Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
29 Şubat 2020 Cumartesi
İşte gün gün Kahramanmaraş’ın kurtuluşu
İşte
gün gün Kahramanmaraş’ın kurtuluşu 22 gün süren destansı bir mücadele
veren Kahramanmaraş, kendi kendini kurtaran şehir olarak Kırmızı şeritli
istiklal Madalyası aldı. Her bir ferdi ile savaşa katılan şehir, 98
yıllık kahramanlığını doya doya kutluyor. GÜNCEL 10 Şubat 2018 Cumartesi
10:53 Dönemin tüm olanaksızlığına rağmen düşmana tek bir karış toprak
vermemeye ant içen Kahramanmaraşlı, öbek öbek toplanarak direnişin
seyrini değiştirecek hamleleri yaptı. 30 Ekim 1918 yılında Mondros
Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından müthiş bir saldırı altında kalan
ülke, kendi kendini kurtarabilmek için bir çıkış yolu arıyordu.
Yüzyıllar boyunca Cihana hükmetmiş bir neslin torunları kendini
kurtarıp, düşmanı bağrından atmak için bir ilham ararken, tarihler 21
Ocak 1920 yılını gösteriyordu. O zamanki adı ile Maraş, dillere destan
bir kahramanlık örneği göstererek, yüzyıllarca sürecek bir kurtuluşun
destanını yazdı. Gazetemiz muhabirinin çeşitli kaynaklardan derleyerek
gazete sütunlarına taşıdığı kahramanlık ise şöyle oldu: “ SAVAŞ
HAZIRLIĞI: Türk Bayrağı'nın Kahramanmaraş kalesi'ne çekilmesinden sonra
gerginlik iyice arttı. Savaşın patlak vermesi an meselesi idi.
Fransızlar, hazırlık yaparken, Türkler de kendi aralarında öbek öbek
toplanmaya ve fikir alışverişinde bulunmaya başladılar. TOPLANTILAR
YAPILDI Veziroğlu Mehmet Alpaslan'ın evinde bir toplantı yapıldı.
Kahramanmaraşlıların düşmanla savaşa teşkilatlandırılmasının biride
burada sağlandı. Kahramanmaraş'ın ileri gelenlerinden Veziroğlu Mehmet,
Sandal Osman, Cerrahoğlu Zekeriya, Başkatip Rıza, Karcı Hacı, Kocaoğlu
Evliya, Veliefendioğlu Ziya ve Hocaoğlu Nuri'den oluşturulan 8 kişilik
temsil grubu doğrudan Sivas Heyet-i Temsiliyesi ile ilişki kurma
hazırlıklan yaptılar. Ayrıca, Kahramanmaraş'ın Hatuniye, Şekerli,
Bayazıtlı, Kayabaşı, Divanlı, Acemli, Ekmekçi, Dereiçi mahallelerinde de
toplantı yapılarak teşkilatlanma çalışmaları başladı. Bu
teşkilatlandırma çalışmaları iyi bir düzene sokularak ‘Maraş Müdafa-i
Hukuk Cemiyeti’ kuruldu. SAVAŞ TAKTİKLERİ ÖĞRETİLDİ Cemiyet üyelerine
savaş taktikleri öğretilerek, savaş sırasında neler yapılacağı, nasıl
hareket edileceği üzerinde bilgiler verildi. Teşkilatlanma hazırlığı
tamamlandıktan sonra savaş harekatına geçmek için Sivas Heyet-i
Temsiliyesi'ne başvuruldu. Sivas Heyet-i Temsiliyesi, o zamanlar da
merkez karar organı durumunda idi. Sivas Heyet-i Temsiliyesi, savaş için
Yüzbaşı Kurtoğlu Salim Bey ile Üsteğmen Kılıç Ali Bey'i görevlendirdi.
Kahramanmaraş'ta savaş hazırlıkları tamamlandı. Herkesi heyecanlı bir
bekleyiş sardı. Her an şehit olma, yok olma durumunun yanında sevinç,
gözyaşı ve savaşın kazanılması gibi düşünceler yoğunlaştı.
Kahramanmaraşlılar'ın azim ve kararlılığı sevincin en güzel
örneklerinden biri idi. SAVAŞIN BAŞLAMASI: Fransız işgal komutanı
General Kuerette 1500 kişilik bir birlikle Kahramanmaraş'a geldi. (6
Ocak 1920) Kahramanmaraşlı Türkler, işgal komutanı ve askerlerin
gelişini protesto ettiler. Bu arada Fransızlar İslahiye'ye bir birlik
daha göndererek Kahramanmaraş Yolu'nu güvence altına almaya
çalışıyorlardı. Fransızlar'ın İslahiye yolunu tutmak için gönderdiği
askerleri, Kılılı Köyü yakınında Muallim Hayrullah Bey'in ve
arkadaşlarının baskınına uğradılar. 30 Fransız askeri burada öldürüldü.
