji ihtiyacının, Mudurnu çayından karşılanabileceğini (Prof. Dr. İlyas Yılmazer), *Bolu tünelinin Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde olduğunu, *Türkiye'de Avrupa'daki toplam sayıdan daha fazla, otobüs ve kamyon olduğunu, *Avrupa ülkelerinde, elektrikli trenle yük taşımacılığının en düşük olduğu ülkede, bu oranın % 60, yolcu taşımacılığında ise en düşük oranın % 80 olduğunu, *1 km. karayoluna yapılacak harcama ile 5 km. demiryolu yapılacağını, *Karayolunda 5 ila 10 birim harcanarak taşınan yükün, demir yolunda 1 birim harcanarak taşındığını, *Batum'dan Hopa'ya bir TIR'ın 3 bin dolar, bir vagonun 2500 dolar taşıma ücreti aldığını, bir vagonun 3 TIR'ın taşıdığı yükü taşıdığını, *Demiryolu ulaşımının, komünist ülkelerin tercihi olduğunu öne süren Özal'ın, Türkiye'de cumhurbaşkanlığı yaptığını, *Gaziantep-Adana arasında 4 milyar dolara yapılan otoyolun, günde 25 bin araç trafiği için ekonomik olduğunu, ancak bu yolda günde sadece 2.500 araç trafiği olduğunu, *İstanbul-Ankara arasını 3 saat, Ankara-Mersin arasını da 3 saatte alacak olan bir demiryolu yapılsa bunun maliyetinin 4 milyar dolar olacağını, *Japonların yaptığı araştırmaya göre, karayolu taşımacılığının, denizyoluna göre % 166 daha pahalı olduğunu, *Ülkemizde, denizyolunun yük taşımacılığındaki payının % 0.3 olduğunu, *300 milyar dolar olan dünya deniz taşımacılığından, Yunanistan 60 milyar dolar pay alırken, bizim ise 2,5 milyar dolar dahi pay alamadığımızı, *Ulaşım, enerji, eğitim gibi temel politikaları yanlış olan bir ülkenin kalkınamayacağını, BİLİYOR MUYDUNUZ? YA DA BOŞVERİN HEPSİNİN YALAN OLDUĞUNU DÜŞÜNÜN VE KOMÜNİST ÜLKELERİN TERCİHİ OLABİLECEĞİNİ YUMURTLAYAN YER CÜCESİNİN SÖZLERİNİ DE BİR YANA BIRAKIP SADECE FOTOĞRAFA BAKINIZ, ŞU TALKIM LA SALKIM MESELESİ, BİZLERİ MAZOTA BENZİNE OTOBÜSE MİNİBÜSE, KAMYONA OTOMOBİLE BAĞIMLI YAPAN AVRUPANIN DEMİRYOLLARI AĞINA BAKIN YORUMSUZ HERŞEYİ ANLATIYOR..."

Bazı Müslümanlar

Bazı Müslümanlar; Yahudilerin ilahi yoldan uzaklaştığı için lanetli olduğunu söyler, savunurlar. Her türlü geriliklerinin, iç kanlı çatışmaların nedenini Yahudilere, bağlarlar. Gerçekten Yahudiler lanetli mi? Yoksa Araplar mı lanetli toplum? Peygamber İbrahim’in bir oğlu İshak, Yahudilerin atasıdır. Peygamber İbrahim’in diğer oğlu İsmail ise Arapların atasıdır. Yani Yahudiler ve Araplar soylarıyla kültürleriyle inançlarıyla aynı kökten gelirler. Museviliğin kutsal kitabı Tevrat; kendi dönemine kadar ki olaylardan bahseder. Hıristiyanların kutsal kitabı İncil; kendi dönemine kadar ki olaylardan bahseder. Müslümanların kutsal kitabı Kur’an da; kendi döneminden önceki olaylardan bahseder. 7. yüzyıldan bu yana olan olaylar ise yazılı ve görsel kaynaklarda yer almaktadır. Lanetli dedikleri Yahudiler 2 bin yıl sonra yurt edinmiş, devlet kurmuş, bilimde teknolojide dünyanın önde gelen toplumu olmuş. Araplar ise kanlı iç çatışmalarla, sefahatın lüksün içiçe olduğu sefil ve aşağılık bir yaşam içinde olmuşlardır. Bu durumda Lanetli olan kim? Yahudiler mi, Araplar mı? 7. yüzyıldan bu yana dünya toplumları içinde lanetli olan toplum Araplardır. Çünkü onlar son peygamber son kitap kendilerine geldikleri halde ondan yüz çevirdiler. Peygamber Hz.Muhammed hakkı, dürüstlüğü, adaleti, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği önerdi. Onlar ki; Hz.Muhammed’in en yakın ikinci arkadaşı Ömer’i katlettiler. Onlar ki; Hz.Muhammed’in en yakın üçüncü arkadaşı Osman’ı katlettiler. Onlar ki; Hz.Muhammed’in en yakın dördüncü arkadaşı Ali’yi katlettiler. Onlar ki; Hz.Muhammed’in torunu Hasan’ı katlettiler. Onlar ki; Hz.Muhammed’in torunu Hüseyin’i katlettiler. Onlar ki; Hz.Muhammed’in soyu olan Haşimileri Orta Asya ve Endülüs’e sürdüler. Onlar ki; Hz.Muhammed’in soyunu Mekke ve Medine’den uzaklaştırdılar. Onlar ki; Muaviye ve Yezid devlet anlayışını tercih ettiler. Onlar ki; Abbasi iktidarında Emevi liderlerini mezarlarından çıkarıp işkence yaptılar. Onlar ki; Türklere ihanet etti, kahpece arkadan vurdu. 1916′da, Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin; İngilizlerle işbirliği yaptı. Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak, Osmanlı’ya isyan etti ve Türk askerini kahpece arkadan vurdu. Onlar ki; Petrol denizindeler ama dünya Müslümanları açlıktan kırılmaktadır. Onlar ki; Arabistan’da şeriat derler batı ülkelerinde batılı gibi yaşarlar. Araplar denilen topluluk; tarihin en soysuz, en karanlık, en ikiyüzlü, en hain topluluğudur. Araplar; para, şehvet, servet gösteriş meraklısı bir toplumdur. Araplar; karaktersiz, yalancı, dönektirler. Araplar; çıkarı için ihanet ederler. Araplar; birbirlerini İslam adına, petrol adına, iktidar için, katletmeyi iyi bilirler. Arapların tarihleri; katliamlarla doludur. Arapların en nefret ettikleri; Türklerdir. Onların en sevdikleri; kapitalistlerdir, şeytandır, paradır, sekstir. Türkiye’nin İslamcıları neden Arap hayranıdır? Türkiye’nin İslamcıları neden Arap kültürünü düşünür, konuşur, yaşar, savunurlar? Türkiye’nin İslamcıları neden Arap katillerine, İslam kahramanı diye övgüler düzerler? Türkiye’nin İslamcıları neden yedinci yüzyıl Arap düşünce ve yaşam ağını kutsarlar? Türkiye’nin İslamcıları neden insanlık değişim ve gelişim metodolojisini yok sayarlar? Türkiye’nin İslamcıları neden Bilim ve teknolojide ses getiren ciddi çalışmaları yoktur? Türkiyeli İslamcı Arapçılar; duyarsız, ruhsuz, kimliksiz ve kişiliksizdirler. Köksüz, kimliksiz hainler; dillerinden milletimiz sözünü düşürmezler. Köksüz, kimliksiz hainler; İslamcı görüntü altında milleti aldatmaya, milletin milli ve manevi değerlerini istismar etmeye devam ederler. Türk Milleti, lanetli Arapları anladıkça; Türk kültür, tarih ve medeniyetini, çağdaş dünyanın onurlu, saygın bir üyesi olduğunu daha iyi anlayacak ve öze dönecektir. Günün Sözü: Sığ derede yüzmekte zorlananlar, engin denizlere açılmaya cesaret edemez.

