Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
29 Aralık 2017 Cuma
Hava soğuk.
Tak kulaklıkları. Dışarı çık. Üşü. Yürü. Daha çok üşü. Daha çok yürü. Üşüdükçe yürü. Yürüdükçe, düşün. Olmak istediğin kişiyi düşün. Olduğun kişiyi düşün. Sahip olduklarını düşün. Senin olmayanları düşün. Sevdiklerini, sevmediklerini düşün. Kazandıklarını, kaybettiklerini düşün. Söylediğin, söylenen yalanları düşün. Seni terk edenleri, terk ettiklerini düşün. Artık hayalini kurmadığın o hayatı düşün. Ne kadar kolay vazgeçtiğini düşün. Bir daha kimseyi sevemeyeceğini düşün. Saatlerce düşün ama hiçbir şey düşünmediğini fark et. Eve dön. Aynaya bak. Sol gözün kızarmış. Demek ki ağlamak istemişsin farkında olmadan. Ne zaman ağlamak istesen, sol gözün kızarır çünkü. Aç sıcak suyu, gir altına. Soğuktan donan vücudun sıcak suyun altında uyuşsun. Kemiklerin sızlasın. Acıya aldırma. Düşün. Yeniden düşün. Ardından el salladığın otobüsleri düşün. İnsanları düşün.İhanetleri düşün. Bir zamanlar hayallerin olduğunu düşün. Bir zamanlar mutlu olduğunu düşün. Mutluluğun nasıl bir his olduğunu unuttuğunu düşün. O adamı düşün. O adama asla sarılamayacağını düşün. Şimdi çık sıcak suyun altından. Çık ve yaşa. Ve yaşadığın bu şeye ‘hayat’ de. Hep aynı şarkı çalsın kulaklarında. Hep aynı yerden yansın canın. Ama sen yine de hep, ‘hayat’ de. Çünkü hayat, güzel rüyalarından haricinde kalan acımtırak zaman dilimi. Çünkü hayat, hayat işte. Çünkü hayat, hep böyle.
24 Yaşındaydı...
Okulunun en başarılı öğrencisiydi. Öyle çok iş teklifi almıştıki yaşamını, başarılı ve zengin bir iş adamı olarak geçirmesi garantiydi. Kendisini herkesten üstün görürdü, kimseyi beğenmezdi .Arkadaşları onun kırıcı olduğundan yakınırdı hep. AŞK onun için Ayak bağıydı birini sevmenin düşüncesi bile itici gelirdi. Bir sabah kendini kötü hissetti, soluğu hemen doktorda aldı.Test üstüne test yapıldı ve teşhis kondu. KANSER...Doktor sadece birkaç aylık ömrün var dediğinde inanamadı. Oysa neler bekliyordu hayattan. Eve kapandı kimseyle görüşmüyordu. Bir gün televizyon izlerken bir söz dikkatini çekti. Filimde bir kadın kendisini terk eden sevgilisine (En Büyük Mutsuzluk Sevgisiz Bir Hayat Sürmektir) bundan daha kötüsüde bu dünyadan sevdiklerine (Seni seviyorum) demeden gitmek diyordu. Televizyonu kapattı ve düşündü, bugüne kadar hiç kimseye (Seni Seviyorum) dememişti ve bunu söylemek için o kadar az zamanı kalmıştı ki. Fırladı yatağından, banyoya koştu günlerdir kesmediği sakalını kesti. En güzel kıyafetlerini giyindi ve dışarı çıktı önce okuluna gitti .Dersin ortasında sınıfa girince hem öğretmeni hemde arkadaşları şaşırdı ,izin istedi öğretmeninden bir kaç şey söylemek için.Yıllarca sizinle birlikteydik dedi.Ama ben hiç birinizle yakın olmadım. Çoğunuzu kırdım, aşığıladım lütfen beni bağışlayın.Sizi seviyorum sizi çok seviyorum.Okuldan çıktığında öylesine rahatlamıştı ki kendisi bile şaşırdı.Demek bu kadar kolaydı .Demek böylesine sihirliydi.O Seni Seviyorum sözü.. yeniden eve döndü annesi, babasıve kardeşleri onu çok merak etmişlerdi ve her yeri ayağa kaldırmışlardı.Neredeydin diye sorduklarında(Sevginin Kuçağında) yanıtını verdi.Babasına,annesine ve kardeşlerine tek tek sarıldı hepsine yüzlerce kez Sizi Seviyorum dedi.Sonra kağıdı kalemi aldı eline ve şunları yazdı: "İnsanlara Seni Seviyorum demek için ölümü beklemenize gerek yok şimdi hemen şimdi başlayabilirsiniz. Başlayın ki hayatınız güzelleşsin ,zenginleşsin. Hem şimdi başlamasanız bir daha söyleme şansınız hiç olmaya bilir." Ertesi gün onu zor bir görev bekliyordu. Bu yazdıklarını o kısacık sürede bulabildiği her adrese gönderecekti.Yatağına uzandı ve acılarına rağmen yaşamında hiç böylesine huzurlu uykuya ölüme daldı..
Mahsun Günler
Yıllar,geçtikten sonra,
Tekrar,
Okula başladığımız,
Zaman ki,
Masumiyeti tekrar,
Kazanmış gibisiniz.
Neydi öyle,
Hayatla,arkadaşlarla,
Yarışıyordunuz.
Görevdeyken,
Ne de çok ciddi,vefakar,serttiniz.
Nasılda geçti,o günler..
Hareketli,fedakar,
Zaman mefhumu tanımazdınız.
Nasılda geçti,o günler.
Ne zaman bu yaşlara,geldik.
Yıllar yorgun,bizde yorgunduk.
Sanki habersiz gibi.
Tekrar asude,mahsun.
Neydi bir zamanlar.
Şimdi ne oldu der gibi hallerle.
Görev yapmanın huzuru içinde,
Mahsunlaşmışsınız.
Elinde kalem tutan,herkes yazardır!
Aslında yaşadıklarınızdan,
Ne güzel türküler,
Şarkılar,
Şiirler,
Anılar,
Romanlar yazılır.
Resimlerde yapılır.
Çocuklarınıza bırakacağınız,
En büyük servet değil mi?
Cemal Borandağ
23 Aralık 2017-Fenerbahçe Orduevi-İstanbul
Hür Generallere selam olsun,sevgilerimle.
Tekrar,
Okula başladığımız,
Zaman ki,
Masumiyeti tekrar,
Kazanmış gibisiniz.
Neydi öyle,
Hayatla,arkadaşlarla,
Yarışıyordunuz.
Görevdeyken,
Ne de çok ciddi,vefakar,serttiniz.
Nasılda geçti,o günler..
Hareketli,fedakar,
Zaman mefhumu tanımazdınız.
Nasılda geçti,o günler.
Ne zaman bu yaşlara,geldik.
Yıllar yorgun,bizde yorgunduk.
Sanki habersiz gibi.
Tekrar asude,mahsun.
Neydi bir zamanlar.
Şimdi ne oldu der gibi hallerle.
Görev yapmanın huzuru içinde,
Mahsunlaşmışsınız.
Elinde kalem tutan,herkes yazardır!
Aslında yaşadıklarınızdan,
Ne güzel türküler,
Şarkılar,
Şiirler,
Anılar,
Romanlar yazılır.
Resimlerde yapılır.
Çocuklarınıza bırakacağınız,
En büyük servet değil mi?
Cemal Borandağ
23 Aralık 2017-Fenerbahçe Orduevi-İstanbul
Hür Generallere selam olsun,sevgilerimle.
BİZİM KUŞAKLAR ÇOCUKKEN ÇOK MUTLU İDİK ÇOOK
*Çok güzel bir mahallemiz, çok güzel bir okulumuz, çok güzel öğretmenlerimiz, çok güzel arkadaşlarımız vardı…
*Bakkalımız, kasabımız, manavımız, terzimiz, saat tamircimiz, pastacımız da çok güzel insanlardı…
*Mesela bakkal Rüstem Amca, mahallenin veletlerinin hemen kasanın yanında bulunan kavanozdan şeker aşırmasına sesini çıkarmak bir yana, bile bile göz yumardı!..
*Örneğin saat tamircisi Kirkor Efendi, adıyla dalga geçmemize, “Kirkor Amca, krikoyu açsana” diye tempo tutmamıza, gülerek “sizi gidi keratalar” diye yalandan kızarak karşılık verirdi. Bizden sürekli istediği tek şey sokak hayvanlarına iyi davranmamız, yiyecek vermemizdir o kadar!..
Türkçesi bizimkinden birazcık farklı Diyarbakırlı Hasan’ın adı aramızda “Hüsso” idi… “Ula Hüsso napirsen” diye takıldığımızda önceleri kızardı. Sonra müthiş zekasını kullanıp o da hepimize bir lakap takmıştı!.. Solomon’un adı “Salam”, Yaman’ın lakabı ise “Yalama” olmuştu… Kahkahalarla takılırdık birbirimize…
*Hiç kimse için diğerinin ne olduğu, nereden geldiği, mezhebi, ırkı zerre kadar değer taşımazdı; aklımızın ucundan bile geçmezdi!..
*Sonra büyüdük… Biz büyürken mahallemiz, okullarımız, kentimiz, ülkemiz de değişiyordu… Henüz farkında değildik ama bu değişimden biz de nasibimizi alıyor, değişiyorduk!…
-Ülkemizin üzerinde kapkara bulutlar birikiyordu!..
Kamplara ayrılan ülkenin evlatları!..
Gençliğimizin en güzel yılları kavgalar, cinayetler, suikastlar, kumpaslarla geçti…
.
-Halbuki asıl felaket, asıl acı henüz başlıyordu!..
Yıllar yılları kovaladı… Bir zamanların arkadaşları, dostları bambaşka yerlere savruldu. Kahkahalar attığımız o güzelim günler çocukluk yıllarımıza sıkışıp kalmıştı. Bulunduğumuz coğrafyayı değiştirmeye, hallaç pamuğu gibi atmaya azimli güçler, ülkenin evlatları arasına bir karabasan gibi girmeyi başarmıştı!..
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yer altına inen o KAFA, yıllar içinde palazlanmış, Cumhuriyete ihanet edenler sayesinde iktidara uzanmıştı bile. İşte bu dönem, geri kalan tarihimizin tümüne rahmet okuttu!.. Ülke tarihinde görmediği biçimde bir ayrımcılığın, ötekileştirmenin, düşmanlığın tuzağına çekildi… Bu güzelim ülkenin topraklarında, birbirinden adeta nefret eden topluluklar yaratıldı ne yazık ki…diyor ü.zileli.
Mustafa Fehmi Kubilay kimdir?
Mustafa Fehmi Kubilay (1906 - 23 Aralık 1930), Türk öğretmen ve asteğmen.
Kubilay Olayı olarak tanımlanan ve Menemen'de Mustafa Fehmi Kubilay, bekçi Hasan ve bekçi Şevki'nin 23 Aralık 1930'da Cumhuriyet karşıtı bir grup tarafından öldürülmesiyle başlayan ve faillerin (ve ilgili görülenlerin) yargılanması sürecinin sürdüğü Ocak/Şubat 1931 aylarını kapsayan olaylar zincirinin simgesi olan Türk askeridir.
1906'da Kozan'da, Giritli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep'tir. Mustafa Fehmi Kubilay 1930 yılında öğretmen olarak İzmir'in Menemen İlçesi'nde asteğmen rütbesiyle askerlik görevini yaparken 23 Aralık 1930’da Derviş Mehmet'in başında olduğu bir grup şeriatçı tarafından öldürüldü. Olay, Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica girişimidir, tarihe "Menemen Olayı" ve "Kubilay Olayı" olarak geçmiştir. Atatürk'ün Silahlı Kuvvetlere mesajı, Genelkurmay Başkanı'nın mesajı, TBMM'de soru önergesi ve Başbakan İsmet İnönü'nün konuşması, Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim ilanı kararı, Sıkıyönetim ilanının TBMM görüşmeleri, yargılamanın ilk günkü tutanakları, Savcılığın Esas Hakkındaki İddianamesi, Divan-ı Harp Kararnamesi, TBMM Adliye Encümeni Mazbatası ve TBMM Genel Kurul kararları, tam metin olarak yer almaktadır. [kaynak belirtilmeli]
Menemen olayının izleri toplumsal bellekte yer etmiş ve Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, "devrim şehidi" olarak simgeleşmiştir. Her sene 23 Aralık'ta Kubilay Olayı ile ilgili olarak çeşitli yayın organlarında konu ile ilgili makaleler yayımlanmakta ve olay lanetlenmektedir.