Ertesi gün de, Bahçe'den Kahramanmaraş'a yardıma gelen Fransız
birlikleri Türkoğlu'nun Ceceli Köyü'nü bastılar. Ceceli Köyü'nü yakıp
yıktılar. Köy halkına büyük işkence ve zulüm yaptıktan sonra, Eloğlu'na
(Türkoğlu) girdiler. Fransızlar, Ceceli ve Eloğlu köylerinde 22 kişiyi
öldürdükten sonra küçük ve büyükbaş hayvanların hepsini yağmaladılar.
Muallim Hayrullah Bey, etrafında topladığı çete grubu ile birlikte
Eloğlu'nu kuşattı. Fransızlar Muallim Hayrullah'ın kuşatması sonucu
şaşkına döndüler. Muallim Hayrullah Bey çeteleri ile Fransızlar arasında
zorlu bir çatışma çıktı. Zor durumda kalan Fransızlar
Kahramanmaraş'taki Fransız birliklerinden yardım istediler. Fransızlar,
12 Ocak 1920'de yardım için bir tabur askeri daha Gaziantep'ten
Kahramanmaraş'a sevkettiler. Fransız yardım birliği, Sarılar Köyü'nde
Kahramanmaraşlı ve Gaziantepli Kuva-i Milliyelerinin baskınına
uğradılar. (13 Ocak 1920). Burada 50 Fransız askerin öldürülmesi haberi;
Fransızlar'da huzursuzluk ve panik yaratırken, Kahramanmaraşlı Türkler
üzerinde sevgi ve coşku yarattı. Araplar ve Sarılar baskınları
Fransızlar için büyük bir darbe oldu. Araplar baskınını gerçekleştirme
de Pazarcık çetelerinin yardımı büyük oldu. PAZARCIK BÜYÜK ROL OYNADI
Kahramanmaraş-Gaziantep yolunun kapanmasından endişelenen ve
Pazarcıklılar'a bozulan Fransız komutanı, bir tabur askeri
Kahramanmaraş'tan Pazarcık üzerine gönderdi. Fransız askerleri bu defa
da Aksu Köprüsü'nün yakınındaki dere yamacında, Pazarcıklı Yakup Hamdi
ve arkadaşlarının baskınlarına sahne oldu. Türklerin bu yoğun baskınları
sırasında darmadağın olan Fransız birlikleri perişan bir halde
Kahramanmaraş'a doğru kaçarlarken bu defa da Tomsuklu yakınlarında
Hüseyin Efe ve arkadaşlarının baskınlarına uğradılar. Fransız
Birliği'nin yarısı öldürüldü. Yarısı da güç bela Kahramanmaraş'taki
birliklere kaçarak sığındılar. (19 Ocak 1920).Bu arada, Doktor Mustafa
Bey komutasındaki Kahramanmaraşlı Kuva-i Milliyeliler Fransızlar'ın
elinde tuttukları Yumurta Tepe'ye birkaç kez baskınlar düzenlediler.
Fransızlar'ın yoğun makinalı tüfek ateşi sonucu, bu baskını durdurmayı
başardılar ama Fransızlar önemli kayıplar verdiler. Kahramanmaraş'ın
Nedirli köyünden Cennet Ali, yanındaki köy arkadaşları ile silahlanarak
şehre geldiler. Mağralı Mezarlığı yanında (Şimdiki Kapalı Stadyum) 12
Fransız askeri ile karşılaştılar. Çatışma sonucu 2 Fransız askeri
öldürüldü. Diğerleride kaçmak zorunda kaldılar. Ufak tefek yapısı olan
Cennet Ali'nin cesur ve gözüpek olmasından ve teşkilat başkanlığı
yapmasından dolayı Fransızların korkulu rüyası haline geldi. Cennet Ali
ve arkadaşları Kahramanmaraş Çete savaşlarında önemli rol oynadılar.
Fransızlar, bu baskınlar ve çete savaşlarının devamlı aralıklarla
sürmesinden sonra ne yapacaklarını şaşırdılar. Son olarak Bertiz Kuva-i
Milliye'si de Kahramanmaraş'a yardıma gelince, Fransız Generali Kueratta
bir misilleme olarak hükümet konağını işgal etti. Kahramanmaraş
Mutasarrıfını ve şehrin ileri gelenlerini tutuklattı. Türk jandarmasının
biri de ateş sonucu yaralandı. 22 GÜNLÜK KURTULUŞ SAVAŞI:
Kahramanmaraş'ta gerginlik son haddini bulunca Maraş Müdafa-i Hukuk
Cemiyeti Başkanı Arslan Bey, halka silahlı savaşın başladığını duyurdu.