Biliyorum ODTÜ’ye gelirken hayal ettiğin karşılama

Biliyorum ODTÜ’ye gelirken hayal ettiğin karşılama gördüklerin gibi değildi. Biliyorum isterdin ki öğrencisiyle, çalışanıyla, akademisyeniyle ODTÜ olarak etrafında el ele çember oluşturup hep birlikte ”Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda” şarkısını söyleyelim. Sonra büyük bir heyecan içerisinde 10′dan geriye doğru sayarak GÖKTÜRK-2′nin fırlatılmasını bekleyelim ve ”Yaşasın uydumuz, Viva Tayyip Erdoğan” diye haykıralım! Ama hayat bu, bazen istediklerimizi, temenni ettiklerimizi değil alnımızda yazanı yaşıyoruz işte. Nasıl kaderi ölmekse madencinin, atanamamaksa öğretmenin, tutuklanmaksa öğrencinin ve gazetecinin, anası ağlamaksa çiftçinin, senin kaderinde protesto edilmekmiş be bay başkan. Kabullenemiyorsun bu durumu alışamadın bir türlü farkındayım ama biz de sana alışamadık ve seni kabullenemedik. Bir de hocalarımıza demişsin ya ”Yetiştirdiğin öğrenciler bunlarsa bu ülke batmış”. Hay ağzını öpeyim. Biz de onu söylüyoruz ” Bu ülke batmış”. Her tarafı NATO üsleriyle dolan, uçakları tarafından halkı bombalanan, bir tarafta gecekonduları yıkılırken diğer tarafta gökdelenler yükselen, Suriye’de kafa kesen islamcı örgütleri besleyen, Van’da hala çocukları üşüyen ve yiyecek ekmek bulmakta bile zorlanan bir halka sahip olan bu ülke çoktan batmış. Ama sen sanki Tüpraş’ı, Tekel’i, Türk Telekom’u ve daha nice kurumu biz satmışız da parasını binlerce ODTÜ’lü olarak Ankara pavyonlarında yemişiz gibi ülkenin batmışlığının faturasını bize yıkmaya çalışıyorsun. Hadi 10 senedir tek başına iktidar değilmişsin gibi her şeyi eski hükümetlere bağlamanı anladık da bu birazcık abartılı oldu sanki. Gerçi ”İçişleri Bakanı’nın İdris Naim Şahin olduğu bir ülkede abartı da ne demek” dersen sen de haklısın tabi. Bu arada sanma ki patriotlar, Alman askerleri arada kaynadı. Biz senin kadar misafirperver değiliz başbakan. Sindiremiyoruz eli kanlı NATO askerlerinin ülkemizde takılmasını. Biz misafirperverliği ABD askerlerini denize döken bir nesilden öğrendik, 6. filoyu kendine kıble belleyenlerden değil. Bu misafirperverlikten tabii ki sen de nasibini alacaktın. Bu okul çok misafir gördü başbakan. Tekel işçilerini, Togo işçilerini de ağırladı bu okul, Vietnam kasabı Kommer’i, Gorbaçov’u da… Yerinin Gorbaçov ve Kommer’in yanı olduğunu sen de biliyorsun hiç öyle aynı gemideyiz falan deme boşuna. Zaten biz öyle gemilere, gemiciklere falan sığacak kadar az değiliz. Korkuyorsun değil mi bizden? Yalnız olmadığımızı da görüyorsun. Sansürüne, baskılarına, tutuklamalarına rağmen sinmedik ve halk artık inanmamaya başladı sana. Saflar yavaş da olsa belli oluyor başbakan. Kasımpaşa delikanlısından bahsetmiyorlar artık sokakta; ODTÜ’lülerin direnişinden bahsediyor herkes. Öyle her protesto edene ”Bunlar zaten terörist, bunların maksadı farklı” demek tutmuyor artık. Hem bu memleketin öğrencisi olmuş terörist, gazetecisi olmuş terörist, akademisyeni, sanatçısı, işçisi, memuru, köylüsü olmuş terörist. E ama sorarlar adama o zaman ”Senden Başbakan olsa ne olur olmasa ne olur”. Olur da bir gün cebindeki 200′lük banknotların arasına bir 10 TL sıkışırsa arkasını çevir de bir bak. Orada o beğenmediğin ODTÜ öğrencilerini yetiştiren hocalardan birini göreceksin, şaşırma. Altında yazan teoremi de inceleme boşuna, anlamazsın zaten.

Erkek annesi olmak ne demektir?