22 Aralık 2017 Cuma
KAZAK ABDAL TEKKESİ DENİZLİ
Yukarı Tekke Mevkii’nde MESKEN/MEKÂN tutan Kazak Abdal’ “Romanya Türklerindendir. On yedinci yüzyılda yaşadığı sanılan bir ozandır. Şiirlerinin bir kısmı hiciv örnekleriyle doludur. Dili yalın ve sadedir. Rahat okunur. Şiirleri güncelliğini halen korumaktadır. Kazak Abdal'ın, Bektaşi gelenekleri içinde, yaşam öyküsü ilgi çekicidir. Bu öykü Turgut Koca'nın Bektaşi Şairleri ve Nefesleri kitabında şöyle anlatılmaktadır: ''Rus Çarı'nın kızı bir çocuk doğurur. Fakat bu çocuk, annesinden süt emmez. Bu duruma ne hekimler, ne de papazlar çare bulamazlar. Sonunda Deliorman dergâhından, Rusya'dan Tuz parası almak üzere gelen Demir Baba'ya: ''Sen keramet ehli bir azizsin. Bu çocuğu tutulduğu hastalıktan kurtar.'' diye yalvarırlar. Demir Baba da: ''Bu çocuğun süt emmesini sağlar isem, tekkeme nezreder misiniz?'' der. Kabul ederler. Demir Baba çocuğa: ''Em!'' der. Çocuk, anasının memesini emer. Delikanlılık çağına erince, Demir Baba dergâhına gönderirler. Böylece Demir Baba, çocuğu evlat edinir. Adını Ahmed kor. Bu çocuk daha sonraları Balım Sultan'a giderek, el alır ve adı da ''Kazak Abdal'' olur''. Söylence böyle bitiyor. (Türkü Sitesi)” Benim pirim Hacı Bektaş Veli'dirPirim piri Şâh-ı Merdân Ali'dirSeyit Ali Sultan Kızıl Deli'dirMürsel Baba oğlu Sultan Balı'dır Bu deyişi ile de, YOL süreneğini söylüyor, “Kazak Abdal'ın Romanya Türklerinden olduğu söylenmektedir. Hayali bir resmi de yapılmıştır. Bir şiirinden ise asıl adının Ahmet olduğu anlaşılıyor. Kendine özgü ve gerçekçi bir bakışı vardır. Ali sevgisi Ali'de Tanrı'nın dile geldiği, görünüş alanına çıktığı, onun insan biçiminde tanrı olduğu inançla anılır, anlatılır. Kazak Abdal'ın toplumsal kurumları, yerleşik inançları, gelenekleri yeren iki şiiri gü-nümüzde de değerini korumaktadır. Belli bir toplumsal düzenin oluşturduğu insanın alabildiğine yerildiği bu şiirler, yerginin ötesinde mizahi öğeler de taşır. Azmi'yi ve Kaygusuz Abdal'ı anımsatır. Ali de Tanrı'nın dile geldiğini görünüş alanına çıktığını söyler. Tanrı'yı insanlaştırır. Yerici alaycı tutumu, güldürücü diliyle yobazlara, sofulara kulaktan dolma tutarsız bilgilerle bilgin görünmeye çalışan cahillere ses kalabalığı ile başkalarını susturmaya çalışanlara şiirlerinde sataşır, onların olumsuz yanlarını sergiler. Aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler Eşeği Saldım Çayıra Otlaya Karnın Doyura Gördüğü Düşü Hayra Yoranın Da Avradını Münkir Münafıkın Soyu Yıktı Harap Etti Köyü Mezarına Bir Tas Suyu Dökenin De Avradını Derince Kazın Kuyusun İnim İnim İnilesin Kefen Dikmeye İğnesin Verenin De Avradını Dağdan Tahta İndirenin Iskatına Oturanın Hizmetini Bitirenin İmamın Da Avradını Müfsidin Bir De Gammazın Mali Vardır Da Yemezin İkisin Meyyit Namazın Kılanın Da Avradını Kazak Abdal Nutk Eyledi Cümle Halkı Dahleyledi Sorarlarsa Kim Söyledi Soranın Da Avradını Ormanda büyüyen adam azgını Çarşıda pazarda insan beğenmez Medrese kaçkını softa bozgunu Selam vermeğe dervişan beğenmez Alemi taneder yanına varsan Seni yanıltır mes'ele sorsan Bir cim çıkmaz eğer kamını yarsan Camiye gelir de erkan beğenmez Elin kapusunda kul kardaş olan Bumu sümüklü hem gözü yaş olan Bayramdan bayrama bir traş olan Berber dükkanında oğlan beğenmez Dağlarda bayırda gezen bir yörük Kimi timarlı sipahi kimi serbölük Bir elife dili dönmiyen hödük Şehristana gelir ezan beğenmez Bir çubuğu vardır gayet küçücek Zu'mu fasidince keyif sürecek Kırık çanağı yok ayran içecek Kahveye gelir de fincan beğenmez Yaz olunca yayla yayla göçenler Topuz korkusundan şardan kaçanlar Meşe yaprağını kıyıp içenler Rumeli Yenicesi duhan beğenmez Aslında, neslinde giymemiş hare İş gelmez elinden gitmez bir kare Sandığı gömleksiz duran mekkare Bedestana gelir kaftan beğenmez Kazak Abdal söyler bu türlü sözü Yoğurt ayran ile hallolmuş özü Köyden şehre gelse bir Türkün kızı İnci yakut ister mercan beğenmez Bu deyişinde de yine, Kendini beğenmiş, softa kılıklı insanlara yönelik eleştirisel bir şiiridir. Yukarı Tekke mevkiinin de yer tutmuş olan Türbe ve dergâhı, son tekke Babaları tarafından korunmakta, dağ yamacında olan bölgede sadece Türbedarları oturmaktalar, hemen göze ilk çarpan Türbedarın oturduğu ev ve yanında farklı amaçlarla kullanılan bina ve barakalar var, EV sakinleri ile selamlaştık, Türbeyi ve tekkeyi görmek istediğimizi söyledik, bizi güler yüzle ve hoş sefa ile karşıladılar, buyur ettiler, Kazak Abdalın Dergahı ve Türbesi evlerin arka tarafında , oraya geçtiğimizde, Çatısı göçmüş, yan ve arka duvarları göçmüş, yıkılmış, ön yüzü ayakta duran bir virane ile karşılaştık, işte bu bina bir Dönem Dergah olarak kullanılmış.
YAŞLILIKDAN VE YAŞLANMAKDAN KORKMAMAK LAZIM...
ABD'li ünlü komedyon George Carlin'in ilginç önerileri var: 1. Zorunlu olmayan sayıları çöpe atın. Yaş, kilo, boy... 2. Sadece neşeli arkadaşlarınız olsun. Suratsız negatif insanlara yaklaşmayın. 3. Öğrenmeyi sürdürün. El işleri, bilgisayar, bahçecilik. Beyniniz atıl kalmasın. Atıl kafa iblisin tezgahıdır. İblisin adı da, Alzheimer'dir. 4. Küçük şeylerden zevk almaya bakın. 5. Sık sık, uzun uzun ve var gücünüzle gülün. 6. Gözyaşları olacaktır. Katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin. 7. Çevrenizi sevdiklerinizle doldurun. Aileniz, kedi, köpek, kuş, balık, müzik, bitkiler... Ne olursa. Eviniz, sığınağınız olsun! Tadını çıkarın!... 8. Sağlığınızın kıymetini bilin. İyiyse, üstüne titreyin. Bozuksa, düzeltin. Siz kendiniz düzeltemiyorsanız, yardım isteyin. 9. Vicdan azabından uzak durun. Çarşı pazarda gezin, ülkenizi ve yabancı ülkeleri dolaşın. Ama sakın suçluluk ve pişmanlık duygusuna kapılmayın. 10. Sevdiğiniz insanlara, onları sevdiğinizi söyleyin. Her fırsatta sevdiğinizi hissettirin. 11. Hiç unutmayın ki yaşam, aldığınız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür. —
Mevsimsel hastalıklar yavaş yavaş kapıları çalıyor
Sizlere mevsimsel hastalıklara karşı vücuda direnç kazandıran bir besinden bahsedeceğiz: Tahin Tahinin Faydaları E, C ve B vitaminleri açısından zengindir. Hücre yapısının bozulmasını engeller. Yaraların iyileşmesini hızlandırır. Kansere karşı koruyucudur. Damar sertliğini ve tıkanmalarını engeller. İdrar söktürücüdür. Cildi güzelleştirir. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Göz sağlığı için hayati önem taşır. Vücuda alınan ağır metaller, zehirli bileşikler, radyasyon ve bazı ilaçların yarattığı toksinlere karşı koruma sağlar. Yaşlanmaya bağlı hafıza kayıplarının (Alzheimer) önlenmesinde olumlu etkisi olduğu kanıtlanmıştır. Tahinde çok miktarda bulunan E vitamini ile tüm bu yararları da vücudumuza kazandırabiliriz. E vitamini çok güçlü bir antioksidandır. Vücuda enerji verir. Seks hormonlarının oluşmasına yardımcıdır. İki çorba kaşığı tahinde yaklaşık yarım kilo biftekteki kadar protein vardır. Kendine has özel bir kokusu olan tahin, suyla temas etmedikçe uzun zaman bozulmadan saklanabilir. Safra taşlarının düşürülmesinde, nefes darlığı ve bronşite faydalı olduğu bilinmektedir. Anne sütünü arıtıcı özelliği bulunmaktadır. Çocukların beyin ve zeka gelişiminde etkilidir. Kemik gelişiminde, yapısında bulunan bazı maddeler nedeniyle oldukça faydalıdır. BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ GÜÇLENDİRİYOR Tek başına tadı hoş gelmese de, pekmezle karıştırmak suretiyle hem daha faydalı olur, hem lezzetli. Pekmezle karıştırılarak tüketildiğinde sadece enerji vermekle kalmaz, hem kan yapar, hem kış aylarında üşümeyi engeller. Soğuk havada vücut direncini artırmak için protein, vitamin, mineral ve antioksidanlar açısından zengin tahini bol tüketmekte fayda var. Tahini sade olarak tüketirseniz mide rahatsızlıklarına son derece faydalıdır. Tahin kolesterol içermez. Ayrıca besinlerin midemizde uzun süre kalmasına yardımcı olarak acıkmayı geciktirir.
TÜRKLERİN ANAYURDU ANADOLU'DUR
Prof. Dr. Ekrem Memiş, Türkler'in Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girdiği ve bu zaferle Anadolu'nun 1071'de el değiştirdiği iddiasına karşı çıkıyor... Arkeolojik buluntular ve bilgi, belgeler Anadolu'ya 1071 Malazgirt Zaferi'yle girilmediğini ortaya çıkardı. Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girildiği yanlışını düzeltmeye çalışan Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş, "Anadolu Türkler'in ikinci yurdu değildir. Anadolu Türkler'in anayurdudur. Anadolu'da bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin varlığı belgelerle kendini gösteriyor. Bu yanlış öğrencilere öğretiliyor" dedi. ÇİVİ YAZILI METİNDEKİ TÜRK KRALI Bugün Gazetesi'nin haberine göre; Memiş, tezini belgelere dayanarak şöyle anlattı: "Elimizdeki metinler M.Ö.2 bin 200'lere ait bir olayı anlatıyor. Akat Kralı Mezapotamya'dan gelmiş. Fırat nehrini geçmiş ve Anadolu'ya geçmiş. Anadolu'da o zaman küçük küçük şehir devletleri var. Bu küçük şehir devletlerinden 17'si Hatti Kralı Pampa'nın önderliğinde bir araya gelmişler ve Akat Kralı'na karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler. Bu 17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. satırında geçen Türki Kralı İlşu-Nail'di. Burada geçen Türki kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuzda 4 bin 250 yıl önce Anadolu'da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor." 8 BİN YILLIK GEÇMİŞİ VAR Memiş, bu Türk krallığının da Hurri isimli bir kavimden geldiğini belirterek, bu kavmin M.Ö. 3. binde yaşadığını ve dillerinin Türkçe ile aynı dil grubuna girdiğini söyledi. Türki krallığını oluşturan grubun bu kavimden geldiğini ileri süren Memiş, çok geriye gidildiğinde kavmin soyunun 6 binlere dayandığını anlattı. Memiş, “2 bin de milattan sonraki dönemi eklediğinde 8 bin yıllık geçmiş ortaya çıkıyor" dedi. KÜLTÜRLERDE KOPUKLUK YOK Yazılı metinlerden Hurriler’in geçmişlerinin 3. bine gittiğini kaydeden Ekrem Memiş, “Fakat işin bir de arkeolojik boyutu var. O günden bu güne gelen bir 3 kültür var. İlki neolitik köy kültürü. Onu takip eden 5 binlerde kalkolitik kültür var. Köylerin yerini şehirlere terk ettiği dönem. 3. dönem ise eski tunç çağı. Şehir kültürünün tamamen oluştuğu dönem. Bu üç kültür arasında hiçbir kopukluk yok. Bu kopukluğun oluşmaması kavmin değişmediğine işaret ediyor” dedi. TÜRK ADINI TAŞIYAN iLK DEVLET: TURKiLER Ekrem Memiş, Huriler'in Anadolu'nun doğu bölgelerinde yaşayan en eski sahiplerinden biri olduğunu ve Anadolu'nun Türkün ikinci vatanı olmadığı, hatta anayurdu olduğunu söyledi. Göktürk Devleti'nin de ilk Türk adını taşıyan devlet olduğu tezini de çürüten Memiş, Hureler'in devamı olan ve M.Ö. binlerde yaşayan Türki Krallığı'nın Türk adını taşıyan ilk devlet olduğunun altını çizdi. YETKİLİLER KULAK VERSİN "Türk tarihini Hunlar'la başlatıyoruz. Hunlar Orta Asya'da büyük bir devlet kurmuşlar ama ilk değiller. Yetkililerin bu serzenişe kulak vermesi gerek. Çocuklarımıza yanlış bilgiler veriyoruz. Biz buralara sonradan gelmedik. Hep vardık. Bu toprakların o tarihlerden bu yana bizim olduğu gerçeğini görmezlikten gelemeyiz. Ders müfredatlarına bunlar işlenmeli" diyen Memiş, yeni araştırmaları gözden geçirmek gerektiğini belirtti.
ALEVİLER 20 MİLYONDUR
Cumhuriyet yazarı Bekir Coskun yazdı... ALEVİLER 20 MİLYONDUR İstediğin kadar tahrik et… Sen hiç elinde silah olan Alevi gördün mü?.. * Onların sadece sözleri, şiirleri, türküleri, sazları vardı: “Her nereye gitsem, yolum dumandır Bizi böyle kılan, ahd-ü amandır Zincir boynum sıktı hayli zamandır Açılın kapılar şaha gideyim.” * Aleviler aydınlık ister… Her karanlık çöktüğünde, Alevileri bastı Eşkıya… On bin, elli bin, yüz bin Alevi katledildi, tarihin kan kırmızısı sayfalarında yazılıdır… Yine de boynunu büküp “İncinsen de incitme” der Alevi… Aç oku… * Odalara doldurulup yakıldıklarında ellerinde yine sazları vardı… Yanmış bir sazın yarı parçası oradadır… Yaşasalardı yine şiir okuyup, türkü söyleyip, saz çalacaklardı… Ama onları yakanları milletvekili, bakan, hatta başbakan yaptınız ya… Yanmayanlar da yandı… * Silin tarihimizden yüce Alevileri: Fuzuli’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Ahmet Yesevi’yi, Dadaloğlu’nu, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Hayyam’ı, Kaygusuz Abdal’ı, Veysel Karani’yi, Taptuk Emre’yi… Âşık Veysel’i… Mevlana’yı… Bak bakalım, neyin kaldı geriye?.. * Aleviler aydındır… Yobazlık arama… Merttir… Dürüsttür… Çalışkandır… Cumhuriyetçidir… Kadın-erkek eşittir Alevilerde… Birlikte ağlayıp birlikte dans ederler… Hâlâ biraz umut varsa, laik cumhuriyetin bekçisidir Aleviler… Şükret… * Aç Alevi Neyzen’i oku: “Esir iken mümkün müdür ibadet Yatıp kalkıp Atatürk’e dua et Senin gibi dürzülerin yüzünden Dininden de soğuyacak bu millet…” Cumhuriyet
1985 Yılından Önce Doğanlar :))
50 - 60 - 70 - 80' li yıllarda mı büyüdün? nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın? 1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu. 2.- Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi. 3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. Ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı. 4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu... 5.- Kasksız bisiklete biniliyordu. 6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu... 7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti. 8,- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz ... 9.- Okul öğlen bitiyordu... Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu.Kendimizden başka kimse sorumlu değildi. 11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı - çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak ... 12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu. 13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU. onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!!! 14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!! 15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu? Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu. 16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoğa gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu. 17.- Özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı ...ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk. Soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık??? Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik??? Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar - fakat- bizler çok güzel ve mutlu yaşadık!!!!! DİMİ AMA ?
Bizi sevdiğini böyle mi öğrenecektik....
Uzun yol şoförüydü babam.Yüzünü 15 bazen 20 günde bir görürdük.Hep uzaktık hep bir soğukluk vardı aramızda.küçüklüğümde içinde babanın geçtiği anılarım yok benim.kucağında çektirdiğim resmimde olmadı hiç.Güzel bir söz duymadım 30 senede ağzından ama kötüde konuşmadı hiç birimize. Dün saat 19,30 işten eve geliyorum.kayınvalidemler bizde.halbuki daha dün beraberdik.eşim odaya çekiyor beni. “Baban “diyor.”kalp krizi geçirmiş.anjiyo yaptılar.yoğun bakımda ama durumu iyi.”ne düşüneceğimi ne hissedeceğimi bilemeden kalakalıyorum öylece.”baba”bizim ailede çok uzak bir kavram.her ihtiyacımızı gören annem olmuştur.her derdimize koşan.bu nedenle belkide içinde baba geçen cümlelerim azdır ömrümde benim. Hastaneye gidiyoruz eşimle.yoğun bakımda olduğundan yanına kimseyi almıyorlar.sadece doktordan bilgi alabilirsiniz diyor bir hemşire.doktoru beklemeye başlıyoruz.beklerken aklımdan binbir türlü düşünce geçiyor.normal zamanda aklınıza gelmeyecek şeyler neden hep böyle durumlarda gelirki.en son ne zaman sarıldım ona diye düşünüyorum.en son ne zaman girdik aynı kadraja.sanırım ben babama bayramdan bayrama sarılmışım bu yaşıma dek.içim burkuluyor.sol yanım acıyor.30 yaşında babasız kalmak fikri gerçekten insanın canını acıtırmışta haberim yokmuş. Annemle konuşuyoruz.haber vermedikleri içinkızıyorum ona.baban “kızlara haber vermeyin” dedi diyor.O halde bile bunu düşünebiliyorsan bu kadar çok mu seviyordun bizi. O kadar pişmanımki şimdi ona hiç sarılmadığıma.acaba o da bunu düşünmüşmüdür hiç. İster gerçek anlamda olsun ister duygusal ne kadar mesafe olursa olsun aranızda.gidin ve sarılın annenize, babanıza, kardeşinize.Bunu yapmamış,yapamamış olmanın suçluluğu birgün kavurmadan içinizi.hala hayattalarsa gidin sarılın ve kocaman bir öpücük kondurun yanaklarına.Kimse bilemez çünkü ;belki bunlar çok geç olacak yarına...
