30 Mayıs 2019 Perşembe

KARTALLARIN İNANILMAZ YARATILIŞI...



Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan
kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi
ve zor bir karar vermek zorundadır.










Kartalın yaşı 40′a
vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de
beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.





Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.





Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır:





- Ya ölümü seçecektir,
- Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.
Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir.






Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya
duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yuvasında kalır.






Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya
vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra
bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır.





Yeni
pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya
başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir
yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma
gelir.





Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak
zorunda kalırız. Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski
alışkanlıklarımızdan ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız. Unutma, seni
öldürmeyen her acı daha da güçlendirecektir.


Yıl 1945…Bugün 73 üç yıl önce..


Yıl
1945…Bugün 73 üç yıl önce.. Nagasaki'ye atom bombası atılmasının
ardından, kardeşinin cesedini ölülerin yakıldığı alana getiren bir Japon
çocuk saygı duruşunda.





Bu resmi çeken Joe O'Donnel aslında
bölgeye Amerikalılar tarafından gönderilen bir casustu. Görevi, Nagasaki
ve çevresinde yüzlerce fotograf çekip bunları Amerikan genel kurmayına
yollamaktı.





Böylece yetkililer bombanın gücü hakkında daha iyi
fikir sahibi olacaklardı. Resimdeki çocuk hakkında konuştuğu şahitlerden
biri, çocuğun durumunu şöyle anlatmıştı:
“Ateşe doğru gelen 10
yaşlarında bir erkek çocuk gördüm. Sırtında bir bebek taşıyordu. O
günlerde Japonya'da çocuklar küçük kardeşlerini sırtlarına alıp oyunlar
oynardı. Önce böyle olduğunu zannettim. Fakat bu çocuğun havası tamamen
farklıydı. Buraya çok ciddi bir sebeple geldiği meydandaydı. Ayakları
çıplaktı ve yüzüne sert bir ifade yerleşmişti. Arkasındaki bebeğin
kafası geriye düşmüştü, uyuyor gibiydi. Çocuk yaklaşık beş dakika kadar
hiç kımıldamadan saygı duruşunda bulundu.





Sonra, ölüleri yakan
maskeli görevlilerden biri çocuğun yanına gitti ve bebeği bağlayan
kayışları çözdü. İşte o zaman bebeğin ölü olduğunu anladım. Görevli, ölü
bebeği aldı ve ateşin üstüne yerleştirdi. Çocuk ise kaskatı bir şekilde
dakikalarca ayakta, durumu seyretti.





Alt dudağını o kadar
şiddetli ısırıyordu ki sonunda kan akmaya başladı. Kardeşinin cesedi
alevlerin içinde tamamen kaybolduktan sonra, arkasını döndü ve sessizce
ordan uzaklaştı.”


Adamın biri



Adamın biri elinde büyük bir bıçakla camiye dalar ve sorar:
-Aranızda Müslüman olan var mı?
Korkudan kimse bişey diyemez. Birazdan yaşlı bir adam ayağa kalkar:
-Ben müslümanım. Der.
Bıçaklı adamla yaşlı adam camiden çıkarlar. Adam dışarıdaki inek sürüsünü gösterip:
-Amca, şunları kurban edicem de ben beceremem yardım edermisin der..
Yaşlı adam baya bir hayvanı kestikten sonra ben yoruldum başka birini bul der.
Adam bu sefer kanlı bıçakla yine camiye girer ve sorar:
-Aranızda başka Müslüman var mı? Az önceki adamı doğradığını düşünen cemaat çok korkar ve herkes aynı anda imama bakar, imam:
-Ne bakıyosunuz ulan iki rekât namaz kıldırdık diye hemen Müslüman mı olduk


Gazi M.Kemal, çiftliğinde dolaşıp


Gazi M.Kemal, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp;
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sahabisi misin? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden
gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
-
Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği,
atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindenim. Bizim muhtar bana
bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum da gavur
harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez
görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Bende gün demeyip muhtara anlatinca, o da bana bilet aliverip saldi
Angara'ya, giceleyin
geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan
oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O bizim vatanımızı
gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını
onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi
istediğimiz gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvurun köpeği olmaktan onun
sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol
paşam demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen
efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa'yı
bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek;
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımız..
Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu dedi.






Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte
aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar
koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp
Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de
ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul
gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü Ata'nın
ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket
çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e
uzattı;
- Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye
getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
-'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.
Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.'


11 Mayıs 2019 Cumartesi

KISSA'DAN HİSSE...







Uzun yıllar önce Bursa’da bir davulcu yaşıyordu…
Ramazan gecelerinde sahurda insanları uyandırmak için davul çalan
adamcağız, geriye kalan 11 ayda ise düğünlerde, şenliklerde, mitinglerde
hünerini sergileyip ekmek parasını kazanıyordu…
Aradan yıllar
geçti, davulcu yaşlandı ve aklına o güne kadar hiç düşünmediği bir soru
gelip oturdu; hayatını ramazan ayları dışında içkili düğünlerde,
eğlencelerde de davul çalarak kazanmış, kefen parasını da bu
kazandıklarından bir kenara ayırmıştı… Aklını kurcalayan soru işte
burada devreye giriyordu:
–Acaba bu kefen parası caiz miydi, değil miydi?..
Düşündü, taşındı Diyanet İşleri Başkanlığı’na danışmaya karar verdi…
Durumu anlatan bir mektup yazıp aynı soruyu sordu, gelen yanıtla
başından aşağıya adeta kaynar sular dökülmüştü:
-Caiz değildir!..
Adamcağız büyük bir üzüntü içinde hikayesini dönemin en ünlü
yazarlarından Hasan Pulur’a yazdı. Mektubu büyük bir şaşkınlık içinde
okuyan Pulur, “Olaylar ve İnsanlar” köşesine taşıyıp, adamcağızın
hikayesini ve Diyanet’in verdiği cevabı anlattıktan sonra şu soruyu
sordu:
–Diyanet “caiz değildir” diyorsa demek ki bir bildiği vardır!
Benim de onlara bir sorum olacak: oradaki din görevlileri maaşlarını
devletten alıyor. Devlet ise bu paraları halktan aldığı vergilerden
ödüyor. Vergi verenlerin içinde meyhanecisi de var, kerhanecisi de var…
Bu durumda aldıkları maaş caiz midir, değil midir?!.
Ortalık karıştı
tabii! Sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı, “Konu yanlış anlaşılmış,
yanlış karar verilmiştir. Kefen parası caizdir” açıklaması yaptı!..
-Ruhun şad olsun Hasan Abi…
(Alıntıdır)


3 Mayıs 2019 Cuma

Babam çok fazla sözü uzatan insanlardan değildi.


Babam
çok fazla sözü uzatan insanlardan değildi. Ne zaman bir konuda isyan
etsem , ya da bir öğüdüne karşı çıksam, şefkatle , sakin sakin
gözlerimin içine bakar,
“ İlerde anne olunca anlarsın kızım.” derdi.






Anne-baba olmak cidden tam da böyle bir şey. İnsan öncesinde ne kadar
atıp tutarsa tutsun, o minicik bebeği kucağına aldığın, ya da daha yola
çıktığı haberini aldığın an , hayatının en tumturaklı değişimini
yaşıyorsun.





Cidden insan bir çok şeyi anne-baba olmadan anlamıyor.
Şu kocakarı lafları mesela.. Eskiden duydukça gözlerimi devirip ukala
bir tavırla güldüğüm.. Anne olunca o sözlerin ne bilgece olduğunu
keşfedip , yürekten de değil, taa karnından karnından, o kadar içinden
gelerek söylüyorsun ki: “Allah karşısına iyi insanlar çıkarsın” mesela..
“Allah dört gözden ayırmasın” mesela...





Yani insan kendi evladı
olunca, başta kendi anne-babası olmak üzere, etrafındaki her bir anneyi
babayı ayrı bir anlıyor değil mi?





Market kuyruğunda eline koca bir bebek bezi paketi taşıyan bir kadınla göz göze gelince gülümseyiveriyorsunuz.
Hastanede kucağında ateşten yanakları turuncu turuncu olmuş evladıyla telaşla koşturan adamın arkasından dua ediyorsunuz.
Parkta bir çocuk salıncağın önünden geçerken yüreğiniz ağzınıza geliyor, sizinki olmasa bile...






Yani kendi adıma söyleyeyim, sanki gözünüzün gördüğü, elinizin erdiği
bütün çocuklar sizin de sorumluluğunuz altında gibi bir duygu.
Çünkü onlar da birilerinin gözünün nuru, canının içi, aynı sizinki gibi..
Ne emekle yetişiyor, büyüyor; onu biliyorsunuz.