Bir kere en başta çocuğunun fiziken sana benzemeyeceği gerçeğini kabullenebilmek demektir. Hayatta bilmediğin bazı şeyleri ona öğretmek, çocukluğunda hiç oynamadığın oyun ve oyuncakları ona öğretmek; birlikte araba sürmek, otoparklar inşa etmek, hatta araba marka ve modellerini onunla öğrenmek demektir. Oğlunun hayatındaki ilk kadınken, büyüdükçe başkalarının da olacağını bilip o günlerin hayallerini kurmak, seni çok sevip örnek alırken ona bazı şeyleri neden senin gibi yapamayacağını anlatabilmektir. Oğlunla yapışık ikiz gibi dolaşmaktır. Eşin için, hayatında bu kadar çok sevebileceğin başka bir erkek yok diye düşünürken, sana aksini ispatlarcasına çıkıp gelen bu küçük prense deliler gibi aşık olmak, sevgini içinde taşıyamayıp durmadan hüngür şakır ağlamak, koklamaya öpmeye doyamamak, dokunmaya kıyamamak demektir. Erkek annesi olmak… İçindeki erkeği keşfetmektir onunla. Bunca yıldır kadınken ve daha yeni ANNE olmaya alışırken, bir de erkek olmak… ona en iyi dost, en iyi öğretmen, en delikanlı arkadaş, en sert koruma olmak… Erkek annesi olmak… Onunla büyümek onunla güzelleşmektir. Fakat olgunluk, ergenlik, erkeklik evresinde sarılıp öpememek, uzaktan sevmektir Erkek annesi olmak..

ÖĞRENCİNİN GÖZÜNDEN ÖĞRETMEN...

Ankara'da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilere ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işareti verir vermez derse devam etmiş. Gazi kapıdan çıkarken yanındakilere: - "Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanına önem vermedi" demiş ve ilave etmiş: - "İlköğretmen vatanın en hayırlı elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta çocuklaşmışlardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri gözünde küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam öğretmendir." demişlerdir. Asaf İLBAY Kaynak: Tan Gazetesi, 08.06.1949 Ata"Türk"üz

KÖY ENSTİTÜLERİ NEDEN KAPATILDI?

1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Şimdi anlıyor musunuz, , Adnan Menderes neden kapatmış bu enstitüleri?

Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 8 altın kuralı

Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 8 altın kuralı: 1. Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla! Ki herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın… 2. Fena sözler söylediğinde gül! Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın… 3. Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın! Bırak, on sekizine gelince kendisi karar versin… 4. Yerde bıraktığı her şeyi kaldır: kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını…Onun için her şeyi sen yap! Ki sorumlulukları hep başkalarına yüklesin… 5. Onun önünde sık sık kavga et! Ki bir gün aile parçalanırsa pek de şaşırmasın… 6. Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma! Ki Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin… 7. Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir! Ki istediklerini her zaman elde etmeye şartlan sın… 8. Komşulara, öğretmenlere, polise, vs. karşı hep onun tarafında ol! Ki hepsine karşı ön yargılarla davransın… Üstün DÖKMEN

Hayat Bir Çocuğa Nasıl Anlatılmalı?

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, 'Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum' dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım: Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın. Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını... Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden... Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu. Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret. Kitaplardan keyif almasını. Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını, ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp da kendini yönlendirmeyi bulmasını. Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla. Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğretmemiş diğer sevgililerin aksine... Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona.Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret.Alın terine saygıyı öğret ona. Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret,başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı... Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret. Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat.Hayatı sorgulamayı öğret ona... Bilginin en büyük güç olduğunu öğret.Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını. Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret. Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı... 'İstemiyorum', 'hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi. Sevdiğinde ise 'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını... Sorgusuz sevmeyi... El yazısı ile notlar yazmayı... Lafı dolandırmamayı... Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını. İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret... Ama en çok da kendini sevmesini öğret... Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini... Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini... Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını... Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona... - Aylin Kotil

GÜL

Ayfer kendi halinde 3 erkek çocuk annesi bir hanımdı kendine ait küçük bir takı dükkanı ve onu çok seven bir kocası vardı.Ayferin en büyük hayali neydi biliyor musunuz? güzel minik kız çocuğu olmasıydı bunu öyle çok istiyordu ki ne zaman bir küçük kız çocuğu görse gözleri dolar içten içe lütfen Allahım benim de bir kız çocuğum olsun diye dua ederdi,komşularının ve çevresinde ki bütün arkadaşlarının kızlarına minik minik elbiseler ve tokalar hediye eder saçları ile uğraşır içindeki bu kız çocuk özlemini bir nebze olsun tatmin ederdi. Bir yandan da tekrar hamile kalmak istiyor ama yine oğlum olur diye cesaret edemiyordu,tek derdi bir kızım olsun başaka bir şey istemem demekti,yakın dostları onu hep teselli eder yapma bak aslan gibi oğulların var,evladın erkeği kızı olmaz derlerdi,mam ayfer onları anlamış gibi gözüksede içinde ki kız çocuğu özlemi hiç bitmedi...O sadece ne olursa olsun bir kızım olsun istiyordu,aslında bunu istemek yerine hayırlısını istemeliydi...Bir sabah bulantılarla uyandı ilk önce midemi üşüttüm diye düşündü sonra aklına birden gününün geçtiği geldi hemen heyecanla hastanenin yolunu tuttu evet yanılmamıştı hamileydi ama o bu duruma ne sevinebildi ne de üzülebildi...yine dualar döküldü dudaklarından lütfen Allah'ım bu sefer kızım olsun,bir kaç ay sonra bebeğin cinsiyetini öğrenmek için hastaneye gidişinde eli ayağı tutmuyordu heyecandan, ya yine oğlum olursa diye geçirirken aklından hemşirenin sesi ile irkildi ayfer doğan sıranız geldi...ayfer heyecanla içeri girdi hazırladı ve ultrasonda bebeğine bakılırken kalbi yerinden fırlayacaktı ....Tebrikler ayfer hanım dileğiniz gerçekleşti MİNİK BİR KIZINIZ OLACAK...AYFER DUYDUKLARINA İNANAMADI...çığlık çığlığa ağlamaya başladı sevinçten.... aylar ayları kovaladı ve ayfer minik kızını kucağına aldı onu tam istediği gibi büyüttü özlemini kurduğu herşeyi onunla gerçekleştirdi şaçlarına renkli tokalar taktı süsledi onunla beraber gezdi dünyalar onun artık taki kızı genç bir kız olana kadar,oğlulları çoktan işlerini kurmuş evlenip yuvadan uçmuşlardı....ayfer kıznın bitmek bilmeyen hırçınlık ve asilikleri ile uğraşmaktan hayattan hiç bir zevk almaz hale geldi o yıllar için özlemini çektiği kızı onu canından bezdirmişti,o kadar söz dinlemez bir kız haline gelmişti ki sonunda anneinin yüreğine indirecek bir şey yaptı bir kaç ay önce tanıştığı bir gençle evden kaçtı....bu yaptığı ayfer hanımı o kadar çok yıktı ki üzüntüden kan kanseri lösemiye yakalandı....kızından haber alamdık ça dahada kahroluyordu....bir gün dışarı hava almak için çıktığında 2 genç kadının konuşmalarına kulak misafiri oldu biri diğer 2 kızım var artık bir erkek çocugu istiyorum diye yakınıyordu,bir oğlum olsun başka bir şey istemiyorum diyordu,bu sözleri duyan ayfer hemen konuşmaları can havliyle bölüp şunları söyleyebildi sadece göz yaşlarıyla...EVLADIN KIZI ERKEĞİ OLMAZ SADECE HAYIRLISINI İSTE..NE OLURSA OLSUN DEME!!!!!!