Bir adam Microsoft şirketine iş için konuşmaya gidiyor.
Bir adam Microsoft şirketine iş için konuşmaya gidiyor. Girmek istediği iş de tuvalet temizleyiciliği. HR menajeri ile görüşüp tıkanmış bir lavaboyu temizleyip testten geçiyor. HR menajeri adama testi geçtiğini, hangi gün saat kaçta iş başı yapması gerektiğinin kendisine e-mail yoluyla gönderileceğini söylüyor. Adam, bilgisayarı olmadığını dolayısıyla e-mail kullanmadığını açıklıyor. HR menajeri: "Üzgünüm ama e-mailiniz yoksa siz sanal olarak var sayılamazsınız ve bu yüzden sizi işe alamayız." diyor. Adam çaresizce dışarıya çıkıyor ve "Ne yapsam, ne etsem!" diye düşünürken cebindeki 10 dolar ile 20 kilo kiraz almaya karar veriyor. Kapı kapı gezerek kirazları satıyor ve 2 saat içinde sermayesini 2 katına çıkarıyor. "Bu şekilde ekmek paramı çıkarabilirim." diyerek her gün sabah erkenden kalkıyor ve kapı kapı dolaşarak kiraz satıyor. Her gün sermayesi büyüyor. Derken küçük bir kamyonet alıyor ve satışa devam ediyor. Az bir zaman sonra büyük bir kamyon ve birkaç küçük kamyonet alıyor. ...5 sene geçiyor... Bu adam şu anda Amerika'nın en büyükleri arasında yer alan bir nakliyat şirketinin sahibi. Bir gün ailesinin geleceğini düşünerek sigorta yaptırmak istiyor. Sigorta şirketi kendisinden bir e-mail adresi istiyor. E-mail kullanmadığını söylediğinde sigortacı: "İlginç, e-mailiniz olmadan büyük bir holding kurmuşsunuz. Bir de e-mailiniz olsaydı neler yapardınız!" diyor. Adamın cevabı: "E-mailim olsaydı şu an da Microsoft'ta tuvalet temizliyordum."
Psikologlar dermiş ki
Eğer bir insan çok fazla gülüyorsa, hatta saçma sapan şeylere bile, o halde içten içe büyük yalnızlık çekiyordur.. Eğer bir insan çok fazla uyuyorsa; Büyük ihtimalle üzgündür,hüzünlüdür.. Eğer bir insan az konuşuyorsa, konuştuğunda ise hızlı konuşuyorsa, sır saklayacak birisidir ona güvenebilirsiniz.. Eğer bir insan ağlayamıyorsa, o halde çok zayıf bir kişiliği vardır.. Eğer bir insan anormal bir şekilde yemek yiyorsa, büyük ihtimalle çok gergin ve stresli bir haldedir... Eğer birisi ufak şeyler için bile ağlıyorsa, ya çok yumuşak kalplidir ya da masum olmasına rağmen suçlanıyordur.. Eğer bir insan her şeye çok çabuk sinirleniyorsa, o halde sevgiye ihtiyacı vardır
Üstün Dökmen'den
Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanabilecek hiçbir koz verme. -İnsanlara doğru değer ver, hak etmeyenleri sil. -Kimseye yalvarma. -Asla dönüp arkana bakma. -Sır tutmasını bil. -Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı. Sevgilin için do stlarını, dostların için sevgilini satma. -Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut. -Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama. -Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et. -Seni dinleyip anlamaya niyetli olmayanlarla tartışma. -Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme. -Eğer verdiğin o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme. -Kendini öven insanlardan kaç. -Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma. -Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma. -Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorsa onların öğütleri gözardı etme. -Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üzerine sıçrar. -Gözyaşlarının değerini bil. Onları hak etmeyenler için harcama. -Senin zekana inanan insanları hayal kırıklığına uğratma. -Kendini sev. -Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma. -Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakarlık yapma. -İnsanları kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil. -Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat verme. -İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma. -Sana duyulan sevgiyi ve güveni istismar etme.
Üniversitede, En Çok Sevdiğim
"Üniversitede, en çok sevdiğim hocanın odasındaydım. Bana, 'Ne olmak istiyorsun?' dedi.
'Entelektüel olmak istiyorum.' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Şaşırmıştım,sonra,kırılgan bir ses tonuyla;
'Dersinizi geçmeme rağmen sürekli dersinizdeyim. Okulda en çok okuyan, araştıran ve tartışmalara giren, hep benim?' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Çok kızmıştım!
'Doç. tezlerin konularını bile ben öneriyorum' dedim.
Prof. gülümseyerek geriye yaslandı.
'Senden çok iyi bir araştırmacı olur. Ama entelektüel olmaz. Nedenine gelince, sana entelektüel olamazsın dediğimde, bana bir entelektüel gibi 'Niçin olmaz?' diye sormadın, aksine alındın ve hiddetlendin. Yazarlık bilgi işidir. Entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. Bir insanın entelektüel olması için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir. Okulun önüne bak. Hepsi son model araç dolu ve hocalara ait. Her sene model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü o unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun, ruhları feodal bir köylü. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu güdüyle hareket etmez.
Entel feodal köylülere artık diploma ve unvan da yetmez. Tıpkı paranın yetmediği gibi.'"
'Entelektüel olmak istiyorum.' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Şaşırmıştım,sonra,kırılgan bir ses tonuyla;
'Dersinizi geçmeme rağmen sürekli dersinizdeyim. Okulda en çok okuyan, araştıran ve tartışmalara giren, hep benim?' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Çok kızmıştım!
'Doç. tezlerin konularını bile ben öneriyorum' dedim.
Prof. gülümseyerek geriye yaslandı.
'Senden çok iyi bir araştırmacı olur. Ama entelektüel olmaz. Nedenine gelince, sana entelektüel olamazsın dediğimde, bana bir entelektüel gibi 'Niçin olmaz?' diye sormadın, aksine alındın ve hiddetlendin. Yazarlık bilgi işidir. Entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. Bir insanın entelektüel olması için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir. Okulun önüne bak. Hepsi son model araç dolu ve hocalara ait. Her sene model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü o unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun, ruhları feodal bir köylü. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu güdüyle hareket etmez.
Entel feodal köylülere artık diploma ve unvan da yetmez. Tıpkı paranın yetmediği gibi.'"
19 Aralık 2017 Salı
Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer
Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır. Görüş açımız genişler. IGNER BERGMAN. Sabah ışıkları odanın içine süzülmüştü. Ali bey çilli horozun sesiyle çoktan uyanmıştı. Yılların alışanlığıydı erken kalkması. Lavaboda elini yüzünü yıkadı. Sabah temizliğine başlamıştı. Melek hanım aklaşmış saçlarını geriye atarak yatağından doğruldu. Terliklerini sabahlığını giydi. Odanın pencerelerini açtı. Temiz havayı içine soludu. Odanın kapısı hole açılırdı. Ali bey sabah temizliğini yapmış, giyinmiş kuşanmış, pencerenin önündeki masaya çoktan yerleşmişti. Melek hanım; - Günaydın Ali bey Ali bey; - Günaydın melek sultanım. Melek hanım lavaboda sabah temizliğini yaptı mutfağa geçerek ocağa çorbayı koydu. Tabakları kaşıkları masaya yerleştirdi. Sıcak çorba tenceresini nihaleye otutturdu. Çorbaları tabaklara doldurdu. Sıcak sıcak içtikleri çorba, içlerini ısıtıyor ve yüzleri mutluluk dolu gülümsüyordu. Yıllarca mutlulukları, huzurları, sevgi birliktelikleri öylesine güçlüydü ki, ruh ikizi olmuşlardı. Ali bey her sabah yürüyüşe çıkardı. - Ben çıkıyorum melek sultanım, dedi. Melek hanım, gülümseyerek Ali bey’i uğurladı. - Gelirken ekmek almayı unutma. Bugün çocuklar gelecek. Geç kalma. Dedi. Ali bey, başını salladı, bahçe kapısından çıkarak yola koyuldu. Issız yolda in, cin top oynuyordu. Çok uzaklarda köpekler uluyordu. Burası küçük bir sahil kasabasıydı. Yokuş yolun sonu meydana varırdı. Ağaçların yaprakları, rüzgarın etkisiyle hışırdıyordu. Ali bey ritmik adımlarla yürüyor, bir taraftan da düşünüyordu. İnsanlar doğarken bedeni genç ruhu yaşlı, beden yaşlandıkça ruhu gençleşirmiş. Yine de yaşamda en güzel şey ruhu daima genç tutabilmek diyordu. Dedeler ve nineler, torunlarına bakmak için, Allah tarafından görevlendirilen meleklerdir. Herkesin hayatında en önemli dönemi, çocukluğudur. Anne ve babasıyla geçirdiği günleridir. O dört duvar arasında geçen mutlu günleri ilerleyen yaşlarında, kulağına fısıldayan sözler gibidir. O güzel fısıltılar, o dört duvarı deler, bütün yaşamına yayılan, ışıklar gibidir ve hiç kimse bilemez ne olduğunu ve ne olacağını. Sadece gerçek şudur ki, en iyi sıcaklık insan sıcaklığıdır. Düşüncelerle dolu belleği konuşuyor ve ritmik adımlarla yürümeye devam ediyordu. Melek hanım sabah işlerine çoktan koyulmuştu. Telaşlı telaşlı, mutfak işleriyle uğraşıyor, çocuklarının sevdiği yemekleri tatlıları birer birer hazırlıyordu. Havada yavaş yavaş yükseliyordu. Tatlı bir sıcaklıkla güneş balkona dolmaya başlamıştı. Melek hanım balkon kapısını açtı. Bir güzel yıkadı. Masanın örtüsünü serdi . sandalyeleri minderleri yerleştirdi. Sarmaşık sardunyalar güller evin balkonundan, pencerelerinden salkım salkım bahçeye dökülürdü. Onlara çocukları gibi bakar, her sabah günaydınlaşır, sulardı. Ali bey meydana yaklaşmıştı. Düşünceleriyle konuşuyordu. Bizlerin yaş grubu hep sokaklarda büyüdü. Sokakların dilini arkadaşlığını yırtık ayakkabılarla top koşturduk. Yamalı pantolonlarla okulumuzda başarılı olduk. İkinci dünya harbinin kıtlık yokluk döneminde, yeni kurulmuş cumhuriyetin, nimetlerini yavaş yavaş öğrenerek büyüdük. Ailelerimiz bize sıkıntı çektirmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı ve biz kendimizi hep zengin aile çocuğu zannederek büyüdük. Akıl kemale erince çokta fakir olduğumuzu öğrendik. Ama hepimiz hayata en güzel şekilde yetişerek hazırladık. Mutlu başımız dik ve başarılıydık. Ali bey meydana gelmişti. Dükkanlar kepenklerini tek tek açıyordu. Esnafla günaydınlaştı. Gazetelerini aldı. Az ilerde sahil kahvesi vardı. Ocakta sabah çayı demlenmeye bırakılmıştı. Garson genç temizlik yapıyordu. Ali bey; - Günaydın oğlum, dedi. Masalardan birine oturdu. Gazetelerini okumaya başlamadan; - Bir çay ver oğlum, dedi. Garson; - Günaydın Ali bey amca. Poğaçalar fırından yeni çıktı. İstermisin? Ali bey memnun bir ifade ile; - Olur oğlum, teşekkür ederim dedi. Ali bey bir taraftan çayını yudumluyor bir taraftan poğaçaların tadını çıkarıyor, gazetelerini okuyordu. Garson genç, çayını tazeledi. Sohbete başladılar. Ali bey; - Artık yaşın gelmiş, evini yuvanı aç. Bir eşin çocukların olsun. Hayatını mutlulukla, aile edinerek mutlulukla yaşa dedi. Garson; - Doğru söylüyorsun ama, iyi bir eş seçmek çok zor. Hele bu zamanda. Çocukluğumu iyi yaşadım ama hep fakirlik yaşadım. İyi bir eş seçmek, çocuklarımı iyi yetiştirmek isterim, dedi. Anam babam da cahil insanlar, fakirlerde. Ne yapabilirim ki dedi. Ali bey; - Bak oğlum dedi. Biz okurken çok yokluk içindeydik. Annemiz babamızda mahalle mektebine gece okullarına giderdi. Mektebin bacaları türkülerini söyleyerek. Okulumuzda yakacak yoktu. Tezeklerle odun parçalarıyla giderdik. Çok üşürdük ama arkadaşlarımızın sıcaklığıyla ısınırdık. Sevincimizi sevgimizi verir idik birbirimize. Oyuncaklarımız tahtadan telden arabaydı. Oyunlarımız sek sek uzun eşekti. Arıların peteklerine çomak sokup ballarına el koyardık. Elimizdeki sapanlarla kuşları avlar, dağlarda ovalarda meralarda at eşek sıpa katır büyük baş küçük baş hayvanlarla bütünleşirdik. Şimdi sizlere bakıyorum da, teknolojinin tüm ürünlerinden faydalanıyor hayata daha donanımlı başlıyorsunuz. - Garson - Öyle ama Ali bey amca şimdi hayat çok zor. Yememiz içmemiz sizlerin beslenmesine benzemiyor. Zaten bizler sizler gibi sağlıklı da değiliz. Hayat çok zor. - Ali bey - Haklısın oğlum. Bizim temel gıdamız, yoğurt pekmez ve yufka ekmek, bulgurdu. Pirinç pilavını hiç yemedik. Et ise hastalanmak üzere olan koyun keçi kesilerek ancak yer veya kavurma yapılırdı. Kışın yerdik. Esas etimiz kuş veya sular taştığında Aksu da suların dışında sersem tavuk gibi vuran alabalıklardı. Bazen eve gelen misafirlere mahcup olmamak için çilli horoz kesilir. Bulgurun üstüne konur misafir yerdi, yemez ise o zaman biz yerdik. O zorluklarla karşılaştığımızdan arkadaşlarımızla çok üzülürdük. Ama