Alman Çiftliği, Amerikan Hastanesi, Seyran Bağları ve Mercimektepe'yi
Fransızlar tamamen hakimiyetlerine aldılar. 21 Ocak 1920 Çarşamba günü,
şehrin her tarafında karşılıklı silahlar patladı. Fransızlar
Mercimektepe'den ve Ahirdağ eteklerinden şehrin önemli yerlerini
makinalı tüfeklerle taradılar. Bir yandan da top ateşiyle çevre
yollarını bombardıman ettiler. Savaş gece saat 21'e kadar devam etti.
Ancak her iki tarafta kesinbir üstünlük sağlayamadı. 22 Ocak 1920
Perşembe günü, çatışma bombalama, bir öncekine nazaran az oldu.
Kahramanmaraşlılar'ın duruma hakim olma haberleri ortalığa yayıldı.
Akşam üzeri de Fransızları yoğun bir ateşe tuttular. DÜŞMANA PUSU ATILDI
23 Ocak 1920 Cuma günü, Gaziantep'ten Kahramanmaraş'a gelen bir düşman
kolu pusuya düşürülerek bir kısmı imha edildi. Bir kısmı da esir alındı.
Pazarcık Kuva-i Milliye'sini yöneten Kılıç Ali Bey'de emrindeki
arkadaşları ile birlikte Pazarcık'tan Kahramanmaraş'a gelerek yönetimi
devraldı. Fransızlar bu durum karşısında şaşkına döndüler.
Kahramanmaraşlılar'ın bu tutumları karşısında çaresiz kalmalarını
anlayınca daha önce tutukladıkları Mutasarrıf Cevdet Bey'i salıverdiler.
YARDIM KONVOYU 24 Ocak 1920 Cumartesi günü, Fransızlar, Gaziantep'ten
Kahramanmaraş'a acele olarak bir yardım konvoyu gönderdiler. Ancak, bunu
haber alan Pişkinzade Ali Rıza Bey ve emrindeki çeteler, Fransızları
Karataşlık'ta pusuya düşürerek darmadağın ettiler. Kahramanmaraş'taki
Fransız birliklerine getirilen malzeme ve yiyeceklere el konuldu. 25
Ocak 1920 Pazar günü, mahalle çatışmaları devam ederken, Pazarcık,
Bertiz, Nedirli köylerinden grublar halinde çeteler, Kahramanmaraş'a
yardıma geldiler. Fransızlar'ın birkaç kez tekrarladıkları saldırılar
sonuçsuz kaldı. Fransızlar gece ışık görülen pencerelere haince ateş
etmeye başladılar. Şiddetli karakışta savaşla birlikte aman
dinlemiyordu. Çok soğuk olan bu günde buruk yüzler, heyecan dolu gözlere
uyku girdirmiyordu artık. 26 Ocak 1920 Pazartesi günü, Evliya Efendi ve
Kuvvetleri Abarabaşı ve Şekerdere'deki Ermeni evlerini tamamen
yıktılar. İçerisindeki Ermenileri de esir aldılar. Evliya Efendi ve
arkadaşlarının bu tutumları Fransızlar'a göre bir kabus oldu. KİLİSE
KUŞATILDI 30 Ocak 1920'de Tekke Kilisesi kuşatıldı. Bombacı Ahmet, bakır
sürahisinin içerisine sıkıca yerleştirdiği nal parçaları, çivi ve
barut'u fitil sayesinde ateşleyerek kiliseye attı. Dışarıya çıkan
Ermeniler'de esir edildiler. Savaş iyice şiddetlendi. Ermeniler de
sokaklara baskınlar düzenleyerek kadın, çoluk çocuk herkesi acımasızca
katletmeye başladılar. Donmuş kar üzerinde sokakta kalan çocukların bir
kısmınında soğuktan öldükleri görüldü. 2 Şubat 1920'de şehrin çok yanını
Fransızlar ateşe verdiler. Mahalle ve sokak aralarındaki 3-5 kişilik
grublar, düşmanlarla kıyasıya kama, balta ve satırlarla çatışmaya
başladılar. Kadınlann çığlıkları, çocukların ağlamaları, savaşla
birlikte dondurucu soğukların etkisi tüm yürekleri dağlayan ayrı bir
yara idi. Bu arada Fransız askerleri ellerine geçirdikleri kişileri
kadın, çoluk, çocuk ve yaşlı demeden acımasızca işkence ve zulüm ederek
katlediyorlardı. 6 Şubat 1920'ye kadar şehir içi çete savaşları bütün
şiddeti ile devam etti. Her sokak arasında 3-4'er kişilik sokak