Bir Japon

Bir Japon, İstanbul’da geçirdiği bir haftanın sonunda Türkler hakkındaki fikri sorulduğunda şunları söylüyor : Türklerin evine gittiğinizde, tanımasalar da buyur ediyorlar. Siz oturmadan kimse oturmuyor. Siz sofraya geçmeden kimse geçmiyor. En iyi yere sizi oturtuyorlar. Siz yemeğe başlamadan kimse başlamıyor. Zorla her yemekten tattırıyorlar. Siz kalkmadan kimse, evin çocuğu bile sofradan kalkmıyor. Cay, kahve, meyve, ikram bitmiyor. Herkes sizi rahat ettirmek için uğraşıyor. Kumandayı elinize veriyorlar. Sırtınıza, altınıza yastık konuyor. Yorgunluktan ölseler bile siz kalkmadan kimse gidip yatmıyor. Gitmeye yeltendiğinizde bu kez bırakmıyorlar. Yataklarını veriyorlar, kendileri kanepede, koltukta yatıyor. Sonra evden çıkıyorsunuz ayni adamlar 180 derece değişiveriyor. Herkes arabasını üstünüze sürüyor. Arabanın burnunu çıkarmazsanız kimse yol vermiyor. Kornalar, küfürler. Şerit değiştirmek bile mümkün değil. Yayaysanız ışık olmayan bir geçitten mümkünü yok gecemizsiniz. Evde öyle, arabada böyle, nasıl oluyor? Bu isi çözemedim…

KAVUN

İsrail'in geliştirdiği değişik bir tür kavunun tohumunu, bizimki nasılsa alıp getirdi... Ekti... Hayal kurdu; yetiştirip tohumluk çekirdeğini satarsa köşeyi dönecek... Çapasını yaptı, gübresini verdi, suyunu eksik etmedi... Her sabah erkenden gidip baktı, kavun çıktı mı?.. Çıktı... Yapraklarını bile saydı... Yanına korkuluk yaptı, kendi eski ceketini giydirdi, kasketini taktı korkuluğa ki tilki, karga yaklaşmasın... Geceleri kavun hayalleri kurdu... Altına Mercedes çekecek... * Kavun çiçek açtı... Sarı sarı... Birkaç hafta sonra ceviz büyüklüğünde kavun gözüktü... Sabredemeyip sağa sola zengin olacağını bildirdi, isteyene dünyanın en iyi kavununun tohumluk çekirdeğini satabileceğini duyurdu... Oldu nihayet... Biraz bekledi ki tohumları olgunlaşsın... Ve o gün geldi, kavunu eve getirdi... Kesti... Baktı... Çekirdeği yok... * İsrail, tohumu olmayan, dünyanın en iyi kavununu yetiştirmişti... Ki her seferinde tohumu kendisinden alsınlar... * İsrail'de her beş çocuktan dördü teknik eğitimde... Seçmeli dersleri motor, mekanik, bilgisayar, havacılık, gemicilik, tasarım, inşaat, tarım, vs... Bir de sen seçmeli derslerini say istersen... * Yarısı çöl İsrail dünyaya tohum satıyor... Tarım ülkesi Türkiye tohumunu dışarıdan (173.9 milyon dolara) alıyor... 45.7 tonu İsrail'den... * Savaşta dersen... Şu anda uçan uçaklarımızın son bakımını İsrail yaptıydı... Pilot oturunca şüpheleniyor zaten, yanında sanki gözükmeyen bir İsrailli pilot mu var ne?.. Tankların revizyonunu İsrail yaptı... İnsansız İsrail uçaklarını daha geçen gün iade ettiler, yedek parça vermediler diye... Sen imam yetiştir... Üfürsün, artık kim uçarsa... * Bu sebeptendir... Dünyanın en hukuksuz, en haksız, en ahlaksız savaşını sürdüren İsrail'in nüfusu 7.5 milyon... Çevresinde 300 milyon Müslüman... Ama tümünü pataklıyor... * Kavun meselesidir bu... Şarkısı da vardır: "Ah felek zalim felek Kimine kavun yedirdin kimine kelek..." Söylersiniz artık...

Sağınak



İstanbul'la yağmur sağınak yağar,
Aşkları gibi.
Neye uğradığını şaşırırsın.
Martılar alışkın.
Güvercinler,serçeler,ürkek,garip.
Yağmur kesildikten sonra,
Toprak kokusu yok mu?
Buruk buruk olur.
Derin nefes alarak solarsın.
İstanbul Aşkları Sığınak!

Cemal Borandağ
14 Mart 2018-Tuzla-İstanbul
Tıp Bayramı Kutlu Olsun.

Aşk Olsun.