şimdi öğrendik. O yediğimiz gıdaların hepsi sağlıklı imiş . onun için genlerimiz çok sağlam. - Garson - Ali bey amca siz çocukluğunuzu yoksul ama çok mutlu yaşamışsınız . gençliğinize ve sonra ki yaşamınıza güç vermiş dedi - Ali bey - O çocukluk günlerini yaşadıktan sonra gençlik yıllarım ve sonra evlendim. Çocuklarıma anne ve babamdan öğrendiklerim ile daha iyi imkanlar sağlamaya çalıştım. Anne ve babamdan ileri çocuklarımdan geri olmaya çalıştım. Onları bizden daha iyi nesil olarak yetiştirmeye çalıştım. Başarılı oldular. Atatürk’ ç ü demokrat , aydın olmalarına önem verdim. Atatürk sayesin de kurulan Cumhuriyet’e sahip çıkmalarını öğrettim. Dürüstlüğü öğrettim. Öğretmenlerimiz bizlere tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyerek okuyorsunuz derdi. Değerli öğretmenlerimiz bizlere ilim bilim pozitif bilinci öğrettiklerinden bilgiye susamıştık. Zaman işte böyle akıp geçti. Sonra bizlerde anne baba olduk. Şimdi de ah dede vah nine , gülüştüler. - Garson - Ali bey amca , torun sevgisi başka diyorlar sence gerçekten öylemidir. - Ali bey - Torunlarımı çok seviyorum onlar benim altın toplarım. Ne kadar güzel bir şey olduğunu bende dede olunca anladım. onlarla ölümsüzlüğüme inanıyorum. Böyle ömür biter mi? - Anne ve babaları çalışıyorlar. Çocuklar çok küçük bize bırakıyorlar. Sabırsızlıkla bekliyorduk torunların gelişlerini, geldiklerinde mesaiye giden anne ve babalarının bunu yap ,bunnnuuu yapma demelerinden , sinirli hareketlerinden bunalmış gibiler. Bizim yanımızda hürriyetlerine kavuşuyorlar. Bütün kurtlarını dökerler. Yapmadıkları yaramazlık kalmaz. Bizde çocukluğumuza geri döner çocuk oluruz. Ben torunlarımla çocukluğumu tekrar yaşıyorum. Bahçeye çıkarız beraber saklambaç oynarız koştururuz. Sonrada mahalledeki çocuklarda katılır bize kreş gibi. Ne kadar çocuk olursa o kadar çok oyun olur. Onlara zaman zaman balon şeker sakız çikolata alırım. Sevinçten deliye dönerler. Bazen de, ellerindeki bayraklarla bahçede sıra olurlar okul marşlarını söyleriz. Çocuklarla çocuk olunca sevgimi verince onlarda beni çok seviyorlar. Bedava kreş müdürü olmuşum artık. Öyle görüyorlar. Bazı zamanlar hanımla tatile gideriz. Bein göremeyince konu komşuya sorarmış çocuklar. Komşularda öldü deyince ağlamaya başlarlarmış. Sonra da neyse üzülmeyin tatile gitti yakında döner derlermiş. Bende özlerdim çocukları. Bir an önce yurt dışı gezisi bitsin diye beklerdim. Sevgiyle büyüyen insanlar daha özgüvenli oluyor. Bilim adamları, çocuklarla konuşmayı çok severlermiş. Onların konuşması ile çağrışımlar yaparmış. Çocukların hepsi filozof gibi. Bende torunlarımla konuşmaktan haz duyuyorum. Öyle insanın aklına gelmeyen şeyleri söylerler ki, kendimi gülmekten alamam. Bir gün büyük torunuma başım çok ağrıyor dedim. - Dedeciğim başın çok ağrıyorsa, annemin odasında hap var. Hemen geçer dedi. Bir bardak su ile getirdi. İç dedeciğim dedi. Bende baktım renkli bir hap ne olacak ki içeyim dedim. Bir müddet sonra başımın ağrısından eser kalmadı, vücudumun direnci, yaşama sevincim arttı. Sonra sağol yavrum dedim. Torunuma harçlık verdim. Banyoya gittim. Kendime baktım. Aslan gibiyim. Traşımı oldum. Losyonlarımı sürdüm. Sonrada melek hanımın yanına gidip kur yapmaya başladım. Hanım değişikliği farketti. Saçlarını yanaklarını okşadım. İkimizde çok heyecanlandık. Altın vuruşumu gerçekleştirdim. Epey zamandır böyle mutlu olmamıştık. Baktım melek hanım hapı getiren toruna harçlık veriyor. Göz göze geldik. Sonrada kıs kıs gülmeye başladık. Hayat böyle bir şey. Mutlu olmak böyle bir şey. Garsonda gülmeye başladı. - Evet hayat bu işte. Yaşam mutluluğu dedi. Ali bey; - Aman lafa daldım. Çocuklar neredeyse gelecekler. Melek hanım ekmek almayıda unutma dedi. Ben yola koyulayım. Benim altın toplarıma şekerleme alayım dedi. Yola koyuldu. yokuş yolu çıkmak bir hayli zordu. Ali bey içindeki mutluluk ve yaşam sevinciyle hızlı adımlarla ilerliyordu. Hava iyice açılmış, ısınmaya başlamıştı. Eve de yaklaşmıştı. Malak hanım tüm hazırlıkları tamamlamış müziğide açmıştı. Radyoda Şenay’ın “hayat bayram olsa” şarkısı çalıyordu. Melek hanımda şarkıya eşlik ediyor . bahça kapısının önünde otomobil durdu. Melek hanım heyecanla kapıya koştu; - Yavrularım gelmiş, yavrularım yavrularım. Çocukları ve torunların cıvıldaşan sesleri. Onun mutluluk meyveleriydi. Babaannem anneannem diye çığlık çığlığa sarılıyorlardı. Ali beyde yetişmişti. Dedeciğim dedeciğim diyerek kavuşmuşlardı. Çocuklar balkondaki masaya bir hışımla koşmuşlardı. Hazırlanan yiyecekleri yemek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ali bey ve melek hanım evlatları ile torunları ile öyle mutluydulardı ki, yüzleri gül gibi, açıyor gözleri güneş gibi parlıyordu. Mutluluk kahkahaları yükseliyordu evim heryerinde. Ali bey; - Sevgiyle yaşamak paylaşarak çoğalmak yaşam iksiri. Ölümsüzlük bu olsa gerek. İşte haya t bu. Ah dede vah nine. Cemal BORANDAĞ 20.12.2013Son Güncelleme ( Perşembe, 26 Aralık 2013 )
BEYAZ ÖLÜM (SARIKAMIŞ)
Şu dağlar var ya, dağlar; Sarıkamış Dağları: O dağlarda örüldü nice ecel ağları. Soğanlı'dan cennete kalkıyor diye tren, Doksan bin yiğit gelmiş Sivas'tan, Kayseri'den... Daha çocuk yaşında körpe körpe kuzular, Düşmüş gelmiş yollara, yetim kalmış arzular "Allahü ekber" derken gür sesiyle bir ordu: Allahüekber Dağı soğuktan yanan kordu. Çekilmeden kılıçlar, atılmadan kurşunlar, Var mı böyle bir kader hepsi şehit olsunlar? Doksan binyıldız söndü, dünya tersine döndü Sarıkamış Dağları ak bir yasa büründü. O erleri ne savaş, ne ölüm korkuturdu Buz gibi kurşunlarla onları kader vurdu. Bu yiğitler yaşarken zamansız bir mahşeri Sarı çamlar seyretti bembeyaz ölümleri... Kefenleri akkardan, tabutları saf buzdan, İçtikleriKevser'in doldurduğu havuzdan. Yas tuttu bu kadere dağlar, taşlar, ovalar, Ayrılık acısıyla mahzun kaldı yuvalar Milyonla öksüz,yetim, dul bırakıp ardında Hakk'a yürüdü erler, kılıçları kınında. Milletimin her ferdi bu hicranla ağladı, Ölen her bir can için, nice canlar ağladı. Şehide ağlamaya yeter mi gözyaşları? Bunca yıl kıyamdadır buzdan mezar taşları Ben"öldüler" desem de, Yaradan "ölmez" diyor "Onlar yaşamaktalar, insanlar bilmez" diyor. Affet bizi Allah'ım, "şehitler ölmez" elbet Ebedi mutluluktur, diriliktir Şehadet. Mukaddestir şüphesiz vatan, bayrak, din, nâmus... Bu yolda ölüm bile değil mi "şeb-i arus"? Hangi ırk,hangi boydan burada yatanımız? Korunacakmutlaka, nâmustur vatanımız. Dillere destan olan ne tarihler yazmışız, Kefensiz gidenlere buzdan mezar kazmışız. O savaşta ölenler bugün cennet yurdunda, Hâlâ dimdik duruyor vatanın da ordun da. Ey şehitler ordusu, ey yiğitler, ey canlar! İncitmesin sizleri duyduğunuz figanlar. Hâlâ rûhunuz gezer göklerinde bu yerin Hatırlatır bizlere cilvesini kaderin. Sizi selâmlar her gün tül tül, al mor bulutlar Ve Allah'ın elçisi şefaatiyle kutlar Cennette köşkler sizin, mezarlar bizim için Yavuklunuz kaldıysa, cennetten huri seçin. Sarıkamış bizimdir ve bizim kalacaktır, Dünya durdukçaTürk'e anayurt olacaktır. Şu dağlar varya, dağlar; Sarıkamış Dağları! Bu dağınşehitleri kıskandırır sağları. İsmail Adil ŞAHİNSon Güncelleme ( Perşembe, 26 Aralık 2013 )
Roger agir sartlar altinda calisan bir iscidir.
Roger agir sartlar altinda calisan bir iscidir. Bos zamanlarini hep bowling ve voleybol oynayarak gecirmektedir. Karisi bu duruma uzulur ve bir hafta sonu onu striptiz kulubune goturmeye karar verir. O aksam beraberce kulube giderler. Kapidaki bodyguard, "Hey Roger! Seni gormek ne guzel!" der. Karisi sasirir, "Daha once buraya gelmismiydin Roger?" Roger, "Hayir hayir o adami bowlingten taniyorum..." Iceri girerler ve bir masaya otururlar. Garson gelir, "Iyi aksamlar Roger! Herzamanki gibi Cin tonik degil mi?" Karisi, "Roger bana bak sen buraya daha once geldin degil mi?" Hafif hafif ofkelenmeye baslayan karisini sakinlestirmek zordur. Roger, "Ne alakasi var! Voleyboldan tanirim onu bir iki tek icmisligimiz var ordan yani..." Karisi pek tatmin olmamistir ama susar. Derken stiriptizci hatunlardan biri masaya gelir, stritipzci, "Selam Roger! Yine ozel masa sovundan mi istersin?" Roger boka batmistir... Karisi hisimla yerinden kalkar ve kulubu terk eder, Roger pesinden kosar, Kadin bir taksiye biner ve taksi kalkmadan Roger da yetisir, Karisi ofkeden patlayacak gibidir... O sirada sofor arkaya doner ve soyle der, "Bu geceki cok suratsizmis Roger!"
Her ikisi de dünyanın en eski meslekleridir
Her ikisi de dünyanın en eski meslekleridir. b.. Her ikisi için de 'Allah muhtaç etmesin ama yokluklarını da göstermesin' denir. c.. İkisinin de aldığı ücrete 'vizite ücreti' denir. d.. Eğer özel sektörde çalışıyorlarsa ne ala, toplumda her iki sininde saygınlığı yüksek olur; ama eğer kamu sektöründe iseler halleri perişandır. . e.. Sosyetik olanları daima el üstünde tutulur; sık sık televizyonlarda, basın da boy gösterirler. f.. Her ikisinin de çalışma saatleri düzenli değildir. Ne zaman çağırılırsa o zaman gitmek zorundadırlar. g.. Her ikisi de müşterilerini seçme şansına sahip değildir.Ancak müşterileri onları seçebilir h.. Muameleleri iyi olmak zorundadır, müşteri memnun kalmazsa bir daha gelmez. i.. Her ikisi de otobüste, trende vs. yolculuk yaparken yanlarında oturan kişiye mesleklerinin ne olduğunu söylemekten çekinirler. Aksi takdirde yanlarındaki kişi kendilerinden yararlanmaya kalkışabilir. j.. Mesleklerini sevmeseler de bir kere başladılar mı artık geriye dönüş yoktur. k.. Her ikisi de çocuklarını en iyi okullarda okuturlar kendileri gibi olmasınlar diye... l.. 'Ne olacaksan ol ama en iyisi ol' düsturu her iki meslek için de geçerlidir. m..Her ikisinin de en büyük hayali, bol para kazanıp, en kısa zamanda bu meslekten kurtulmak ve normal insanlar gibi bir yaşam sürebilmektir. Ama nerdeee... Antik şehirlerden günümüze kadar genelde iki yapı ayakta kalmıştır... Şifahane ve kerhane. Çünkü ikisi de yıkılmasın diye çok sağlam yapılmışlardır. Dr. Kadir Çeviker İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü Kalp Damar Cerrahisi
Bir Hint masalına göre
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır . Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür . Ve der ki 'Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem .' Ünlü Yazar Shakspeare, Bu Konuda Söyle Diyor: 'İnsanların Çoğu Sevmekten Korkuyor, Kaybetmekten Korktuğu İçin. Düşünmekten Korkuyor, Sorumluluk Getireceği İçin. Konuşmaktan Korkuyor, Eleştirilmekten Korktuğu İçin. Yaşlanmaktan Korkuyor , Gençliğin Kıymetini Bilmediği İçin. Unutulmaktan Korkuyor, Dünyaya İyi Bir Şey Vermediği İçin. Ve Ölmekten Korkuyor, Aslında Yaşamayı Bilmediği İçin.'
MINIKLERDEN MUTHİS YORUMLAR!
KIMINLE EVLENECEGİNİZE NASIL KARAR VERIRSINIZ? 'Buna biz karar veremeyiz, Tanri bunlari onceden ayarlamistir. Biz de kime takilacaksak, bir gun yolda yururken karsimiza cikar.' Zeynep, 10 yasinda. EVLENMEK ICIN EN UYGUN YAS KAC OLMALI? 'Yasla ilgisi yok, evlenmek icin aptal olmak yeter'. Ali, 6 yasinda ANNENLE BABANIN ORTAK YONU NEDİR? 'Ikisi de, baska cocuk istemez.' Selin, 8 yasinda. BIR KIZLA BIR ERKEK CIKTIKLARI ZAMAN NELER YAPARLAR? 'Biriyle cikmak cok eglenceli..Aslinda yeterince sabirla dinleyebilirseniz, erkekler bazen guzel konusuyorlar. ' Gamze, 8 yasinda. (Gercekten 8 mi dersiniz?) 'Ilk randevuda birbirlerine yalan soylerler. Ama bu yalanlar ikinci kez bulusmak isteyecek kadar ilginc olmali' Metin, 10 yasinda (sizce ?) ILK RANDEVUDAN MEMNUN KALMAZSAN NE YAPARSIN? 'Eve gidip olu taklidi yaparim. Ertesi gun butun gazeteleri arayip Ben oldum ismimi cenaze ilanlariniza yazar misiniz derim' Huseyin, 9 yasinda. BIRINI OPMEK HANGI SARTLARDA DOGRUDUR? 'Cok parasi varsa.' Petek, 7 yasinda 'Kanunlar en az 18 yasinda olmalisiniz diyor ama kanunlari bosver' Cuneyt, 7 yasinda 'Ben opmem. Kadinlar opunce hemen evlenip cocuk yapmak istiyorlar,Ben ugrasamam'. Levent, 8 yasinda EVLILIK DIYE BIRSEY OLMASAYDI NELER OLURDU? 'Hesabini vermemiz gereken bir suru bebek olurdu'. Murat,8 yasinda (çok zekice) BIR EVLILIGI, SONSUZA KADAR SURDURMEK ICIN NE GEREKİR? 'Kariniz cirkin de olsa, ona cok guzelsin demek gerekir' Hasan, 10 yasinda
Erkekler evlenmeye nasıl karar verir ?