Hal böyleyken, hayatında biyolojik olarak babalık duygusunu hiç
tatmamış, hiç karısından “hamileyim” müjdesini almamış , hiç elini
eşinin karnına koyup içerdeki kıpırtılarla kalbi coşmamış, hiç mini
minnacık, mesela elleri , tırnakları, ağzı burnu tıpatıp kendisine
benzeyen bir canı kucağına almamış bir erkek , tutup lideri olduğu
ülkenin çocuklarına bayram hediye ediyor..!





“Küçük
hanımefendiler, beyefendiler.! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü,
yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak
sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona
göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz.” diyor üstüne bir de.






İşte tam da burada bir durup düşünüyorsunuz.. Demek ki çocukları bu
derece sevmek ve anlamak için ille de anne-baba olmak gerekmiyormuş.





Demek ki aslolan “iyilik”miş. “Sevgi”ymiş. “Vicdan”mış.






Bu 23.Nisan’da dileğim o’dur ki, o küçük hanımefendiler, beyefendiler,
“iyilik”le ,”sevgi”yle büyüsünler, bu vatanı “gerçekten” aydınlığa
boğsunlar.





23.Nisan bayramınız kutlu olsun yavrularım..!





Siz hayatında biyolojik anlamda baba olmamış Atatürk’ün, milyonlarca “sahici” torunlarısınız.





Hiç unutmayın.





Bige Güven Kızılay


BİR KABİN MEMURUNDAN İLETİDİR !!!...