muharebeleri olağan hale geldi. Hemen hemen her sokak ve mahalle
aralarında cesetlere rastlanır oldu. Barut, yangın, ceset kokusunun
yanında iniltiler, bağırışmalar, sızlanmalar şehrin havasını büsbütün
karartmıştı. Kahramanmaraş'ın ve Kahramanmaraşlılar'ın üzerine adeta bir
karabulut gibi hüzün ve kabus kaplamıştı. Çaresizlik içerisinde kalan
Kahramanmaraşlılar bir yandan acımasızca olagelen savaş, bir yandan da
karakış soğuğuna karşıda olsa ümitlerini yitirmediler. Belediye Dairesi,
Mevlevi Dergahı ve Türk dükkanlarının çoğu Ermeniler tarafından ateşe
verilerek yakıldı. Kuva-i Milliyeciler çocukların yakın köylere
taşınmasını söylediler. Halkın bir kısmı çocuklarını çevre köylere
koymak için yola koyulunca, halk arasında bir de panik koptu. 6 Şubat
1920'de Bertiz ve Yenicekale çeteleri düşman kışlasını kuşatarak
ablukaya aldılar. Fransızlar'a yardım geleceği haberide ortalığa
yayıldı. Bu sırada üsteğmen Hamdi Efendi ve süvari bölüğü komutanı Kamil
Bey'de şehre geldiler. Tuzhan, Türklerin eline geçti. Hırlak Avadisin
evi Mıllış Nuri tarafından yakıldı. Mıllış Nuri'de Ermenilerle
savaşırken şehit edildi. Kırklar Kilisesi'de çeteler tarafından yakıldı.
7 Şubat 1920 günü Albay Normand komutasındaki 300 kişilik Fransız
birliği yardım için Erkenez çayı kenarına gelerek karargah kurdular.
Yanlarında getirdikleri 4 adet topla şehri bombalamaya başladılar. Bir
yandan da Mercimektepe'den şehri bombalamayı sürdürüyorlardı. Şehir
tamamen iki top ateşi arasında kalmıştı. Diğer yandan da Fransız Askeri
Kışla'sından da destek sağlanıyordu. İslahiye'den gelen Fransız
Birliği'ne Yörükselim Bey ve müfrezelerinin karşı koymalarına rağmen,
Fransızlar pek etkilenmediler. İki ateş arasında kalan
Kahramanmaraşlılar, çocukları ve hastaları çevre köylere taşımaya
başladılar. Halk dilinde bu duruma ‘kaç kaç’ diye söylenir. Maraş
Müdafai Hukuk Reisi Arslan Bey, geri çekilmenin şehirde büyük bir
katliama sebebiyet vereceğini ve yolun Sivas'a kadar açılmasının
sebebiyet vereceğini söyleyerek, direnmenin devam etmesini ısrarla
söyledi. BOMBA YAĞDIRDILAR 9 Şubat 1920 günü Fransızlar şehri
aralıklarla tekrar bombalamaya başladılar. Şehrin çok yerini yakıp
yıktılar. Şehirdeki halk arasında açlık ve kıtlık tehlikesi de
başgöstermeye başladı. Kılıç Ali Bey ve emrindeki çeteler Kümbet
Kilisesi'ni ele geçirerek, Ermenilerin bazılarını da esir aldılar. 10
Şubat 1920'de Kahramanmaraş'ın ileri gelenleri, Doktor Mustafa ile bir
toplantı yaparak; ‘soykırım olabileceğini, teslim olmaktan başka çare
kalmadığını’ belirttiler. Doktor Mustafa da şehrin bazı ileri
gelenlerine ve halka bu duygularından vazgeçmelerini ve direnmelerini
söyledi. Doktor Mustafa'ya göre; er geç Kahramanmaraşlılar başarıya
ulaşacaktı. DÜŞMANA AĞIR DARBE Bu sırada Fransızlar'da
Kahramanmaraşlılardın bu büyük dirençleri ve karşı koymaları karşısında
iyice ümitsizliğe düştüler. Fransızlar'da çaresizlik içerisinde şehri
terketmeyi düşünüyorlardı. Aynı gün Doktor Mustafa, yanında emir eri
olduğu halde, Amerikan Koleji'ne gelerek General Kueratte ile görüştü.
Görüşmeden sonra geri dönüşünde emir eri ile birlikte Ermeniler
tarafından Alman Hastanesi yakınında pusuya düşürülerek şehit edildi.