Genç bir erkeğin dört kız arkadaşı vardı ve bir türlü hangisiyle evleneceğine karar veremiyordu. En sonunda doğru kararı verebilmek için bir test yapmaya karar verdi. Her birine 1000$ verdi ve "bu parayı istediğiniz gibi harcayın" dedi.. Birinci kız arkadaşı kendisine yeni elbiseler ve ayakkabılar aldı, kuaföre ve güzellik salonlarına gitti. Genç erkeğe geri geldiğinde söyle dedi: Senin için en güzeli ben olmak istiyorum, çünkü seni seviyorum!" İkinci kız arkadaşı ise genç erkeğin tuttuğu takımın iki kombine biletini,en sevdiği türden bir suru video CD ve bir ay yetecek bira ile geri geldi ve söyle dedi: "Bunlar senin için aldığım hediyeler, eminim seni mutlu edecektir, senin mutlu olmanla bende mutlu olacak." Uçuncu kız arkadaşı ise bu parayla iyi bir yatırım yaptı ve kısa bir sure içersinde para kendini ikiye katladı ve bu parayida çeşitli yatırım alanlarında kullandı. Genç adama geri gelerek söyle dedi:"Bana verdiğin parayı birlikte yaşayacağımız mutlu bir gelecek için çoğalttım, çünkü seni seviyorum!" Dördüncü kız arkadaşı ise bu paranın bir kısmıyla bir suru kitap aldı, kalan kısmıyla ise fakirlere yemek dağıttı. Genç adama geri gelerek söyle dedi: "Verdiğin paranın bir kısmıyla sana layık olabilmek için bir suru kitap aldım diğer kısmıyla ise senin adına fakirlere yemek dağıttım." Genç erkek dört kız arkadaşının yaptıklarından çok etkilenmişti. Karar vermek için epey bir sure düşündü ..... düşündü..... düşündü.....ve sonunda büyük memeli olanla evlenmeye karar verdi...
Odanın öteki ucunda
Odanın öteki ucunda; yönü duvara karşı: “Sen; böyle, bir yere dalıp gittiğin zamanlarda yönünü hiçbir zaman bulamamış bir rüzgar gülünü çağrıştırıyorsun ve kesinlikle gitmek için müthiş arzulu görünüyorsun” dedi. Hemen arkasından savunma gücümü elimden alıp geri püskürten bir gülüş ekledi. Merkezinde yer aldığım, nereye gidersem götüreceğim geniş boşluğun aşılamazlığını o zaman fark ettim. Aşılamazdı çünkü her yanını mayınla döşemiştim. O, duvara doğru yeni bir adım attı. Korku, kancasını genzime takmış beklemedeydi. Aklımda, kapının kıyısında, hep hazır vaziyette duran valizim. “Ama gidemeyeceğinin farkındasın. Yapamayacağın çok açık. Bunu biliyor olmamdan rahatsızsın.” Tam on ikiden vurulduğum duygusu. Beni kilitleyen çekingenlikten sıyrılmam gerek. Ne kadar çekilirsem onun da o kadar ilerlediğinin farkındayım çünkü. Ben uzaklaştıkça o yaklaşıyor. Gövdemin parçaları sanki teğelle birleştirilmiş ve her an sökülebilirim. Her an dağılabilirim. Yakınlığın ya da uzaklığın tamamiyle duygularla ilgili olduğunu anlıyorum. Örneğin, ikimiz de duvara doğru adım atıyoruz, ikimiz de duvara yaklaşıyoruz ancak o bana yaklaşırken ben ondan uzaklaşıyorum. Dikiz aynamda, geride bıraktığım ve gittikçe kaybolan biri gibi. Korku üşütürmüş meğer. Üşüyorum. O, ruhunu sattığı makinenin haznesine peşpeşe jetonlar atıyor şimdi. Jetonlar kaygan kıvrılışlarla, metalin büyüleyici tıkırtılarıyla tünelleri geçiyor. Her şey beni yakalamak için; farkındayım. Korku küçültür oysa. Makinenin rengarenk ışıkları yanıp sönüyor. Küçülüyorum. Başka hiçbir şey değil; içimde ne varsa söküp çıkartmak istiyor şu an. beni yakalamak için. Korku yanlış yaptırır. Hayır, almak için değil; beni yakalamak için yaptığı her şey. Hepsini orada öylece bırakıp göğsünde soğumuş volkanla çıkacak kumarhaneden. Korku, kopartır atar yakınlıkları. Uzak bir kez daha gerçek olacak aramızda. Fakat biliyorum, ondaki nefret değil, ne de benimkisi kaçış. O bende kendini bulacak; yok etmek için. Gidişim kendime kavuşmayı sağlayamasa da onu kurtarmış olacağım. Adı uzak olan o boşluğun iki kıyısından birbirimize bakarken, bu açıklığın, bir odanın genişliğince olsa da asla aşılamayacağını, aşılmaması gerektiğini bir kez daha kabul ediyoruz. Evrendeki bütün öteki atomlar, moleküller gibi, düzensizliğin içindeki erişilebilecek en son dengeyi aramadayız çünkü. İçeriye kalabalıklar üşüşse de uzaklar asla yakın olamayacak. Yaklaştıkça uzaklaşmak kaçınılmaz. Ama duvar için öyle mi? Sırtımda sert, soğuk bir ürperti. Bu yüzden yeni gözyaşları eski hiçbir şey için akıtılmamalı. Halas... Valizim kapının yanında. Aramızda bir oda boyu boşluk. Öteki adıyla “ bitti”. “Sana yazarım” diyorum, duvarın içinde kaybolmamın bir bakışlık öncesinde.
Şekil olarak da sebze meyveler ve organlarımız arasında bir bağ
Şekil olarak da sebze meyveler ve organlarımız arasında bir bağ olduğunu biliyor musunuz? * Havuç dilimi insan gözüne benzer. Bilimsel araştırmalar havucun gözlerin kan akışını ve işlevini iyileştirdiğini göstermiştir. * Domateste kalpte olduğu gibi dört odacık vardır ve kırmızı renklidir. Bütün araştırmalar domatesin kalp ve k an için faydalı olduğunu göstermiştir. * Üzüm salkımı kalp şeklindedir, her bir üzüm tanesi kan hücresi gibi görünmektedir ve araştırmalar üzümün ciddi kalp ve kan canlandırıcı bir gıda olduğunu göstermiştir. * Ceviz küçük bir beyin görünümündedir. Beyin fonksiyonlar için faydalıdır. * Fasulye böbrek görünümündedir ve böbrek fonksiyonlarını iyileştirir. * Sap kereviz, Çin lahanası ve Rhubarb kemiklere benzer. Bu gıdalar kemikler için faydalıdır, sodyum oranları eşit ve %23 dür. Gıdanızda yeterli sodyum yok ise vücut kemiklerden çeker ve kemikler zayıflar. Bu gıdalar iskeletinize faydalıdır. * Patlıcan, avokado ve armut kadınların rahim ve serviks sağlığı ve fonksiyonlarını hedefler ve görünümleri bu organlara benzerler. Araştırmalar kadınların haftada bir avokado yemeleri halinde hormonları dengelediğini, istenmeyen doğum sonrası kilolarını azalttığını ve serviks kanserini önlediğini göstermiştir. * İncir tohum doludur ve ağaçta ikili olarak asılarak büyür. İncir sperm sayısını ve hareketliliğini arttırır ayrıca erkek kısırlığını önler. * Tatlı patatesin görünümü pankreasa benzer ve şeker hastalarının glisemik indeksini dengeler. * Zeytin yumurtalıkların sağlığına ve fonksiyonuna yardımcı olur. * Greyfurt, portakal ve diğer narenciye meyveleri kadın göğüsüne benzer ve bunların sağlığına ve lenfin hareketine yardımcı olur. * Soğan vücut hücreleri görünümündedir. Bütün vücut hücrelerinden atık maddelerin temizlenmesine yardım eder. Hatta gözlerin epitelyal katlarının yıkayan gözyaşlarına bile sebep olur..
Şu merdiven başında pazarlık
Şu merdiven başında pazarlık yapan kadın bir fahişe mi ? +Hayır. -Peki ya o ? Sokağın başında bacaklarını gösteren. +Hayır. -Peki ya şu kadın ? Baksana nasıl da şehvetle bakıyor. +Hayır o da değil. -Burada hiç fahişe yokmu baksana şu kadınlara nasıl da giyinmişler. +Fahişe nedir bay Burton. -Tenini parayla satan aşşağılıklardır bay Vencanze. +Hayır bay Burton. Fahişelik bu değildir. -Hah ! Neymiş peki fahişelik. +Fahişelik insanların hayatını bilmeden onları aşşağılamak ve yargılamaktır. Sokağın sonunda bir berber var bay Burton. Lütfen oraya gidin aynaya bakınız. Orada varolan en büyük fahişeyi göreceksiniz...
Benim Yaşlandığımı düşündüğün Gün
Benim yaşlandığımı düşündüğün gün Sabırlı ol lütfen ve beni anlamaya çalış… Yem.ek yerken üstümü kirletirsem üzerimi değiştirecek gücüm yoksa. Lütfen sabırlı ol. Benim sana bir şeyler öğretmek için seninle ilgilendiğim zamanları hatırla... Seninle konuşurken, sürekli aynı şeyleri 1000 kere tekrarlıyorsam… sözümü kesme beni dinle. Sen küçükken, uyuyana kadar sana aynı hikayeyi 1000 defa tekrar tekrar okumak zorunda kalıyordum. Banyo yapmak istemediğimde; Beni utandırma yada azarlama… Seni banyoya götürmek için icat ettiğim küçük yöntemlerimi ve oyunlarımı hatırla… Yeni teknolojiler karşındaki cahilliğimi görürsen… bana zaman tanı ve beni yüzünde alaycı bir gülümsemeyle izleme… Bazı zamanlarda unutkan olursam yahut konuşmalarımızda ipin ucunu kaçırırsam… lütfen hatırlamam için gerekli zamanı bana tanı… eğer hatırlayamazsam, sinirlenme… çünkü asıl önemli olan benim konuşmam değil, senin yanında olabilmem ve senin beni dinliyor olmandır. Ben sana bir sürü şeyi nasıl yapacağını gösterdim… İyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi… yaşamı göğüslemeyi… Eğer birşey yemek istemezsem, baskı yapma bana. Ne zaman yemem yada yememem gerektiğini ben gayet iyi bilirim. Ve yaşlı bacaklarım yürümeme izin vermediğinde bana elini ver… Tıpkı, benim sana ilk adımlarını atarken verdiğim gibi. Ve bir gün artık daha fazla yaşamak istemediğimi söylediğimde… ve ölmek istediğimi… kızma… Birgün anlayacaksın… yaşımın; zevk alma değil artık idareten yaşama yaşı olduğunu anlamaya çalış, Bir gün şunu anlayacaksın: hatalarıma karşın hep senin için iyi olanı gerçekleştirmeye çabaladım ve senin yolunu hazırlamaya çalıştım Senin yanında olduğumda üzgün, kızgın yada güçsüz hissetme kendini. Benim yanımda olmalısın, beni anlamalısın ve bana yardım etmelisin. Yürümeme yardımcı ol… ve yolumu sabır ile, sevgi ile bitirmeme.... Benim için yaptıklarını, bir gülümseme ve senin için her zaman taşıdığım çok derin bir sevgi ile geri ödeyebilirim ancak. Seni çok seviyorum oğlum/kızım…. Ve hep seveceğim…
Devrecanlar
Yıllar sonrada olsa,
Karşılaştık,Devrecanlarla.
Memleketlerimizde ayrılıp,
Askeri okullara verildik.
Anneye,babaya,canana hasrettik.
Sessiz sessiz ağlardık,
Duvarlara,duymazdı.
Ah o çaresizlik halleri...
Elbiseler bol gelirdi.
Tüfekler yere değmesin diye,zıplardık.
Ne komedi,bu ne neşe,muhappet.
Kaynaştık.
Kardeşten öte olduk.
Devrecandık,kankardeş olduk.
Hepimizin boyu uzadıkça,Elbiseler küçük geldi.
Silahlar oyuncağımız oldu.
Evlendik,çoluk çocuğa karıştık.
İllede torun sevgisi yok mu?
İkinci baharımızı yaşadık.
Devrecanlarla beraberken,
Torunlarımızın konuşmalarını,
Hareketlerini tekrarladık.
Hayatın döngüsü böyleymiş.
Demek.
Cemal Borandağ
16 Aralık 2017-Harbiye Orduevi
Devrecanlarıma Selam Olsun,sevgilerimle.
Karşılaştık,Devrecanlarla.
Memleketlerimizde ayrılıp,
Askeri okullara verildik.
Anneye,babaya,canana hasrettik.
Sessiz sessiz ağlardık,
Duvarlara,duymazdı.
Ah o çaresizlik halleri...
Elbiseler bol gelirdi.
Tüfekler yere değmesin diye,zıplardık.
Ne komedi,bu ne neşe,muhappet.
Kaynaştık.
Kardeşten öte olduk.
Devrecandık,kankardeş olduk.
Hepimizin boyu uzadıkça,Elbiseler küçük geldi.
Silahlar oyuncağımız oldu.
Evlendik,çoluk çocuğa karıştık.
İllede torun sevgisi yok mu?
İkinci baharımızı yaşadık.
Devrecanlarla beraberken,
Torunlarımızın konuşmalarını,
Hareketlerini tekrarladık.
Hayatın döngüsü böyleymiş.
Demek.
Cemal Borandağ
16 Aralık 2017-Harbiye Orduevi
Devrecanlarıma Selam Olsun,sevgilerimle.
60 Yaşın Üzerindekilere 25 Altın Öğüt.
1.Hayat boyu tasarruf ettiğiniz parayı kullanma zamanıdır. Bunları, onu biriktirmek için bulunduğunuz özverileri bilmeyenlere bırakmayınız. Size üzüntü verecek yatırımlar için kullanma zamanı değildir, sizin için huzur ve sükunet dönemi başlamıştır artık.
2.Çocuklarının ve torunlarının, parasal problemleri ile uğraşmaktan vazgeç; senin için harcadıkları paralar için suçlu hissetme kendini. Eğitim dahil, onlar için en iyisini yapmaya çalıştın daima. Şimdi sorumluluk onlarındır.
3.Biraz bencillik yap, ama tefeci olma. Gezintiye çık ve başkalarının hoşuna gidecek şeylerin peşinden koşmaktan vazgeç.
4.Sağlıklı, büyük fiziki hareketler gerektirmeyen bir hayatın olsun. Ölçülü bir şekilde jimnastik yap ve iyi beslen.
5.En iyisini ve en zarifini al. Bu dönemde, ana gaye, paranın sizin tarafınızdan, zevkinize ve arzularınıza göre harcanmasıdır. Unutma ki, ölümden sonra para, sadece kin ve nefrete yol açar.
6.Küçük şeyler için kendini üzme, hatırlamak isteyeceğin güzel anlar gibi unutulması gereken kötü anlarında olur
7.Yaşa bağımlı kalma, sevgini hep canlı tut.
8.Kendine iyi bak, temizliğine dikkat et. Görünüşün Görkemli olsun: sık sık kuaföre git, tırnakların bakımlı olsun, cildiyeciye, diş hekimine git, düzenli bir şekilde parfüm ve krem kullan. Artık genç ve yakışıklı olmasan bile, en azından bakımlı olursun.
9.Modern olmak önemli değil, iyi bir klasik olmaya çalış. Saçlarını boyatarak ve şatafatlı giyinerek gülünç olma.
10.Gün, bu gündür. Kitapları ve gazeteleri oku, radyo dinle, TV de ki güzel programları seyret, internete gir, mailler gönder ve al, sosyal ağlara katıl, dostlarına telefon et.
11.Gençlerin düşüncelerine saygılı ol, onlar senin bildiklerine bilmeseler de, yaşadıklarını yaşamasalar da, senin yaşına geldiklerinde muhtemelen senin konumunda olacaklardır, kendi düşüncelerini de söyle onlara, dinlemesini bilen yararlanır, yanılmış olsalar bile, onlarla tartışma.