Annem babam,bütün dağlar,
Yeşile boyanmış.
Ne azıllı eşkiyalar gördü,
Ne çok aşklar,
Ne de çok türkü yakıldı.
Dili olsa da konuşsa dağlar.
Başı dumanlı dumanlı,
Elbette bu işte ,bir iş var.,
Cennet cehennem arasında,
Arafta mıyız?

Dağların ,taşın karı eridi,
Bora,fırtına,yağmur,
Yağdır mevlam yağdır.
Ovalar,yazılar,göller,dereler,ırmaklar,
Suya doydu,seller aktı.
Nehirler,ne de mutlu ,bereketli,azgın,
İnsan ömrünün safhaları sanki,
Aşığın sevgilisine kavuşması gibi,
Denizine kavuşuyor,şarıl şarıl.

Denizle bir kabardı ,bir kabardı.
Met-cezir denizlerde şaşırdı.
Deniz kızları isyanda.
Aşk olmadan,
Geçti bir ömür,değer mi?
Aşk olsun,aşk olsun,aşk olsun.

Cemal Borandağ
10 Mart 2018-Tuzla-İstanbul
Nerde yalnız bir insan görsem,içim burkuluyor!

Aşk Şehri İstanbul



Çift yürekliyim.
Bu dünya ,ne kadar güzelmiş,derdi,
Rahmetli annem.
Güzellerle,sevdalanıyoruz.
Kalbimin yarısı,
Şarkılardaki gibi yalnız.
Diğer yarısı,
Türkülerdeki gibi dolu dolu.
Şiir yazmam için,
Nankör bir kedi,
Sevmem lazım,
Bekle beni,
Aşk şehri İstanbul.

Cemal Borandağ
06 Mart 2018-Pazarcık
Ya mutlu ol,ya da filozof.

9 Mart 2018 Cuma

BAŞARININ SIRRI

İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu. İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti. Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı. Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok. Herkese başarılar dilerim.

ERKEKLER NEDEN ERKEN ÖLÜR..?

Akşam annemle babam televizyon seyrediyorlardı. Annem, 'Geç oldu,' dedi, 'zaten yorgunum, ben yatıyorum.' Annem kalktı, mutfağa gitti. Çerez-meyve tabaklarını çalkaladı kaldırdı. Sabaha hazır olsun diye çaydanlığı doldurdu, demliğe çay koydu. Şekerliğe baktı, dibinde az kalmış, üstüne ekledi. Kahvaltı için buzluktan ekmek çıkardı, akşam yemeği için çözülsün diye de eti aşağıya koydu. Kahvaltı masasını hazırlamak için masanın üstündekileri topladı. Telefonu şarja koydu, telefon defterini kapatıp yerine koydu. Sonra çamaşır makinesinden ıslak çamaşırları çıkarıp astı ve makineyi tekrar doldurdu. Banyodaki çöp sepetini boşalttı. Islak bir havluyu kurusun diye duş perdesinin borusuna astı. Bir gömlek ütüledi, kopuk düğmesini dikti.Çiçekleri suladı. Esneyerek gerindi ve yatak odasının yolunu tuttu. Çalışma masasının yanından geçerken durdu, öğretmene tezkere yazdı, okul gezisi için para sayıp ayırdı, eğildi, sandalyenin altına girmiş ders kitabını aldı, masanın üstüne koydu. Kek tarifleri defterini çıkardı,arkadaşına söz verdiği tarifi bir kağıda yazdı, çantasına koydu. Bakkaldan alınacakları not etti, notu da çantasına koydu. Sonra gitti, 3'ü 1 arada temizleme losyonuyla yüzünü yıkadı,dişlerini fırçaladı. Gece kremini ve kırışık önleyici nemlendiricisini sürdü. Tırnaklarına baktı, törpüledi. İçeriden 'sen yatmaya gitmemiş mıydın' diye seslenen babama 'şimdi gidiyorum' deyip köpeğin su kabını doldurdu. Kapıları pencereleri kontrol etti, holdeki lambayı yaktı. Kardeşimin odasına gitti, oğlan uyumuş diyerek, lambasını söndürdü, bilgisayarını kapattı, gömleğini astı, yerdeki kirli çorapları toplayıp sepete attı. Bana geldi, 'haydi yat artık, biraz da yarın çalışırsın,' dedi. Kendi odasına gitti, saati kurdu, ertesi gün giyeceklerini hazırladı. 6 maddelik acil işler listesine 3 madde daha ekledi. Kendi kendine iyi geceler diledi, hayallerinin gerçekleştiğini gözünün önüne getirdi. İşte o sırada babam televizyonu kapattı, ortaya öylece bir 'ben yatıyorum' dedi ve gitti yattı. Sizce bu işte bir gariplik yok mu? Kadınların neden daha uzun yaşadığını merak etmiyor musunuz? ÇÜNKÜ BİZİM YAPIMIZ UZUN ÇEKİŞLİ (ve işimizi bitirmeden öyle çabuk çabuk ölemeyiz)!

Bir uçak yolculuğunda yan koltukta

Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar yorum yapmaktan kendini alamaz; ''Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!'' Adam bunun üzerine;''Yanlış kadınla evlendim de ondan!'' diye karşılık verir.. Yazar Ziglar bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar; ''Peki ya bu adam doğru adam mı? Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş? Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir çünkü. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!'' Yazar kitabında şu öyküyü anlatır.. ''Yıllar önce Hawai''de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir.. Ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.. Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!.. O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır. Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir. Aslında Johny''i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny''nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler.'' Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; ''Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.'' Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında ''doğru adam'', ''doğru kadını'' inşa eder, ''doğru kadın'' da ''doğru adamı''