Doktor Mustafa'nın şehit edilmesi, şehrin hemen her yanında anında
duyuruldu. Doktor Mustafa'nın şehit edilmesi haberi Fransızlar ve
Ermeniler arasında adeta bir şok etkisi yaptı ve büyük bir panik
yaşandı. Çünkü, Kahramanmaraşlılar'ın son anda topyekün Fransızlar ve
Ermeniler üzerine yürüyerek heran büyük bir katliam yapabileceklerinden
çekinmeye başladılar. Doktor Mustafa, Kahramanmaraşlılar'ın o anda
lideri ve en sevilen kişilerin başında geliyordu. Fransızlar ve
Ermeniler'de bunun şuuruna vardılar. Zaten, Doktor Mustafa'nın da
Ermeniler tarafından katledilmesi, bardağı taşıran son damla oldu.
DÜŞMAN SONUNDA ANLADI Fransız ve Ermeniler; Kahramanmaraşlılardın
vatanından, milletinden, namusundan, bayrağından, dininden, kutsal
kitabından hiçbir zaman taviz vermeyen, örf adet ve geleneklerine sıkı
sıkıya bağlı bir toplum olduğunu anladılar. 11 Şubat 1920 gecesi
Fransızlar ve Ermeniler, Kahramanmaraşlıların bu durumlarını bildikleri
için birden ateş keserek kaçma hazırlığı yaptılar. Aynı gece kim
tarafından ateşe verildiği henüz kesin olarak bilinmemekle birlikte,
Fransız askeri kışlası yanmaya başladı. Bununla birlikte içindeki
cephaneler de ateş alarak yanmaya ve patlamaya başladı. Gece yarısı apar
topar kaçmaya başladılar. Bu sırada Kahramanmaraşlılar da ışıkları
söndürerek heran bir baskın olabileceğini düşünüyorlardı. Nitekim,
geceleyin sabaha karşı Fransız ve Ermeniler, bazı evleri ateşe vererek
kaçmaya başladılar. Bunun üzerine bıçağını, baltasını, tabancasını,
kazma ve küreğini kapan Kahramanmaraşlılar bunların peşlerini
bırakmadılar. 12 Şubat 1920 günü sabaha karşı, şehir Fransızlar'dan ve
Ermeniler'den tamamen temizlendi. Fransızlar İslahiye'ye kadar kaçtılar.
Kaçamayan ve yakalanan 100 civarındaki Ermeni ve Fransız da Türkler
tarafından esir edildiler. 22 GÜN SÜRDÜ 22 gün 22 gece süren
Kahramanmaraş Kurtuluş Savaşı 12 Şubat 1920 günü sabah namazı sularında
resmen sona erdi. Artık savaş bitmişti. Bütün Kahramanmaraşlılar ve
civar köylerden gelen binlerce vatansever, cefakar Kahraman-Gaziler
sabahın erken saatlerinde şehrin merkezine toplanarak, sevinç gözyaşları
içinde birbirlerine sarıldılar. Kucaklaştılar. Birbirlerine sarılarak
sevinç gözyaşları ile herkesin adeta ağladığı görüldü. Kardeşliğin,
birlik ve beraberliğin Türk gurur ve şuuru ile Islam ahlakının en güzel
örnekleri burada sergilendi. İkramlar, sevinçler, saygınlık, sevgi,
bağlılık, Türk örf adetleri ile millet sevinçten adeta coştu. Artık
acılı günler geride kalmıştı. İnançlı, azimli ve şuurlu
Kahramanmaraşlılar'a yan gözle bakan düşmanın gözünün her zaman
oyulacağı söylendi. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü altın
harflerle tarihe geçiren Kahramanmaraşlı sevincinin haklı gururunu
yaşıyordu artık. Bu coşku ve sevgi yumağı öğle sonuna kadar artarak
devam etti. AğıtIar yakıldı, türküler söylendi, folklorik yöre oyunları
sergilendi. Evlerden halka ikramlar dağıtıldı. BAYRAM GİBİ KUTLANDI O
günden sonra her yıl 12 Şubat günü köylüsü ile mahallelisi ile hep bir
olup el ele vererek kucaklaşma, sevinç, bayram yapılması gelenek haline
getirildi. 12 Şubat Kahramanmaraş Kurtuluş Bayramı'nın devlet töreni ile
de her yıl kutlanması kararlaştırıldı. Bu nedenle, her yıl 12 Şubat
günü Türkiye'nin en görkemli ve muhteşem Kurtuluş Bayramı
Kahramanmaraş'ta kutlanmaya başlandı. Kahramanmaraş Kurtuluş Bayramı'nın
şehirde olduğu gibi bütün Türkiye'de de ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Maraşlılar'ın bu kahramanlıklanndan dolayı 1925 yılında T.B.M.M.'nin
kararı ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın da onayı ile şehre İstiklal
Madalyası verildi” Derleyen: Mustafa Kılınç #Kahramanmaraş, #kurtuluş, #istiklal madalyası, #mücadele, #kahramanlık, #savaş, #Tarih, #destan
YORUM EKLE Adınız Soyadınız Yorum Gönder YORUMLAR Hatice KILINÇ - 1 ay
Önce Kaleminize sağlık çok güzel bir yazı olmuş bu kadar ayrıntilı
bilmiyordum.Yasasin Kahraman Türk Milleti Cevapla Beğen (8) Beğenme (1)
OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ ==>http://www.marasmanset.com/…/iste-gun-gun-kahramanmarasin-k…
Kahramanmaraş Manşet Gazetesi
OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ ==>http://www.marasmanset.com/…/iste-gun-gun-kahramanmarasin-k…
Kahramanmaraş Manşet Gazetesi
MUHTEŞEM BİR HİKAYE : GÖZ YAŞLARIYLA OKUYACAKSINIZ !!!
Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkâns
ızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış
ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.
Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi
gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun
hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.
Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.
Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.
Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri
getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya
kadar bu böyle devam etti.
Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı
ile beceriksizce sarılmıştı.
Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.
Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden
sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları
eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik
ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta
ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini
söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.
Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu,
ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında
üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını,
sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile
mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm
yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl
daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala
karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi
ismi biraz daha uzundu.
Mektup söyle imzalanmıştı,
Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)
Öykü burada bitmiyor.
Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının
birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan
Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?
Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,
"Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.
Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,
Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana
öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".
Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın
(Daha önce hiç bir gönderiyi paylaşın diye rica da bulunmadım. Ama bu gönderiyi paylaşın, paylaşın ki hâlâ insanlığın ölmediğini herkese gösterelim...)
Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.
Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.
Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri
getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya
kadar bu böyle devam etti.
Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı
ile beceriksizce sarılmıştı.
Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.
Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden
sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları
eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik
ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta
ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini
söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.
Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu,
ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında
üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını,
sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile
mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm
yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl
daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala
karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi
ismi biraz daha uzundu.
Mektup söyle imzalanmıştı,
Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)
Öykü burada bitmiyor.
Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının
birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan
Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?
Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,
"Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.
Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,
Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana
öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".
Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın
(Daha önce hiç bir gönderiyi paylaşın diye rica da bulunmadım. Ama bu gönderiyi paylaşın, paylaşın ki hâlâ insanlığın ölmediğini herkese gösterelim...)
Köylü kadının ikram ettiği ayranı içen ATATÜRK teşekkür ettikten sonra ona sorar "senin kocan yokmu?"
Tunç yüzlü, elleri nasırlı Türk anası Ankaranın kendine özgü şivesiyle kocasının Sakarya Savaşın'da yaralandığını, yarı yatalak olduğunu anlatır. Ata sorar "peki ne zaman doğdun?"
Kadın ciddi ciddi cevap verir.1919 da doğdum ATAM der.
Atatürk bir an düşünür. Yıl 1934 olduguna göre kadın 15 yaşındayım demiş olmaktadır. Oysa orta yaşları bulmuş görünmektedir.
Ata tekrar sorar "nasıl olur?"
Kadın: "biz buralarda o tarihten önce yaşamıyorduk ki ATAM" cevabını verir.
Atatürk bu girişken hazırcevap Anadolu kadınının zekice nüktesi karşısında gülümser..
Ayrılırken yaverine kadının adını soyadını adresini not ettirir.
İşte bu köylü kadını ilk bayan milletvekilimiz
SATI KADIN'dır.
TÜRKİYE 9.SINIF ÖĞRENCİSİ 3 GENCİN YAZDIĞI YAZIYI KONUŞUYOR.
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Hazırlayanlar:
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma D
Ahmet G
Ege D….
MUSTAFA KEMAL PAŞA ENVER PAŞA’YI ANLATIYOR
Hesapsızdır, fikir ve kararların nasıl tatbik edileceğini düşünmeyi teferruattan sayar. Askerlikte genel bakımdan bilgisizdir, çünkü tabur, alay gibi birliklere sıra ile kumanda etmeden, en çok Makedonya ve Bingazi’de çete ve aşiret vuruşmalarında bulunduktan sonra sonra siyasal destekle en yüksek makamlara erişmiştir. Bu yüzden Enver,
bir tümen veya bir kolorduya herhangi bir hareketi emrettiği vakit, o hareketin yapılabilmesi ve beklenebilmesi için nelerin gerektiğini hiç düşünmezdi ve bu gibi emirleri adeta bir çavuşa 40-50 kişiyle bir tepeyi tutması emrini verir gibi verirdi. Sarıkamış yıkımı bu biçim kıt anlayıştan doğmuştu.