12.Sadece anılarınla yaşama, “bizim zamanımızda” deyimini çok sık kullanma, senin zamanın da bu gündür. Kıymetini bil…
13.Çocukların ve torunlarınla birlikte yaşamaktan kaçın, sadece onları görmeye git veya davet edildiğinde onlarla beraber ol.
14.Gerektiğinde bir yardımcı kadından destek al.Gündelik hayatını mümkün olduğunca ve imkanların nispetinde kolaylaştır.
15.Seyahat etmek, yürümek, resim yapmak, dostlarınla oyun oynamak veya bir şeylerin koleksiyonunu yapmak gibi hoşuna giden bir“hobin” mutlaka olsun, imkanların dahilindeki şeyleri yap.
16.Yeni veya faydalı bir şey öğrenmeye gayret et ve zoruna gitse bile ileri teknolojinin gerisinde kalmamaya çalış.
17.Sosyal ve kültürel etkinliklere katıl. Müzeleri gez, sinemaya git… Önemli olan, biraz evden uzaklaşmaktır.
18.Eğer arzu ettiğin bir yere davet edilmezsen, sakın gücenme, Unutma ki, gençliğinde, sende birilerini hayal kırıklığına uğratmış olabilirsin, anne ve babanı fazlaca davet etmemiş olabilirsin.
19.Az konuş, çok dinle, yaşamın ve geçmişin, sadece seni ilgilendirir. Bir şey ile ilgili fikrini soran olursa, kısa konuş ve sadece, iyi ve hoşa giden şeylerden bahsetmeye çalış. Yavaş bir tonla ve kısa konuş, eleştirme.
20.Her şey gelip geçicidir, olduğu gibi kabul et. Bir dönemin doğruları bazen başka bir dönemin yanlışları olarak kabul edilebilir.
21.Acılar ve üzüntülerle hep karşılaşılır, onlarla ilgili problemleri fazlaca dile getirme. Azaltmaya gayret et. Sonuçta, sadece sizi etkilerler bu yaşta sorunlarınız sadece sizin ve doktorunuzun problemleridir.
22. Her fırsatta gül, yaşadığın ve sağlıklı olduğun için mutlu ol, unutma sen şanslısın, hayatının geleceğinin belirsiz olması gibi, ölümünde başka bir meçhul evre olacaktır.
23.Eğer biri size, artık hiçbir işe yaramıyorsunuz derse, duymamazlıktan gel ve bunu dert etme. Sende kendi dünyanda sana göre önemli bir şeyler yapmışındır. Mühim olan bunu senin hissetmendir.
24.Unutma hayat hikayen iyi veya kötü olsun, bir daha tekrar etmeyecektir. 25.Önemli olan sensin.Sen olmadan yaşanacakları zaten göremeyeceksin.Herkesi mutlu edeceğim derken kendini ve en sevdiğini ihmal etme.Mutlu ve sağlıklı yıllar diliyorum
Üniversitede, En Çok Sevdiğim Hocanın Odasındaydım.
Üniversitede, en çok sevdiğim hocanın odasındaydım. Bana, 'Ne olmak istiyorsun?' dedi.
'Entelektüel olmak istiyorum.' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Şaşırmıştım,sonra,kırılgan bir ses tonuyla;
'Dersinizi geçmeme rağmen sürekli dersinizdeyim. Okulda en çok okuyan, araştıran ve tartışmalara giren, hep benim?' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Çok kızmıştım!
'Doç. tezlerin konularını bile ben öneriyorum' dedim.
Prof. gülümseyerek geriye yaslandı.
'Senden çok iyi bir araştırmacı olur. Ama entelektüel olmaz. Nedenine gelince, sana entelektüel olamazsın dediğimde, bana bir entelektüel gibi 'Niçin olmaz?' diye sormadın, aksine alındın ve hiddetlendin. Yazarlık bilgi işidir. Entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. Bir insanın entelektüel olması için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir. Okulun önüne bak. Hepsi son model araç dolu ve hocalara ait. Her sene model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü o unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun, ruhları feodal bir köylü. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu güdüyle hareket etmez.
Entel feodal köylülere artık diploma ve unvan da yetmez. Tıpkı paranın yetmediği gibi.'"
'Entelektüel olmak istiyorum.' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Şaşırmıştım,sonra,kırılgan bir ses tonuyla;
'Dersinizi geçmeme rağmen sürekli dersinizdeyim. Okulda en çok okuyan, araştıran ve tartışmalara giren, hep benim?' dedim.
'Senden entelektüel olmaz' dedi.
Çok kızmıştım!
'Doç. tezlerin konularını bile ben öneriyorum' dedim.
Prof. gülümseyerek geriye yaslandı.
'Senden çok iyi bir araştırmacı olur. Ama entelektüel olmaz. Nedenine gelince, sana entelektüel olamazsın dediğimde, bana bir entelektüel gibi 'Niçin olmaz?' diye sormadın, aksine alındın ve hiddetlendin. Yazarlık bilgi işidir. Entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. Bir insanın entelektüel olması için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir. Okulun önüne bak. Hepsi son model araç dolu ve hocalara ait. Her sene model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü o unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun, ruhları feodal bir köylü. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu güdüyle hareket etmez.
Entel feodal köylülere artık diploma ve unvan da yetmez. Tıpkı paranın yetmediği gibi.'"
HONDA
Birçok ülke gibi japonyada 1930'lu yıllardaki büyük ekonomik krizde sersefil olmuştu. işte bu zorlu dönemde erken yaşlarında çalışma hayatına atılmak zorunda kaldığı için diploması olmayan ama motor ustalığı konusunda büyük bir beceriye sahip soichiro honda isimli genç bir adam mahalle arasında açtığı küçücük atölyesinde sürekli olarak motorlarla uğraşıyor ve yeni bir icat bulabilmek için kafa patlatıyordu.
honda yıllar süren ve tamamen kendi imkanlarıyla giriştiği araştırmalar sonucunda "piston segmanı" konseptine dayanan yeni bir motor dizaynı keşfetti.
hedefi o dönemlerde japonyada yeni yeni faaliyete geçmiş toyota otomobil firmasına bu fikrini satmaktı. gece gündüz çalışan ve pek çok gecesini uyumadan atölyesinde geçiren honda en sonunda fikrini uygulanabilir hale getirmeyi başardı.
ama öncelikle çalışan bir motor prototipi üretmesi gerekiyordu ve bunun için de paraya ihtiyacı vardı
karısının mücevherlerini satarak ve elinde avucunda ne varsa ortaya dökerek edindiği sermayenin tamamını bu prototipi üretmek için harcayan soichiro honda en sonunda çalışan bir motor örneği ile toyota firmasının kapısına dayandı.
bu kadar özenle geliştirdiği fikrinin toyota tarafından büyük bir hevesle ve güzel bir para karşılığında satın alınacağını düşünen ve neredeyse tüm servetini bu umuda yatıran honda icadını inceleyen toyota mühendislerinin birazda eğitimsiz bir adamın kendilerine böylesine bir fikirle gelmesine şaşırarak ama daha çok da burunlarını kıvırarak motor prototipini reddetmeleriyle büyük bir şok yaşadı.
"piston segmanı" fikrinin onlara ne büyük yararlar sağlayacağını tamamen göz ardı eden toyota mühendisleri soichiro hondanın icadı olan motoru "standartlarımıza uymuyor" diyerek red ettiler.
soichiro tüm parasını ve umutlarını yatırdığı prototip red edildiği zaman ne yaptı dersiniz. bunalıma girerek toyota'daki mühendisleri suçlayıp dünyadan elini ayağını mı çekti ? hayır.
mühendislerin dizaynını red etmelerinin sebebinin onların istediği teknik standartlara uygun bir motor yapamaması olduğunu ve bunun sebebinin de kendi teknik eğitim eksikliği olduğunu düşünen honda kendisini geliştirmeye karar verdi. bu sebeple japonyadaki üniversiteleri dolaştı ve oradaki hocalar ve mühendislerle görüşerek usanmadan fikrini anlattı.
çoğu gittiği yerde kendisiyle alay edilmesine rağmen tam iki sene boyunca sürekli yeni şeyler öğrenerek hem kendini hemde motor prototipini geliştirip mükemmel hale getirdi.
iki sene sonra tekrar toyota'daki mühendislerin karşısına çıktığında artık ona gülemiyorlardı çünkü getirdiği motor mükemmeldi. en sonunda toyota kendisi için motor üretmesi için soichiro hondayla anlaştı.
hikaye mutlu sonla burada bitti demeyin çünkü soichiro honda toyota firmasıyla anlaştığı yıllarda japonya ikinci dünya savaşına girmişti.
hondanın toyotayla olan ihaleyi yerine getirebilmesi için bir fabrika açması gerekiyordu ama japonya'daki tüm ham maddeler savaş nedeniyle ordunun emrine verilmişti ve fabrikayı yapacak beton için çimento bile bulamıyordu.
honda vazgeçti mi? hayır
oturdu düşündü ve tamamen yeni bir betonlama tekniği geliştirerek fabrikasını bu yeni teknikle inşa etti.
uzun yıllar süren çabaları meyvesini vermiş, yeni ürettiği motorunu toyotaya kabul ettirmiş, yüklü bir ihale almış ve savaş şartlarına rağmen fabrikasını kurmuştu.
tam üretime başlayacağı zaman fabrikası bombalandı. moralini bozmadan fabrikayı yeniden inşa etti ancak ikinci kere bombalandı. bütün gücünü toplayıp fabrikasını üçüncü kere inşa etmeye başlayacaktı ki savaşta yenilmeye başlayan ve kaynakları tükenmeye yüz tutan japonya'da çelik bitti ve ordu dışında hiç bir yerde bulunmamaya başladı.
düşünsenize "normal bir insan" bu kadar çabadan sonra kurduğu fabrikası iki kere bombalanıp üçüncüsünü yapmaya kalktığında üretim yapacak çelik bulamazsa çoktan topu atar belki tımarhaneyi bile boylardı ancak hondanın çelikten sert iradesi gene pes etmedi ve son derece ilginç başka bir çözüm buldu.
japonyayı sabahtan akşama sürekli bombardıman eden amerikan savaş uçakları yakıtları bittiği zaman uçaklarındaki ek yakıt depolarını aşağı atıyor ve yollarına devam ediyorlardı. honda ülkenin her yanında görülen bu boş yakıt depolarını toplattı ve bunlardan elde ettiği çelikle motorlarını üretmeye başladı.
artık herşey iyi gidiyordu ve savaşta bitmek üzereydi. honda savaş sonrası çok daha kaliteli üretim yapabileceğini ve ürünlerini çok daha kolay pazarlayabileceğini düşünürken büyük bir deprem oldu ve fabrikası üçüncü sefer ve bu sefer tamamıyla yok oldu. honda yenilmiş bir ülkede, neredeyse her şeyini kaybetmiş bir adamdı artık.
bu arada savaş bitmişti ve japonya'da benzin kıtlığı yaşandığı için insanlar otomobil kullanmayı terk etmiş ve gidecekleri yerlere ya yürüyerek ya da bisikletlerle gitmeye başlamışlardı.
hondanın fabrikası yok olmasaydı bile insanlar otomobil kullanmayı bıraktığı için ürettiği motorları satabilmesi zor olacaktı. honda kaderine küsüp "bu işleri bırakıyorum ben" artık diyeceğine kafasını çalıştırdı ve bu yeni durumda ne yapabileceğini düşündü.
bir gün oturdu ve kendisinin de kullanmaya başladığı bisikletine özel olarak ürettiği küçük ve az benzin tüketen bir motor taktı. bu ilginç bisikleti gören komşuları kendileri içinde üretmesini istediler ancak ülkede büyük bir fakirlik ve hammade kıtlığı vardı ve böyle bir üretime geçmesi imkansızdı. zaten artık beş parası bile kalmamıştı.
honda vazgeçti mi ? hayır.
japonyanın her tarafındaki 18.000 (on sekiz bin) bisiklet satıcısı dükkana tek tek mektup yazdı ve onlara üreteceği hafif ve yeni bir motosiklet fikrini anlatarak bunun japonya'nın geleceği için büyük bir girişim olduğu konusunda onları ikna etti. bu firmalardan bir kısmı teklifini kabul ederek ona hem hammadde hem de para yardımında bulundular.
tabii başarı hemen gelmedi. honda bir çok motor tipi üretip geliştirdi ve bunları ayrı ayrı sabırla denedi. en sonunda ise ufak ve tasarruflu motorlu "super cub" modelini üretti ve bu model önce japonya'da sonrada dünyada satış rekorları kırdı.
bu kadar çabadan sonra soichiro honda artık zengin ve mutlu bir şekilde köşesine çekilir ve motosikletlerini satarak mutlu mesut yaşar diyorsanız yanıldınız.
honda gene durmadı
1970'li yıllarda amerika'da petrol krizi çıkınca ve çok yakıt tüketen otomobiller satılmamaya başlayınca kendi tasarruflu ve ufak motosiklet üretimi konusundaki tecrübesini otomobil üretiminde kullanmaya karar veren honda daha önce bu alanda hiç bir tecrübesi olmamasına rağmen otomobil üretimi işine girdi ve az yakıt tüketen minik arabalarla amerikan pazarını fethetti.
bugün 1930'lu yıllarda gece gündüz atölyesinde motor üretmeye çalışan soichiro hondanın kendi adıyla tanınan şirketi sadece amerika'da yüz bin kişi çalıştıran dünyanın en büyük şirketlerinden birisi ve her gün trafikte honda şirketinin ürettiği motosiklet ve otomobillerle karşılaşıyoruz.
soichiro honda'nın başarısının sebeplerini özetlersek
1) yeni bir fikir bulduğunda ısrarla ve inatla fikrini hayata geçirmek için eyleme geçmesi ve bu fikrini mükemmelleştirmek için çaba harcaması.
2) etrafındakilerin her türlü kötümserliği ve alaycılığına rağmen moralini hiç bozmadan çalışmaya,üretmeye devam etmesi ve hayalinden vazgeçmemesi
3) son derece büyük felaketlere uğrasa ve aşılamayacak gibi görünen engellerle karşılaşsa bile bunalıma girmeyi ve vazgeçmeyi düşünmeden sakince düşünüp yeni çözümler üretmeye çabalaması
4) başarıya ulaştığı zaman bile bununla yetinmeyerek etrafında yeni fırsatlar araması ve herkesin felaket olarak gördüğü durumları bile kendisi için fırsata çevirmeyi bilmesi.
5) hedeflerine ulaşma yolculuğunda asla ama asla pes etmemesi.
yazımı size yönelik bir soruyla bitirmek istiyorum
eğer tüm varlığınızı yatırdığınız iş yeriniz tam iki kere bombalanıp bir kere de depremle yok olsaydı ne yapardınız ve sizin şu anda şikayet edip aşılamayacağını düşündüğünüz engelleriniz soichiro honda'nın karşısına çıkanlardan daha mı büyük?
honda yıllar süren ve tamamen kendi imkanlarıyla giriştiği araştırmalar sonucunda "piston segmanı" konseptine dayanan yeni bir motor dizaynı keşfetti.
hedefi o dönemlerde japonyada yeni yeni faaliyete geçmiş toyota otomobil firmasına bu fikrini satmaktı. gece gündüz çalışan ve pek çok gecesini uyumadan atölyesinde geçiren honda en sonunda fikrini uygulanabilir hale getirmeyi başardı.
ama öncelikle çalışan bir motor prototipi üretmesi gerekiyordu ve bunun için de paraya ihtiyacı vardı
karısının mücevherlerini satarak ve elinde avucunda ne varsa ortaya dökerek edindiği sermayenin tamamını bu prototipi üretmek için harcayan soichiro honda en sonunda çalışan bir motor örneği ile toyota firmasının kapısına dayandı.
bu kadar özenle geliştirdiği fikrinin toyota tarafından büyük bir hevesle ve güzel bir para karşılığında satın alınacağını düşünen ve neredeyse tüm servetini bu umuda yatıran honda icadını inceleyen toyota mühendislerinin birazda eğitimsiz bir adamın kendilerine böylesine bir fikirle gelmesine şaşırarak ama daha çok da burunlarını kıvırarak motor prototipini reddetmeleriyle büyük bir şok yaşadı.