60'li yaşlarındaki evli bir çift evliliklerinin

60'li yaşlarındaki evli bir çift evliliklerinin 35. yılını sakin, romantik bir restoranda kutlamaktadırlar.Aniden önlerinde zarif ve güzel bir peri belirir ve şunu söyler: - Bu kadar uzun bir süre örnek bir çift olmanız ve hep birbirinize sadık kalmanız nedeniyle birer dileğinizi yerine getireceğim. - Ah, ben sevgili kocamla tüm dünyayı görebileceğimiz uzun bir seyahat yapabilmek istiyorum' demiş, kadın, sevgi dolu gözlerle kocasına bakarak. Peri sihirli değneğini sallamış ve gerekli tüm uçuş, gemi, otel, yemek ve eğlenceleri içeren voucher'lar kadının eline gelivermiş. Sıra kendisine gelince adam biraz düşünmüş ve: - Evet, demiş, tüm bunlar harika ve cok romantik. Ama böyle bir fırsat insanın ömrü boyunca sadece bir kez eline gecer ve artık ömrümüzün sonuna yaklaştık. Kusura bakma hayatım, ama benim dilegim benden 30 yaş daha genç bir karım olması. Kadın ve peri oldukça büyük bir hayal kırıklığı içine düşseler de, dileğin yerine getirilmesi gereklidir. Bunun üzerine peri değneğiyle bir daire çizer ve... Adam 92 yaşına gelir !! Bu hikayenin ana fikri: Erkekler akıllı olabilirler fakat, unutulmamalıdır ki periler dişidir ::)

Bir baba

Bir baba kızına kitap okuma alışkanlığı kazandırabilmek için ödül vermek istemiş ve: "Kızım, eğer sana verdiğim şu kitabı bitirirsen 20 TL vereceğim." demiş. Bu teklif çocuğun çok hoşuna gitmiş ama kitap okumayla da pek arası yokmuş. O nedenle ; "En iyisi ben bu kitabın özetini internetten araştırıp bulayım, onu iyice ezberleyeyim, babam okudun mu diye sorunca da o özeti anlatırım." diye düşünmüş. Ve çocuk gitmiş, babasının okuması için verdiği kitabın özetini bulmuş. İki sayfalık bu özeti iyi bir şekilde öğrenmiş. Tabi babası anlamasın diye bir hafta da beklemiş. Bir hafta sonra "Babacığım ben kitabı okudum, ödülümü verir misin?" diye sormuş. Babası kızından kitapta geçen konuyu anlatmasını istemiş. Genç kız güzel bir şekilde konuyu anlatmış. Ardından tekrar ödülünü istemiş babasından. Ama babası hiç beklemediği bir tepki vermiş ve kızına "Sen bu kitabı okumamışsın, beni kandırıyorsun. Çünkü eğer okusaydın kitabın içine koyduğum 20 TL'yi bulurdun...!!!!

Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar

Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması... Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış. 1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş: 'Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.' Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi ‘milletin bir ferdi' sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin... Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş. Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti'nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş. Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış. Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır: 1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye'den 'tabya Öğretmen’iydi. Kazım Özalp’in 'Atatürk’ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi. Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: 'Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi' dedi. 'Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.' Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. 'Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız' dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı. 'Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! . Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.' Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı. Reşit Galip 'Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı. Atatürk’ün kaşları çatıldı. 'Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz' diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki: 'Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.' Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: 'Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?' 'Kusura bakma Paşam, taşımıyor ! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.' 'Sizi de eleştiririm!' Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: 'Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem' diye haşladı. Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: 'Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.' İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan 'İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz' yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben 'yardımcı olunması' isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı; 'Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin' diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı: 'Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’ Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp 'Öyleyse biz kalkalım' dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir: Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar. 'Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik' derler. Atatürk 'Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz' der. Sonra 'Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var' diye ekler. 1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler; 'Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile' demektedir. Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar. Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım: İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir. Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle 'deli gibi çalışıyor' ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi'ye 'Paşam', Gazi de ona 'Doktor' diye hitap ederdi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, 'Seni eve ben bırakacağım' demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, 'Ben de sizi uğurlayacağım Paşam' karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi ! tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış. 1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş. 'Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış' Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan 'Türküm doğruyum çalışkanım' andı var ya... Kim kaleme almış biliyor musunuz? 'Reşit Galip...' O andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmeyiz.

Hayat

Hayat, Seni kaç kişinin aradığı, Kiminle çıktığın ya da evli olduğun değildir. Kimlerin seni sevdiği, Hangi sporu yaptığın da değildir. Hayat, Ayakkabıların, saçın, derinin rengi de değildir. Nerede yaşadığın veya işin de değildir. Girmeyi başardığın okullar da değildir. Hayat, Notlar, para, üniforma, beyaz önlükler ve giysiler hiç değildir. Hayat; Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir. Kendin için neler hissettiğindir. Güven, mutluluk, şefkattir. Arkadaşlarına destek olmak ve Nefretin yerine sevgiyi koymaktır. Hayat; Kıskançlığı yenmek, Önemsemeyi öğrenmek ve Güven geliştirmektir. Ne dediğin ve ne demek istediğindir. İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir. Her şeyden önemlisi, Başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemektir. Hayat, her şeye rağmen sevmek sevilmektir...

Havuç dilimi insan gözüne benzer

Havuç dilimi insan gözüne benzer. Bilimsel araştırmalar havucun gözlerin kan akışını ve işlevini iyileştirdiğini göstermiştir. * Domateste kalpte olduğu gibi dört odacık vardır ve kırmızı renklidir. Bütün araştırmalar domatesin kalp ve kan için faydalı olduğunu göstermiştir. * Üzüm salkımı kalp şeklindedir, her bir üzüm tanesi kan hücresi gibi görünmektedir ve araştırmalar üzümün ciddi kalp ve kan canlandırıcı bir gıda olduğunu göstermiştir. * Ceviz küçük bir beyin görünümündedir. Beyin fonksiyonlar için faydalıdır. * Fasulya böbrek görünümündedir ve böbrek fonksiyonlarını iyileştirir. * Sap kereviz, Çin lahanası ve Rhubarb kemiklere benzer. Bu gıdalar kemikler için faydalıdır, sodyum oranları eşit ve %23 dür. Gıdanızda yeterli sodyum yok ise vücut kemiklerden çeker ve kemikler zayıflar. Bu gıdalar iskeletinize faydalıdır. * Patlıcan, avokado ve armut kadınların rahim ve serviks sağlığı ve fonksiyonlarını hedefler ve görünümleri bu organlara benzerler. Araştırmalar kadınların haftada bir avokado yemeleri halinde hormonları dengelediğini, istenmeyen doğum sonrası kilolarını azalttığını ve serviks kanserini önlediğini göstermiştir. * İncir tohum doludur ve ağaçta ikili olarak asılarak büyür. İncir sperm sayısını ve hareketliliğini arttırır ayrıca erkek kısırlığını önler. * Tatlı patatesin görünümü pankreasa benzer ve şeker hastalarının glisemik indeksini dengeler. * Zeytin yumurtalıkların sağlığına ve fonksiyonuna yardımcı olur. * Greyfurt, portakal ve diğer narenciye meyveleri kadın göğüsüne benzer ve bunların sağlığına ve lenfin hareketine yardımcı olur. * Soğan vücut hücreleri görünümündedir. Bütün vücut hücrelerinden atık maddelerin temizlenmesine yardım eder. Hatta gözlerin epitelyal katlarının yıkayan gözyaşlarına bile sebep olur.