Enver’i siyasal bakımdan başarı sağlayıp ilerleten sebep onun çıkar umduğu kimseler karşısında mütevazi, saf ve söz dinler bir durum takınmasını bilmesi ve onlarda, ‘bu adam daima bana bağlı kalır, her istediğimi ona yaptırırım’ duygusunu uyandırmasıdır. O, başta Talat’ı
ve daha sonra da önemi pek büyük olmakla birlikte Sultan Reşat’ı böyle kazanmıştır.
Atatürk. Hayatı ve Eseri/Hikmet Bayur, Sayfa 85
ENVER PAŞA, MUSTAFA KEMAL’ PAŞA’YI ANLATIYOR
Mustafa Kemal mükemmel bir kurmay, zeki, cesur ve iyi bir komutandır. Ben, Birinci Dünya Savaşında Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili iken bazı kanunsuz hareketleri oldu. Fakat hiç birini muameleye koyup cezalandırmadım. Bir defasında, harbin yönetiminde gördüğü eksiklikleri, o zaman iş başında bulunan ordu kumandanlarına açıklayarak ve onları da kandırarak birlikte bir rapor hazırlamış ve bunu Sadrazam Talat Paşa’ya (Şubat 1917-Temmuz 1918 arasında Sadrazamlık yapmıştır) vermişti. Başkumandanlığına danışmadan hareket ettiği için kendisine kızdım, kumandanları topladım, dedim ki; ‘Bu işin müteşebbisi Mustafa Kemal Paşa’dır. Sizin, fikirlerinizi önce bana bildirmeniz, yönetimin doğru olup olmadığını benimle tartışmanız lazımdı. Bunu yapmadınız. Harp zamanında böyle bir hareket kanunsuzdur. Ve ağır suçtur.’ Sonra Mustafa Kemal’e dönerek dedim ki; ‘Sen çok kabiliyetli bir kumandansın, mülkte bugün de, yarın da büyük hizmetler ifa edeceksin!’ O zaman tahminlerimde yapılmadığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Mustafa Kemal olmasaydı memleket sahipsiz kalacaktı.
Sınıf Arkadaşım Atatürk/ Ali Fuat Cebesoy
(Bu ifadeleri Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ekim 1918’de yurdu terk ettikten sonra gittiği Rusya’da ve Kasım 1920’de Moskova Büyükelçisi olarak atanan Ali Fuat’a söylemiştir.)
BERKANT ve SAMANYOLU ŞARKISI....
Bir sarkisin sen, omur boyu surecek.
Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden biliyordu ?.. Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti ? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti ? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..
Çünkü..
Babası Hasan Akgürgen'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhu"yla büyütülmüştü..
Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde ; tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..
Ankara Konservatuvarı'nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..
"Harika çocuk"lar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..
Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı :
"Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar ; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.
Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi : İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu"nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruh"un Türkiye'ye armağanıydı..
İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..
Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ'nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi..
Yılmaz Ozdil
VEEE.......BUGÜNKÜ DURUM😥😥
1 Nisan Çarşamba günü köy okulumuzda gerçekleştirilmek üzere Opera Sanatçısı Devrim Demirel ve bir grup sanatçıdan oluşan topluluğun okulumuzda eğitim konserinin izin yazısını Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü"ne yazdık. Bugün iznin verilmediği telefonu geldi. Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürü Recep Akalın"ı arayıp iznin verilmeme nedenini sorduğumda "ÇOCUKLAR NE ANLAR OPERADAN!" yanıtını alınca şoka girdim. Şimdi sizlerden isteğim bu yazının altına asla yorum yapmamanız ve sadece paylaşmanızdır. 3 yıllık öğretmenliğim sürecinde hiçbirşeyden ve hiç kimseden korkmadım. Emeklerimin ve yaptıklarımın hep arkasında durdum. Bir eğitimcinin eğitimle asla bağdaşmayan cümlesini duymak beni çok üzdü.
Sizler ne olur çocuklarınızı müzikten, operadan, senfoniden, halk müziğimizden, köy müziğimizden uzak tutmayınız.
EMRE DAYIOĞLU
ANTALYA ELMALI İLÇESİ BAYRALAR KÖYÜ
MÜZİK ÖĞRETMENİ.
Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden biliyordu ?.. Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti ? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti ? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..
Çünkü..
Babası Hasan Akgürgen'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhu"yla büyütülmüştü..
Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde ; tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..
Ankara Konservatuvarı'nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..
"Harika çocuk"lar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..
Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı :
"Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar ; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.
Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi : İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu"nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruh"un Türkiye'ye armağanıydı..
İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..
Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ'nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi..