"piston segmanı" fikrinin onlara ne büyük yararlar sağlayacağını tamamen göz ardı eden toyota mühendisleri soichiro hondanın icadı olan motoru "standartlarımıza uymuyor" diyerek red ettiler.
soichiro tüm parasını ve umutlarını yatırdığı prototip red edildiği zaman ne yaptı dersiniz. bunalıma girerek toyota'daki mühendisleri suçlayıp dünyadan elini ayağını mı çekti ? hayır.
mühendislerin dizaynını red etmelerinin sebebinin onların istediği teknik standartlara uygun bir motor yapamaması olduğunu ve bunun sebebinin de kendi teknik eğitim eksikliği olduğunu düşünen honda kendisini geliştirmeye karar verdi. bu sebeple japonyadaki üniversiteleri dolaştı ve oradaki hocalar ve mühendislerle görüşerek usanmadan fikrini anlattı.
çoğu gittiği yerde kendisiyle alay edilmesine rağmen tam iki sene boyunca sürekli yeni şeyler öğrenerek hem kendini hemde motor prototipini geliştirip mükemmel hale getirdi.
iki sene sonra tekrar toyota'daki mühendislerin karşısına çıktığında artık ona gülemiyorlardı çünkü getirdiği motor mükemmeldi. en sonunda toyota kendisi için motor üretmesi için soichiro hondayla anlaştı.
hikaye mutlu sonla burada bitti demeyin çünkü soichiro honda toyota firmasıyla anlaştığı yıllarda japonya ikinci dünya savaşına girmişti.
hondanın toyotayla olan ihaleyi yerine getirebilmesi için bir fabrika açması gerekiyordu ama japonya'daki tüm ham maddeler savaş nedeniyle ordunun emrine verilmişti ve fabrikayı yapacak beton için çimento bile bulamıyordu.
honda vazgeçti mi? hayır
oturdu düşündü ve tamamen yeni bir betonlama tekniği geliştirerek fabrikasını bu yeni teknikle inşa etti.
uzun yıllar süren çabaları meyvesini vermiş, yeni ürettiği motorunu toyotaya kabul ettirmiş, yüklü bir ihale almış ve savaş şartlarına rağmen fabrikasını kurmuştu.
tam üretime başlayacağı zaman fabrikası bombalandı. moralini bozmadan fabrikayı yeniden inşa etti ancak ikinci kere bombalandı. bütün gücünü toplayıp fabrikasını üçüncü kere inşa etmeye başlayacaktı ki savaşta yenilmeye başlayan ve kaynakları tükenmeye yüz tutan japonya'da çelik bitti ve ordu dışında hiç bir yerde bulunmamaya başladı.
düşünsenize "normal bir insan" bu kadar çabadan sonra kurduğu fabrikası iki kere bombalanıp üçüncüsünü yapmaya kalktığında üretim yapacak çelik bulamazsa çoktan topu atar belki tımarhaneyi bile boylardı ancak hondanın çelikten sert iradesi gene pes etmedi ve son derece ilginç başka bir çözüm buldu.
japonyayı sabahtan akşama sürekli bombardıman eden amerikan savaş uçakları yakıtları bittiği zaman uçaklarındaki ek yakıt depolarını aşağı atıyor ve yollarına devam ediyorlardı. honda ülkenin her yanında görülen bu boş yakıt depolarını toplattı ve bunlardan elde ettiği çelikle motorlarını üretmeye başladı.
artık herşey iyi gidiyordu ve savaşta bitmek üzereydi. honda savaş sonrası çok daha kaliteli üretim yapabileceğini ve ürünlerini çok daha kolay pazarlayabileceğini düşünürken büyük bir deprem oldu ve fabrikası üçüncü sefer ve bu sefer tamamıyla yok oldu. honda yenilmiş bir ülkede, neredeyse her şeyini kaybetmiş bir adamdı artık.
bu arada savaş bitmişti ve japonya'da benzin kıtlığı yaşandığı için insanlar otomobil kullanmayı terk etmiş ve gidecekleri yerlere ya yürüyerek ya da bisikletlerle gitmeye başlamışlardı.
hondanın fabrikası yok olmasaydı bile insanlar otomobil kullanmayı bıraktığı için ürettiği motorları satabilmesi zor olacaktı. honda kaderine küsüp "bu işleri bırakıyorum ben" artık diyeceğine kafasını çalıştırdı ve bu yeni durumda ne yapabileceğini düşündü.
bir gün oturdu ve kendisinin de kullanmaya başladığı bisikletine özel olarak ürettiği küçük ve az benzin tüketen bir motor taktı. bu ilginç bisikleti gören komşuları kendileri içinde üretmesini istediler ancak ülkede büyük bir fakirlik ve hammade kıtlığı vardı ve böyle bir üretime geçmesi imkansızdı. zaten artık beş parası bile kalmamıştı.
honda vazgeçti mi ? hayır.
japonyanın her tarafındaki 18.000 (on sekiz bin) bisiklet satıcısı dükkana tek tek mektup yazdı ve onlara üreteceği hafif ve yeni bir motosiklet fikrini anlatarak bunun japonya'nın geleceği için büyük bir girişim olduğu konusunda onları ikna etti. bu firmalardan bir kısmı teklifini kabul ederek ona hem hammadde hem de para yardımında bulundular.
tabii başarı hemen gelmedi. honda bir çok motor tipi üretip geliştirdi ve bunları ayrı ayrı sabırla denedi. en sonunda ise ufak ve tasarruflu motorlu "super cub" modelini üretti ve bu model önce japonya'da sonrada dünyada satış rekorları kırdı.
bu kadar çabadan sonra soichiro honda artık zengin ve mutlu bir şekilde köşesine çekilir ve motosikletlerini satarak mutlu mesut yaşar diyorsanız yanıldınız.
honda gene durmadı
1970'li yıllarda amerika'da petrol krizi çıkınca ve çok yakıt tüketen otomobiller satılmamaya başlayınca kendi tasarruflu ve ufak motosiklet üretimi konusundaki tecrübesini otomobil üretiminde kullanmaya karar veren honda daha önce bu alanda hiç bir tecrübesi olmamasına rağmen otomobil üretimi işine girdi ve az yakıt tüketen minik arabalarla amerikan pazarını fethetti.
bugün 1930'lu yıllarda gece gündüz atölyesinde motor üretmeye çalışan soichiro hondanın kendi adıyla tanınan şirketi sadece amerika'da yüz bin kişi çalıştıran dünyanın en büyük şirketlerinden birisi ve her gün trafikte honda şirketinin ürettiği motosiklet ve otomobillerle karşılaşıyoruz.
soichiro honda'nın başarısının sebeplerini özetlersek
1) yeni bir fikir bulduğunda ısrarla ve inatla fikrini hayata geçirmek için eyleme geçmesi ve bu fikrini mükemmelleştirmek için çaba harcaması.
2) etrafındakilerin her türlü kötümserliği ve alaycılığına rağmen moralini hiç bozmadan çalışmaya,üretmeye devam etmesi ve hayalinden vazgeçmemesi
3) son derece büyük felaketlere uğrasa ve aşılamayacak gibi görünen engellerle karşılaşsa bile bunalıma girmeyi ve vazgeçmeyi düşünmeden sakince düşünüp yeni çözümler üretmeye çabalaması
4) başarıya ulaştığı zaman bile bununla yetinmeyerek etrafında yeni fırsatlar araması ve herkesin felaket olarak gördüğü durumları bile kendisi için fırsata çevirmeyi bilmesi.
5) hedeflerine ulaşma yolculuğunda asla ama asla pes etmemesi.
yazımı size yönelik bir soruyla bitirmek istiyorum
eğer tüm varlığınızı yatırdığınız iş yeriniz tam iki kere bombalanıp bir kere de depremle yok olsaydı ne yapardınız ve sizin şu anda şikayet edip aşılamayacağını düşündüğünüz engelleriniz soichiro honda'nın karşısına çıkanlardan daha mı büyük?
Öğretmeni Soruyor
Öğretmeni soruyor çocuğa:
– Canlılar kaça ayrılır?
– Dörde ayrılır öğretmenim “ diyor çocuk..
– Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım…
– Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar…
– Çocuklar da insan değil mi oğlum?
– Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim…
– Peki, şimdi yeniden say bakalım…
– Bitkiler, Hayvanlar ve Çocuklar…
– Oğlum insanlara ne oldu?
– Düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, düşünemeyenleri de hayvanlaştılar öğretmenim .” ⭐⭐⭐ Düşünen, sorgulayan, haksızlığa tepki gösteren ve içinde ki çocuğu besleyen dostlara gelsin ... 🦋💛
– Canlılar kaça ayrılır?
– Dörde ayrılır öğretmenim “ diyor çocuk..
– Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım…
– Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar…
– Çocuklar da insan değil mi oğlum?
– Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim…
– Peki, şimdi yeniden say bakalım…
– Bitkiler, Hayvanlar ve Çocuklar…
– Oğlum insanlara ne oldu?
– Düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, düşünemeyenleri de hayvanlaştılar öğretmenim .” ⭐⭐⭐ Düşünen, sorgulayan, haksızlığa tepki gösteren ve içinde ki çocuğu besleyen dostlara gelsin ... 🦋💛
8 Aralık 2017 Cuma
Atatürk’ün Anzak Annelerine Yazdığı Mektup
“Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar!
Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle
yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı
dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu
topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Atatürk, 1934
Hey Onbeşli Onbeşli
Hey onbeşli,onbeşli.
Tokat yolları taşlı.
Onbeşliler gidiyor,
Kızların gözü yaşlı.
Aslan yarim kız senin adın Hediye.
Ben dolandım,sende dolan,gel geriye.
Giderim elinizden,
Kurtulam dilinizden,
Yeşil başlı ördek olsam,
Su içmem gölünüzden.
Aslan yarim,senin adın Hediye,
Ben dolandım,sende dolan,gel geriye.
Fistan aldım,endazesi on yediye.
Gidiyom,gidemiyom,
Sevdim terkedemiyom,
Sevdiğim pek gönüllü,
Gönlünü edemiyom.
Aslan yarim kız senin adın Hediye,
Ben dolandım,sende dolan,gel geriye.
Fistan aldım,endazesi on yediye.
Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı
Çanakkale içinde aynalı çarşı,
Ana ben gidiyorum düşmana karşı.
Of gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir uzun selvi,
Kimimiz nişanlı,kimimiz evli.
Of gençliğim eyvah.
Çanakkale üstünü duman bürüdü,
On üçüncü fırka yürüdü,
Of gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir dolu testi.
Analar,babalar mektubu kesti.
Of gençliğim eyvah.
1 Aralık 2017 Cuma
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Dağ başını duman almış,
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer,gök,su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin.
Bu gök deniz ,nerede var,
Nerede bu dağlar, taşlar,
Bu ağaçlar ,güzel kuşlar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer gök ,su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin
Ali Ulvi
Çanakkale'de büyük zafer kazandığımızı öürendiğim gece,sevinçten uyuyamadım.O heyecanla bu güfteyi yaptım der.
Çanakkale Muharebeleri her şeyden önce,Türkün sanılan gücünün bitmediğini,daha çok şeyler başarabileceğini,bütün dünyaya açık bir biçimde ispatlamış ve Milli Mücadelinin ilk adımlarının atıldığı muharebe olmuştur.
Boğazlar açılmadığından Rusya ile irtibat kurulamamış,Rus ordusunasilah ve malzeme yardımı yapılmamış,İhtilaf devletleri de Rus gıda maddelerini ve tahıl kaynaklarından faydalanamamıştır.
Rusya'nın yüzyıllardır gerçekleştirmeyi düşündüğü Boğazlara sahip olma hayali bir kez daha yıkılmıştır.
Rus Çarlığına yardım için Boğazları zorlayan İngiltere ve Fransa,bunda başarılı olamamıştır. Rus çarlığının yıkılışını önleyememiştir.
Türklerin üstün mücadele gücünü gören Romanya ve Yunanistan tarafsız kalmayı kendilerine daha yararlı bulurken,Bulgaristan mihver devletleri yanında savaşa katılmak zorunda kalmıştır.
Çanakkale Muharebe alanında İhtilaf devletlerinin büyük kara ve deniz kuvvetlerinin bağlanması Batı cephesinde Alman orduları üzerindeki ordularının baskısı azalmıştır.
Çanakkale'deki yenilgileri İngiltere ve Fransa'nın askeri presjtiğini de olumsuz etkilemiş,bu devletlerin yenilmezliğinin doğru olmadığı ispatlanmıştır.
Çanakkale Muharebeleri Boğazların ebediyen Türk Milletinin elinde kalmasını sağlamıştır.
İnanmış insanın en büyük silah olduğu gerçeği ortaya konmuştur.
Muharebede Türk komuta heyetinin taktik ve strateji görüş,karar ve uygulamada daima başarılı oldukları ortaya çıkmıştır.
Türk askerlerinin vatanı için canını vermede her milletten önce olduğu tartışmasız ortaya çıkmıştır.
Geçmiş yıllarda maddi ve manevi çöküntülere uğramış olan Türklerde bir milli ruh uyandırmış ve bu bir anlamda Kurtuluş savaşımızın tohumlarını atmıştır.
Çanakkale Muharebeleri,aynı zamanda Mustafa Kemal gibi bir dahiyi yaratmış ve ileride Türk'ün kaderinde çok önemli rol oynayacak olan bu büyük lideri Türk Milletine kazandırmıştır.
Çanakkale Zaferi,Türk askerinin ruh kudretini gösterir. Muharebeleri kazandıran bu yüksek ruhtur.Türkler Çanakkaleyi zorlayan çağının en iyi tekniğine sahip güçleri karşısına adeta bir kale gibi dikilmiştir.
Çanakkale ,saldırgan istilacılara karşı Türkün erkekçe yumruğunu vurduğu,çelik zırha iman dolu göğsünü gerdiği,gencecik bir kuşağın kanıyla yıkanan yerdir.Çanakkale bizim için toprak parçası değil,Aziz şehitlerimizin göğusleri üzerinde suyu kan,toprağı kemik ve her taşı iman kesilmiş bir vatan parçasıdır.
Büyük Türk Milletinin tarihi yüzlerce savaş ve zaferlerle doludur.Ancak Çanakkale Zaferi,kahramanlık ve fedakarlığın en anlamlılarındandır.
Kütüklerindeki son kurşun bitene kadar vuruştular.
Kurşunları bitti süngü taktılar.
Süngüleri kırıldı,dipçikleri ile,tırnakları ile düşmanın boğazına sarıldılar.
Öldüler,öldürdüler,düşmana bir karış toprak vermediler ve tarihe eşsiz bir Türk Müdefaası kaydettiler.
Bir kahraman takım ve Yahya Çavuştular.
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular.
Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri.
Allah'ı arzu ettiler akşama kavuştular.
Cemal Borandağ
30 Kasım 2017 Tuzla-İstanbul
İnana ve seven insan kadar güçlü olan insan yoktur.
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer,gök,su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin.
Bu gök deniz ,nerede var,
Nerede bu dağlar, taşlar,
Bu ağaçlar ,güzel kuşlar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer gök ,su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin
Ali Ulvi
Çanakkale'de büyük zafer kazandığımızı öürendiğim gece,sevinçten uyuyamadım.O heyecanla bu güfteyi yaptım der.