Fatih Sultan Mehmet Han çocukken

Fatih Sultan Mehmet Han çocukken çok yaramaz bir öğrenciydi. Ders esnasında yaptığı şımarıklıklarla Hocası Akşemseddin’i çileden çıkarırdı. Hocası kendisine kızdığı zaman hemen “Ben Padişahın oğluyum bana bir şey yapamazsın” deyip tehdit ediyordu. Padişaha şikâyet etmeyi edepsizlik sayan Akşemseddin, durumu II. Murat’a anlatamıyordu. Ancak gün geldi artık küçük Mehmet’in yaptığı yaramazlıklar çekilmez hale geldi. Bunun üzerine destur dileyip II. Murat’ın huzuruna çıktı. “Padişahım size bir hususu arz edeceğim ancak hayâ ediyorum” deyince II. Murat “Buyur çekinmeden anlatabilirsin” dedi. Bu söz Akşemseddin’i rahatlattı ve başladı olayı anlatmaya. Padişahım oğlunuz, ciğerpareniz Mehmet çok yaramaz, onun yaramazlıkları yüzünden ders işleyemiyorum, kendisine kızdığım zamanda hemen sizinle beni tehdit ediyor deyince II. Murat Akşemseddin’in yanına gelerek kulağına bir şeyler fısıldar. II. Murad’ın kulağına söylediği sözleri duyan Akşemseddin çok şaşırdı. Bu ne plandı, mümkün değildi bu planı uygulamak. Akşemseddin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de Padişah onu dinlemedi ve bu iş olacak dedi. Ertesi gün yine derste Mehmet yaramazlık yapıyordu. Akşemseddin’in uyarısına aynı tehdit cevabını verdiği sırada Padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemseddin hiddetlenerek Padişaha bağırdı ve bir tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi. Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı. Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih Sultan Mehmet allak bullak olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve Padişah mahçup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi. Plan muhteşem bir şekilde işlemişti. O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı. Çünkü güvendiği dağlara kar yağmıştı. Eğitimin ne olduğunu II.Murat kadar olamasa da; en azından kendi çocuğunu yanlış yollara süreklemeyecek kadar idrak etmiş anne ve babalara ihtiyaç var. Unutmayalım, Çocuklar şımarık doğmaz; diplomalı,maaşlı ama eğitimsiz ebeveynler tarafından şımartılır...

Hareketle Başladı Her Şey

Hareketle başladı her şey,
Dünya kuruldu kurulalı.
Kaplan saldıracak,
Durup seyredecek misin?
Hayat böyle,kaderine razı mı olacaksın?
Mücadele edeceksin,mücadele,kaplan parçalamadan.
Yolculukla başlar her şey.
Yeni yerler,yeni yurtlar,yeni insanlar.
Renk renk,cins cins,huyları ayrı.
Tanıman lazım,gözlen yapman lazım,sana katkısı ne olabilir ki
Dünyayı bilgece yaşamak istiyorsan.
Sevmekle başlar her şey,
Eşinde,işinde aşında.
Huzur olan yerde bereket olur.
Evladına,kızına,torununa,
Sevmeyi,aşkı,yaşamayı,
Mutlu olma sanatını öğretirsen.
Cemal Borandağ
07 Mart 2018-Tuzla-İstanbul
Şiir yazıp,şarkı dinleyip,türkü söylüyorsan,ne mutlu sana,

5 Mart 2018 Pazartesi

Çapkın

Çapkınlar,çift yüreklidir.
Çapkınım,hovardayım.
Bambaşka bir havadayım.
Parası bol,aklı kıt,
Güzellerin yolundayım.
Ya ismet,ya kısmet.
Neticeye değil,
Hatice'ye bakar bakar ağlarım.
Aşık oldum.
Palavra palavra palavra
Ava giden avlanır,
Maymun gibi bir haldeyim.
Güldüremediğin kadını,
Öpemezsin dediler.
Şimdilik,bolluk bereketli.
Bir yerdeyim.
Her gün bal ye,baldan bıkarsın.
Dört yapraklı yoncadayım.
Palavra palavra palavra.
Cemal Borandağ
28 Şubat 2018-Pazarcik
Prostat olma,çapkın ol.Her yaşın aşkı başkadır.

İstanbul'u Özlüyorum



 

İstanbul'un kargaşasını,
Ekmek kavgasını,
Hareketini,bereketini,
Vapura yetişmek için koşurmacayı,
Sirenlerin Karadeniz'de duyulmasını,
Martılara simit atmayı,
Uğur getirsin diye,
Üzerimize saçılmasını özledim.

Beyoğlun'da dolaşmak,
On doktora bedeldir.
Çiçek pasajını,Taksim meydanını,
Kadınları kız,kızların bebek olduğu,
Güzellerin sallana sallana,
Dolaşmasını,seyretmeyi özledim.

Gülhane parkında,padihşahları gören,
Çınar ağaçlarını,,Ayasofya'yı,Sultanahmet önündeki,
Meraklı dünya güzelleri turistleri özledim.
Eminönün'de balık-ekmek yemeyi,
Yeni cami önündeki güvercinlere,
Sevap olsun diye,darı atmayı,
Bin bir gece masallarındaki gibi
Aleattin'nin lambasıyım,sanki!
Cin oluyorum cin,İstanbul'da özlüyorum.

Galata kulesinin İstanbul'u,
Bütün haşmeti ile gözetlemesi,
Kız kulesinin,nazlana nazlana,
Boğazın ortasında,hava atmasını özledim.