Yılmaz Ozdil
VEEE.......BUGÜNKÜ DURUM😥😥
1 Nisan Çarşamba günü köy okulumuzda gerçekleştirilmek üzere Opera Sanatçısı Devrim Demirel ve bir grup sanatçıdan oluşan topluluğun okulumuzda eğitim konserinin izin yazısını Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü"ne yazdık. Bugün iznin verilmediği telefonu geldi. Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürü Recep Akalın"ı arayıp iznin verilmeme nedenini sorduğumda "ÇOCUKLAR NE ANLAR OPERADAN!" yanıtını alınca şoka girdim. Şimdi sizlerden isteğim bu yazının altına asla yorum yapmamanız ve sadece paylaşmanızdır. 3 yıllık öğretmenliğim sürecinde hiçbirşeyden ve hiç kimseden korkmadım. Emeklerimin ve yaptıklarımın hep arkasında durdum. Bir eğitimcinin eğitimle asla bağdaşmayan cümlesini duymak beni çok üzdü.
Sizler ne olur çocuklarınızı müzikten, operadan, senfoniden, halk müziğimizden, köy müziğimizden uzak tutmayınız.
EMRE DAYIOĞLU
ANTALYA ELMALI İLÇESİ BAYRALAR KÖYÜ
MÜZİK ÖĞRETMENİ.
BERKANT ve SAMANYOLU ŞARKISI....
Bir sarkisin sen, omur boyu surecek.
Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden biliyordu ?.. Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti ? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti ? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..
Çünkü..
Babası Hasan Akgürgen'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhu"yla büyütülmüştü..
Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde ; tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..
Ankara Konservatuvarı'nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..
"Harika çocuk"lar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..
Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı :
"Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar ; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.
Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi : İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu"nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruh"un Türkiye'ye armağanıydı..
İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..
Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ'nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi..
Yılmaz Ozdil
VEEE.......BUGÜNKÜ DURUM😥😥
1 Nisan Çarşamba günü köy okulumuzda gerçekleştirilmek üzere Opera Sanatçısı Devrim Demirel ve bir grup sanatçıdan oluşan topluluğun okulumuzda eğitim konserinin izin yazısını Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü"ne yazdık. Bugün iznin verilmediği telefonu geldi. Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürü Recep Akalın"ı arayıp iznin verilmeme nedenini sorduğumda "ÇOCUKLAR NE ANLAR OPERADAN!" yanıtını alınca şoka girdim. Şimdi sizlerden isteğim bu yazının altına asla yorum yapmamanız ve sadece paylaşmanızdır. 3 yıllık öğretmenliğim sürecinde hiçbirşeyden ve hiç kimseden korkmadım. Emeklerimin ve yaptıklarımın hep arkasında durdum. Bir eğitimcinin eğitimle asla bağdaşmayan cümlesini duymak beni çok üzdü.
Sizler ne olur çocuklarınızı müzikten, operadan, senfoniden, halk müziğimizden, köy müziğimizden uzak tutmayınız.
EMRE DAYIOĞLU
ANTALYA ELMALI İLÇESİ BAYRALAR KÖYÜ
MÜZİK ÖĞRETMENİ.
Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden biliyordu ?.. Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti ? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti ? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..
Çünkü..
Babası Hasan Akgürgen'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhu"yla büyütülmüştü..
Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde ; tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..
Ankara Konservatuvarı'nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..
"Harika çocuk"lar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..
Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı :
"Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar ; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.
Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi : İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu"nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruh"un Türkiye'ye armağanıydı..
İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..
Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ'nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi..
Yılmaz Ozdil
VEEE.......BUGÜNKÜ DURUM😥😥
1 Nisan Çarşamba günü köy okulumuzda gerçekleştirilmek üzere Opera Sanatçısı Devrim Demirel ve bir grup sanatçıdan oluşan topluluğun okulumuzda eğitim konserinin izin yazısını Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü"ne yazdık. Bugün iznin verilmediği telefonu geldi. Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürü Recep Akalın"ı arayıp iznin verilmeme nedenini sorduğumda "ÇOCUKLAR NE ANLAR OPERADAN!" yanıtını alınca şoka girdim. Şimdi sizlerden isteğim bu yazının altına asla yorum yapmamanız ve sadece paylaşmanızdır. 3 yıllık öğretmenliğim sürecinde hiçbirşeyden ve hiç kimseden korkmadım. Emeklerimin ve yaptıklarımın hep arkasında durdum. Bir eğitimcinin eğitimle asla bağdaşmayan cümlesini duymak beni çok üzdü.
Sizler ne olur çocuklarınızı müzikten, operadan, senfoniden, halk müziğimizden, köy müziğimizden uzak tutmayınız.
EMRE DAYIOĞLU
ANTALYA ELMALI İLÇESİ BAYRALAR KÖYÜ
MÜZİK ÖĞRETMENİ.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)