Çanakkale Muharebeleri her şeyden önce,Türkün sanılan gücünün bitmediğini,daha çok şeyler başarabileceğini,bütün dünyaya açık bir biçimde ispatlamış ve Milli Mücadelinin ilk adımlarının atıldığı muharebe olmuştur.
Boğazlar açılmadığından Rusya ile irtibat kurulamamış,Rus ordusunasilah ve malzeme yardımı yapılmamış,İhtilaf devletleri de Rus gıda maddelerini ve tahıl kaynaklarından faydalanamamıştır.
Rusya'nın yüzyıllardır gerçekleştirmeyi düşündüğü Boğazlara sahip olma hayali bir kez daha yıkılmıştır.
Rus Çarlığına yardım için Boğazları zorlayan İngiltere ve Fransa,bunda başarılı olamamıştır. Rus çarlığının yıkılışını önleyememiştir.
Türklerin üstün mücadele gücünü gören Romanya ve Yunanistan tarafsız kalmayı kendilerine daha yararlı bulurken,Bulgaristan mihver devletleri yanında savaşa katılmak zorunda kalmıştır.
Çanakkale Muharebe alanında İhtilaf devletlerinin büyük kara ve deniz kuvvetlerinin bağlanması Batı cephesinde Alman orduları üzerindeki ordularının baskısı azalmıştır.
Çanakkale'deki yenilgileri İngiltere ve Fransa'nın askeri presjtiğini de olumsuz etkilemiş,bu devletlerin yenilmezliğinin doğru olmadığı ispatlanmıştır.
Çanakkale Muharebeleri Boğazların ebediyen Türk Milletinin elinde kalmasını sağlamıştır.
İnanmış insanın en büyük silah olduğu gerçeği ortaya konmuştur.
Muharebede Türk komuta heyetinin taktik ve strateji görüş,karar ve uygulamada daima başarılı oldukları ortaya çıkmıştır.
Türk askerlerinin vatanı için canını vermede her milletten önce olduğu tartışmasız ortaya çıkmıştır.
Geçmiş yıllarda maddi ve manevi çöküntülere uğramış olan Türklerde bir milli ruh uyandırmış ve bu bir anlamda Kurtuluş savaşımızın tohumlarını atmıştır.
Çanakkale Muharebeleri,aynı zamanda Mustafa Kemal gibi bir dahiyi yaratmış ve ileride Türk'ün kaderinde çok önemli rol oynayacak olan bu büyük lideri Türk Milletine kazandırmıştır.
Çanakkale Zaferi,Türk askerinin ruh kudretini gösterir. Muharebeleri kazandıran bu yüksek ruhtur.Türkler Çanakkaleyi zorlayan çağının en iyi tekniğine sahip güçleri karşısına adeta bir kale gibi dikilmiştir.
Çanakkale ,saldırgan istilacılara karşı Türkün erkekçe yumruğunu vurduğu,çelik zırha iman dolu göğsünü gerdiği,gencecik bir kuşağın kanıyla yıkanan yerdir.Çanakkale bizim için toprak parçası değil,Aziz şehitlerimizin göğusleri üzerinde suyu kan,toprağı kemik ve her taşı iman kesilmiş bir vatan parçasıdır.
Büyük Türk Milletinin tarihi yüzlerce savaş ve zaferlerle doludur.Ancak Çanakkale Zaferi,kahramanlık ve fedakarlığın en anlamlılarındandır.
Kütüklerindeki son kurşun bitene kadar vuruştular.
Kurşunları bitti süngü taktılar.
Süngüleri kırıldı,dipçikleri ile,tırnakları ile düşmanın boğazına sarıldılar.
Öldüler,öldürdüler,düşmana bir karış toprak vermediler ve tarihe eşsiz bir Türk Müdefaası kaydettiler.
Bir kahraman takım ve Yahya Çavuştular.
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular.
Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri.
Allah'ı arzu ettiler akşama kavuştular.
Cemal Borandağ
30 Kasım 2017 Tuzla-İstanbul
İnana ve seven insan kadar güçlü olan insan yoktur.
İzmirin Dağları
İzmirin Dağları
Dağdan indim şehire,
İzmirin,
Dağlarında,ovalarında,yaylalarında,
Şehrinde,güzeller gezer.
Yavru ceylan gibi.
Seke seke gezer.
Türkümü,şarkımı,şiir mi desem.
Öykü idi adı.
Romen mi,roman mı desem.
Bir heves bir heves.
Beni sevse.!
Cemal Borandag
22 Kazım 2017 Tuzla-İstanbul
Sevgi limanında bekliyorum.
Dağdan indim şehire,
İzmirin,
Dağlarında,ovalarında,yaylalarında,
Şehrinde,güzeller gezer.
Yavru ceylan gibi.
Seke seke gezer.
Türkümü,şarkımı,şiir mi desem.
Öykü idi adı.
Romen mi,roman mı desem.
Bir heves bir heves.
Beni sevse.!
Cemal Borandag
22 Kazım 2017 Tuzla-İstanbul
Sevgi limanında bekliyorum.
Dul Kadın İmama Gider Sorar
– Hocam cinsel ihtiyaçlarım var köy öğretmeni ile birlikte olsam günahı nedir?
İmam kadını şöyle bir süzüp, sakallarını da şöyle bir oğuşturduktan sonra;
+ Yapma kadın der. Zinhar cehennemde 10 yıl cayır cayır yanarsın.
– Kadın peki der o zaman köyün sağlıkçısı ile birlikte olsam?
+ Zinhar cehennemde 5 yıl cayır cayır yanarsın.
– Kadın buna da tamam der. O zaman köyün gariban çobanı?
+ Zinhar cehennemde 2 yıl cayır cayır yanarsın.
Kadın halen sakallarını oğuşturmakta olan imamı şöyle bir süzdükten sonra;
– Hıımmm! demiş ya imam ile birlikte olsam?
İmamın cevabı gayet açık ve net olmuş;
+ Seni hınzır seni cennete gitmek istiyorsun değil mi?
İmam kadını şöyle bir süzüp, sakallarını da şöyle bir oğuşturduktan sonra;
+ Yapma kadın der. Zinhar cehennemde 10 yıl cayır cayır yanarsın.
– Kadın peki der o zaman köyün sağlıkçısı ile birlikte olsam?
+ Zinhar cehennemde 5 yıl cayır cayır yanarsın.
– Kadın buna da tamam der. O zaman köyün gariban çobanı?
+ Zinhar cehennemde 2 yıl cayır cayır yanarsın.
Kadın halen sakallarını oğuşturmakta olan imamı şöyle bir süzdükten sonra;
– Hıımmm! demiş ya imam ile birlikte olsam?
İmamın cevabı gayet açık ve net olmuş;
+ Seni hınzır seni cennete gitmek istiyorsun değil mi?
BİR İNSANIN ANA VATANI ÇOCUKLUĞUDUR?
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi,
“Hocam elinizi öpmek istiyorum.” dedi.
Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için,
“Yanaktan öpüşelim” dedim, öpüştük.
Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
– Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
– Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
– Ne oldu, nasıl oldu?
– Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki,
“Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanak sağlamaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
– Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki
Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanak sağlamaktır.”
Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm:
Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı.
Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
– Hayır, neden?
– Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.
Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini?” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu.
Sonra konuşmaya devam etti:
– Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım.” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki “Bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.”
– Radikal bir karar!
– Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, “Hadi gel otur, konuşalım.” Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki,
“Ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.”
– Eşiniz ne dedi?
– Hocam biliyor musun ne oldu?
– Ne oldu?
– Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
– Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
– Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana,
“Peki ne halin varsa gör!” dedi.
– Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
– İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki,
“Oğlum bugün doya doya oynadın mı?” Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi.
“O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız.“ dedim.
Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık.
Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım.
Her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki,
“Baba ya, ben seni çok seviyorum.”
Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım.
Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti.
Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm.
Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
– Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizli, örtük ama önemli bir tehlike!
– İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen,
“Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti.
O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki,
“Hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!”
“Yok” dedi, “Sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.”
– Eşiniz gelmek istemedi!
– Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi,
“Siz ne yaptınız bu çocuğa?” dedi.
Hiç cevap vermedim, önüme baktım.
“Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa?” dedi.
“Çok mu kötü hocam?” diye sordum.
Gülümsedi,
“Hayır, kötü değil.” dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
– Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
– Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı.
“O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.
Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım.
Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU
“Hocam elinizi öpmek istiyorum.” dedi.
Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için,
“Yanaktan öpüşelim” dedim, öpüştük.
Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
– Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
– Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
– Ne oldu, nasıl oldu?
– Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki,
“Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanak sağlamaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
– Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki
Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanak sağlamaktır.”
Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm:
Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı.
Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
– Hayır, neden?
– Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.
Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini?” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu.
Sonra konuşmaya devam etti:
– Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım.” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki “Bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.”
– Radikal bir karar!
– Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, “Hadi gel otur, konuşalım.” Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki,
“Ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.”
– Eşiniz ne dedi?
– Hocam biliyor musun ne oldu?
– Ne oldu?
– Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
– Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
– Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana,
“Peki ne halin varsa gör!” dedi.
– Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
– İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki,
“Oğlum bugün doya doya oynadın mı?” Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi.
“O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız.“ dedim.
Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık.
Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım.
Her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki,
“Baba ya, ben seni çok seviyorum.”
Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım.
Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti.
Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm.
Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
– Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizli, örtük ama önemli bir tehlike!
– İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen,
“Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti.
O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki,
“Hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!”
“Yok” dedi, “Sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.”
– Eşiniz gelmek istemedi!
– Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi,
“Siz ne yaptınız bu çocuğa?” dedi.
Hiç cevap vermedim, önüme baktım.
“Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa?” dedi.
“Çok mu kötü hocam?” diye sordum.
Gülümsedi,
“Hayır, kötü değil.” dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
– Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
– Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı.
“O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.
Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım.
Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU
Vergi İdaresinin Genç
Vergi İdaresinin genç ve işgüzar müfettişlerinden biri
Büyük Paris Sinagogunda denetim yapıyor.
Hahambaşına acımasız bir tavırla sorular yöneltiyor:
Kandil yağları ve mumlardan arta kalanları ne yapıyorsunuz?
Biriktirip yılda bir kez tedarikçimize gönderiyoruz.
O da bize bir paket mum gönderiyor, diye cevaplıyor hahambaşı.
Peki, baget ekmeklerden kalan artıklar?
Toplayıp yılda bir kez fırıncımıza gönderiyoruz;
O da bize ekstra bir paket baget hediye ediyor.
Müfettiş biraz da alaycı bir tavırla tekrar soruyor:
Ya sünnet artıkları...
Yani kesilen uzuvdan kalan şu deri parçaları...
Onları ne yapıyorsunuz?
Benzer şekilde, diyor hahambaşı, onları da biriktirip
Vergi İdaresine gönderiyoruz;
Onlar da bize yılda bir kez bir dalyarak gönderiyorlar !
Büyük Paris Sinagogunda denetim yapıyor.
Hahambaşına acımasız bir tavırla sorular yöneltiyor:
Kandil yağları ve mumlardan arta kalanları ne yapıyorsunuz?
Biriktirip yılda bir kez tedarikçimize gönderiyoruz.
O da bize bir paket mum gönderiyor, diye cevaplıyor hahambaşı.
Peki, baget ekmeklerden kalan artıklar?
Toplayıp yılda bir kez fırıncımıza gönderiyoruz;
O da bize ekstra bir paket baget hediye ediyor.
Müfettiş biraz da alaycı bir tavırla tekrar soruyor:
Ya sünnet artıkları...
Yani kesilen uzuvdan kalan şu deri parçaları...
Onları ne yapıyorsunuz?
Benzer şekilde, diyor hahambaşı, onları da biriktirip
Vergi İdaresine gönderiyoruz;
Onlar da bize yılda bir kez bir dalyarak gönderiyorlar !
KOCANIZA ÇOK İYİ BAKIN
Doktor , erkek hastasını muayene ettikten sonra, adamın eşi ile özel konuşmak istediğini bildirdi. Adam dışarıya çıktan sonra, kadına ciddi bir sesle durumu anlatmaya başladı:
'Eşinizin hastalığı ciddi' dedi ‘Korkunç bir stres’i var. Söylediklerimi uygulamazsanız, bilin ki ilk gerginlikte ölecek’.
Sonra devam etti:
'Her sabah mükemmel bir kahvaltı hazırlamanız gerekli.. Neşeli olmasını sağlamaya dikkat edin.
Öğlen için de yanına çok iyi bir yemek vermelisiniz. Dört başı mamur bir menü. İş yerinde onu yesin.
Akşam yemeği olarak ya yumuşacık bir biftek, ya da bonfile hazırlayın. Bol sebze garnisiyle. Haftada iki akşam da mükellef bir balık. Rakısına bir adet buz yeterli. 35liğin yarısını geçmesin. Keyiflenir de ‘bir duble daha’ derse bırakın içsin. Böylece gevşer biraz daha. Konuşurken sakın keyfini kaçıracak konulardan bahsedeyim demeyin. Özel problemlerinizi de kesinlikle açmayın. Yoksa kötüleşiverir.
Kendinize mutlaka dekolte bir kıyafet seçin. Bakımlı olun. Yanına oturup sırtını ovun. Televizyonda maç seyretmesi için her akşam teşvik edin. Siz de yanına sessizce oturup kırmızı şarap servisi yaparsanız fevkalade olur.
En önemli nokta da şu: Haftada birkaç akşam seks yapın. Eğer bu söylediklerimi aksatmadan bir yıl kadar uygularsanız, sanırım o takdirde kocanız iyileşip normal hayatına dönecektir ve uzun bir mutlu yaşam sizi bekleyecektir.’.
Eve dönüş yolunda koca, eşine sordu:
'Doktor ne dedi sana?' dedi.
Kadın kısaca cevap verdi:
"ÖLECEKMİŞSİN" :)))
'Eşinizin hastalığı ciddi' dedi ‘Korkunç bir stres’i var. Söylediklerimi uygulamazsanız, bilin ki ilk gerginlikte ölecek’.
Sonra devam etti:
'Her sabah mükemmel bir kahvaltı hazırlamanız gerekli.. Neşeli olmasını sağlamaya dikkat edin.
Öğlen için de yanına çok iyi bir yemek vermelisiniz. Dört başı mamur bir menü. İş yerinde onu yesin.
Akşam yemeği olarak ya yumuşacık bir biftek, ya da bonfile hazırlayın. Bol sebze garnisiyle. Haftada iki akşam da mükellef bir balık. Rakısına bir adet buz yeterli. 35liğin yarısını geçmesin. Keyiflenir de ‘bir duble daha’ derse bırakın içsin. Böylece gevşer biraz daha. Konuşurken sakın keyfini kaçıracak konulardan bahsedeyim demeyin. Özel problemlerinizi de kesinlikle açmayın. Yoksa kötüleşiverir.
Kendinize mutlaka dekolte bir kıyafet seçin. Bakımlı olun. Yanına oturup sırtını ovun. Televizyonda maç seyretmesi için her akşam teşvik edin. Siz de yanına sessizce oturup kırmızı şarap servisi yaparsanız fevkalade olur.
En önemli nokta da şu: Haftada birkaç akşam seks yapın. Eğer bu söylediklerimi aksatmadan bir yıl kadar uygularsanız, sanırım o takdirde kocanız iyileşip normal hayatına dönecektir ve uzun bir mutlu yaşam sizi bekleyecektir.’.
Eve dönüş yolunda koca, eşine sordu:
'Doktor ne dedi sana?' dedi.
Kadın kısaca cevap verdi:
"ÖLECEKMİŞSİN" :)))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)