Avrupa ile Anadoluyu birleştiren,
Boğaz köprüsü gerdanlığını,
Yede tepede kurulmuş,
Her tepesinde ayrı ayrı anı yaşadığımız,
Adalardan İstanbul'a bakarak,
Bir şiir,bir şarkı,bir türkü tutturmayı özledim.

Devrecanlarımla,görüşmeyi,
Yılların özlemi ile demlenmeyi,
Anıları tazelemeyi,
Briç kulüplerine giderek,
Güzel insanlarla,
Granşilem oynamayı,
Yıllarını,devletin hizmetinde geçirerek,
Okey masalarındaki,
Tatlı şakalaşmaları,
Okey atmayı özledim.

Sarayburnun'da,Boğaziçinde,
Bir İstanbul güzeliyle,
Öğlen rakı,balık,roka,içmeyi,
Sohpet etmeyi,şakalaşmayı,cilveleşmeyi,
Ömrü iki kat arttırıyor,özledim.

İstanbul'la alışan,akvaryum balığı gibidir,
Başka ortamda yaşayamaz.
Yunus balıkların,
Boğazda,hava atarak
Kuleli Askeri Lisesindeki ,
Anıları getirerek ,geçmesini özledim.

Cemal Borandağ
02 Mart 2018-Pazarcik
İstanbul bir şehirdir,Şimdi kırk bin köy oldu.

Ne Çok Can

Dostla dost,düşmana düşman derdik.
Ne olduğunu anlayamadım.
Dostum düşman,düşmanım dost olmuştu.
Çıkarlar mı bu duruma düşürdü.
Ne çok can,na çok isyan.
Haklıya haklı,haksıza haksız derdik.
İnsanlık yolunda yürüyorduk.
Hak adalet,hukuk diyorduk.
Sistem,çark kuvvetliye döndü.
Ne çok an,ne çok isyan.
Zengine zengin,fakire fakir diyorduk.
Çalışkanlık,zeka,şans döndü.
Zengin fakir,fakir zengin olmuştu.
Zaman mı,zemin mi,anlayış mı değişti.
Ne çok can,ne çok isyan.
Hak verilmez,alınıyor diyorlardı.
Demek ki bir lokma,bir hırka ile olmaz.
Birleşmek,bütünleşmek,tek yürek olmak gerek,
Haklı olmak seni güçlü kılıyor.
Ne çok can,ne çok isyan
Cemal Borandağ
28 Şubat 2018-Pazarcık
Hak verilmez alınır.İsyanlardayım.

İçimdeki Canavar



İçimde bir hayvan var!
Bazen aşık olup,türkü tuturup,
Maralımı arar,dağdan dağa aşarım.
Bazende,işimi çok sever,
Çalışır da çalışır,
Arkadaşlar dalga geçer,
Eşek diye!
Çalışkan olmak suç mu?
Dünyanın en güzel gözleri bende,
Yinede değerim bilinmez.
Bazende içimde bir maymun var.
Neşeli,hoş sohbetli,şakacıyım.
Şaklabanlık yapınca da,
İnsanlar güler de güler.
Ciddiye almazlar beni.
Maymun olmaktan vazgeçtim.
Ciddileştim,hayat ne kadarda zor.
Dalga geçmem lazım.
Yoksa çekilmez bu insanlar
Bazende öküz olurum,öküz.
Dünyanın hallerini,
Anlamıyorum,düşünemiyorum.
Hepten şaşırdım
Öküz müyüm,ben yoksa.
Bazende akrep olurum.
Akrabanın akrabaya yaptığını,akrep yapmazmış.
Nereden icap etti,acaba,
Öç alma duygusu mu ne?
Sonrada etrafım,ateş çemberine döner,
Kendi kendimi sokar,
Ölürüm bu huyumdan
Vicdan azabımı acaba?
Bazende kendimi,kaplan sanıp,
Hayata karşı,
Cesurca mücadele eder,
Her şeye başarmaya çalışırım.
Başarırım da,bir sevinç,bir sevinç.
Karşıma bir kaplan çıkıncaya kadar.
En iyisi beyaz atlı prens olmak,
Aşk var,umut var,sevinç var.
Bu beyaz atlı prenste,
At gibi çok huylu,çok huysuz,bin bir türlü
Beyaz atlı attan inip,
İnsan olmak en iyisi!
Bakalım ne gelecek başıma.
Yaşa da gör hayatı.

Cemal Borandağ
23 Şubat 2018-Pazarcık
İçimdeki hayvanı zapt edemiyorum.Maymun iştahlı.

Günü Tam Yaşa



Günü tam yaşa.
Yaşamın hakkını ver.
Sabah okula giden öğrencilerin,
Sevinç çığlıklarını duy.
Yağmurda ıslan,ıslık çal.
Binaları,sen rahat edesin diye,
Çalışan,ekmeğini kazanan,
Emekçileri gör.
Sınır boylarında,nöbet tutan,
Savaşan askerleri,
Çektikleri zorlukları düşün.
Asayışı sağlamak için,çırpınan,
Emniyet güçlerini düşün.
Dolaş,gez,düşün ,gör.
Ne sende tansiyon kalır,ne şeker,ne kollesrtrol,
Kalp ağrısı olur.
Belkide bir güzeli görür,
Kalbin huzura kavuşur.
Topluma girdiğinde,
En güzel kıyafetlerini giy.
Parfümde koksun ha!
Her gün aynı yaşama.
Yaşama sevincin kaybolur.
Gezen çocuk akıllı olur.
Gez,gör,yaşa,mutlu ol.
Günden tam yararlan.
Bir daha bu dünyaya gelme ,
Şansımız yok.
Hayat prova değil.
Öğlene kadar uyuyup,
Hayatı zehir etme.
Öbür dünyaya gittiğinde,
Nasıl olsa,
Bol bol uyuyacaksın.
Düşün salonlarına git,
Gençlerin mutluluğuna ortak ol.
Hastaları,ziyaret et.
Sağlığına ,yaşamına ,daha önem ver.
Ataların mezarını ziyaret et.,
Bir zamanlar onlarında,
Kalbi atıyordu,de.
Dün yaşandı.
Bugünün değerini bil.
Yarına,Allah kerim.

Cemal Borandağ
21 Şubat 2018-Pazarcik
Her bir türkü tuttur yaşa.