Kabin memuru, hostes, host, steward...
Adına ne derseniz deyin, dışarıdan bakınca elinde valizi, her zaman gülümseyen yüzü, bakımlı saçları, makyajlı, traşlı yüzleriyle sadece üniformalarının hakkını vermeye çalışan hava işçileri.
Havaalanında karşılaşırsanız danışma memuru, uçakta servis elemanı, ilk yardımcı, gerektiğinde terapist, bağlantılı uçuşunuza yetişip yetişemeyeceğinizi bilebilen kahin, aç kalıp şekeriniz düştüğünde sinirinizi çıkardığınız kum torbası... Ama hep nazik, hep güler yüzlü, hep haksız, hep özür dilemek zorunda olan.
Biz işimize gelirken, dertlerimizi, sıkıntılarımızı soyunup üniformamızı giyeriz. Yolcu bilmez, belki de hasta çocuğunuzu birine emanet edip gelmişsinizdir, çünkü yıllık 5 günlük mazeret izin hakkınızın birini bile kullanmanıza izin vermemişlerdir. Çok sevdiğiniz biri ölmek üzeredir, ya da siz kilometrelerce uzaktayken o kişiyi kaybetmiş ve cenazesine bile yetişememişsinizdir. Sürekli gülümsemek zorundasınızdır çünkü meslek hastalığınız olan bel fıtığınızın ağrısını çekerken işinizi yapmanız gerekir. Tedavi ya da ameliyat için rapor alırsanız, işinizden olursunuz çünkü.
Ayakta durmaya haliniz kalmamış, mesai yoğunluğundan yemek yemeye fırsatınız olmamış olabilir. Bazen kendinizi makine gibi hissedersiniz. Mesai saatleriniz içinde durup soluklanmak, bir kahve molası vermek, annenizin sesini duymak gibi lüksleriniz yoktur. Servis yaparken sadece 30 sn. muhatap olduğunuz yolcu, servisin öncesini, sonrasını, diğer yolcularla ilgilendiğiniz süreyi görmediğinden sizi sadece 30 sn. çalışıyorsunuz sanabilir. Kapris yapabilir, sürekli ilgi bekleyebilir, ama her zaman haklıdır.
Hatta bazen o kadar haklıdır ki, yüksek mevkilerde tanıdığı varsa, sırf şirket kurallarını uygulayıp ekonomi sınıfından business sınıfına geçirmediğiniz için tenzil-i rütbe alabilir, amirlikten memurluğa inebilir, hatta bu tanıdığın mevkisi tepe noktalardaysa işinizden bile olabilirsiniz!
İşinizde, Sivil Havacılık genelgeleri ve toplu iş sözleşmesi hükümleriyle belirlenmiş kurallarınız olabilir. Ancak şirketiniz sizden bu kuralları esnetmenizi, kurallara uymamanızı isteyebilir. Karşı çıktığınızda fişleyebilir, hatta bir gün, sendikanızın yaptığı basın açıklamasını dinlemeye gittiniz diye, boş gününüzde olmanıza rağmen sorgusuz sualsiz işten atılabilirsiniz!
Gördüğünüz haksızlıklar, yaşadığınız baskılar boyu aşar, tek güvenceniz olan sendikanız şirketle uzlaşamadığı için grev kararı alır. İşçi olmanın bilinci, gücün birliktelikten ve dayanışmadan geldiği inancıyla, kazanılmış haklarınız elinizden alınmasın, haksız yere işten atılmış arkadaşlarınız işlerine dönebilsin diye, sendikanızın aldığı grev kararını uygularsınız. 219 gün boyunca, bütün baskılara, grev kırıcılığına, parasızlığa, toplumun kör, medyanın dilsiz olmasına katlanır, bin bir baskı ve tehditle değiştirilen sendikanızın yeni yönetiminin imzaladığı, içeriğini sizden bile sakladıkları toplu iş sözleşmesinin bağıtlanmasıyla işinize dönersiniz.
Her şey bıraktığınız gibidir, yine aynı hengamenin içine girersiniz, tek bir farkla; artık arkanızda güvenebileceğiniz bir sendikanız yoktur! Siz, bütün olan bitene rağmen severek yaptığınız mesleğinizi yapmaya devam ederken, bir gün mail adresinize “Ofis Meşguliyeti” konulu bir mail düşer. Sonun başlangıcı olduğunu anlarsınız. Çünkü bu şirketi biraz olsun tanıyan birisi, bunun ne anlama geldiğini bilir.
Belirtilen günde, ilgili ofise gidersiniz, size bir metin verip imzalamanızı isterler, sadece iki cümle: “Çalışmalarınızdan verim alınamamakta, hizmetinizden istifade edilememektedir. Konu ile ilgili savunmanızı beş iş günü içinde veriniz.”
Bu kadar. Sizin yıllardır verdiğiniz emek, şirkete kattıklarınız, sicilinizin temiz oluşu vs. önemli değildir. İşten atılacaksınız demektir.
Savunmanızda bu suçlamayı kabul etmediğinizi, hangi konuda verimsiz bulunduğunuzun bildirilmesini istediğinizi yazarsınız. Bu süreçte karşınızda her hangi bir muhatap da bulamazsınız. O şeflik bu müdürlüğe, o başkanlık bu şefliğe gönderir durur ama kimseden bir cevap alamazsınız.
Her gün işe, “acaba bugün mü işten atılacağım?” düşüncesiyle gelirsiniz. O endişelerle gittiğiniz uçuşta sizden güler yüz beklenir. Uçuş emniyeti için bulunduğunuz kabinde, içinizdeki sıkıntı ve aklınızdaki sorularla, kendiniz uçuş emniyeti için tehlikesinizdir.
Günler bu şekilde geçerken, mail kutunuzda ikinci “ofis meşguliyeti” mailini görürsünüz. Başınıza geleceği bilerek gidersiniz. Yine aynı memur, size bu sefer “fesih bildiriminizi” verir ve imzalamanızı ister. Yine aynı iki cümledir: “ Çalışmalarınızdan verim alınamadığından ve hizmetlerinizden istifade edilemediğinden İcra Komitesi kararıyla iş sözleşmeniz feshedilmiştir.”
Beklediğiniz sonuç bu da olsa, elinizde bir kağıt parçasıyla kalakalırsınız. Sudan çıkmış balık gibi hissedersiniz. Yıllardır gece gündüz, yaz kış demeden emek verdiğiniz şirket için değeriniz bir kağıt parçası kadardır. Yine bir muhatap arasanız da yine kapı duvardır.
O pırıl pırıl taşıdığınız üniformanızı bir bavula tıkarak teslim eder ve mesleğinize veda edersiniz.
Şimdi “dışarıdaki” hayata ayak uydurma zamanıdır… Bir yandan da, bu yaşadıklarınız yaşatanların yanına kalmasın, kalan arkasdaşlarım bu haksızlıkları yaşamasın diye başınıza gelenleri herkese duyurmak ister, oturur bu satırları yazarsınız.