29 Haziran 2016 Çarşamba

Vaktiyle Afrika'da



Vaktiyle Afrika'da bir yamyam kabilesinin törensel bir ağacı varmış. Yaşlılar, bu ağaca tırmanabildikleri sürece, kabilenin en değerli kişileri büyük saygı görürlermiş. Ama ağaca artık tırma-namayacak duruma gelince, herkes toplanıp bir şölen düzenler, ihtiyarı bir güzel pişirip yerlermiş. Sevdikleri tarafından bir şölende yenilmek düşüncesi bana ayrıca hoş geliyor. Bu yamyamlık olayı Hıristiyanlıkta da var. "Eucharistie" töreninde, Hazreti İsâ simgesel olarak yenilir. Papazın sunduğu ekmekle şarap, İsa'nın etini ve kanını temsil eder. İsâ, kendisine inananlara, "yiyin, için; işte etim, işte kanım" der. Eskimoların, ihtiyarları buzlar arasında ölüme terketmeleri ya da eskiden Japonların yaşlı annelerini karlı bir ormanda bırakmaları da fena değildir.

Uzun yaşamanın bir felâketi sevdiklerinizin ölümünü gör-mekse, bir başka felâketi de yalnızlıktır. İhtiyarlar aranmaz. Yaşıtlarınız sağlık durumlarından ötürü size gelemezler. Siz de ikide birde onlara gidemezsiniz. Gençlerin ve orta yaşlıların ise, işigücü vardır. Kimseyi aramaya pek vakit bulamazlar.

Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence.

Vazgeçmekten vazgeçiyor.

Mezarım bu kabristanda olsun, yok şu kabristanda olsun diyenlere şaşarım. Mermerden mezar taşları yaptırıp sevdiklerinin kabrini ziyaret edenlere de. O mezardaki kemik parçalarının sevdikleri insanla ne gibi bir ilişkisi olabileceğini bir türlü anlayamadım.

Mezarları ziyaret edenler, şurada ya da burada gömülmek istiyorum diyenler, ruhun ölümsüzlüğüne inananlardır herhalde. Ölümsüz ruhlarının mezardan çıkıp, şu ya da bu kabristandan manzaranın güzelliğini seyredebileceğini sanıyorlar. Ne mutlu onlara!

Başka ülkelerde, isteyene dinsel cenaze, isteyene sivil cenaze yapılır, ama bizde dinsel tören olmadan toprağa verilmenin yolu yok. Ancak aslanım Aziz Nesin başarabildi bunu. Mina Urgan.

ÇÖP KAMYONU TEORİSİ

Kadın taksiye binmiş ve hava alanına gitmek istediğini söylemişti Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola önlerine çıktı Şoförü çarpmamak için sert şekilde frene bastı Taksi kaydı, ama diğer arabaya çarpmaktan kıl payı farkla kurtuldu Siyah arabanın sürücüsü camdan başını çıkarıp bağırmaya ve küfretmeye başladı Taksi şoförü ise gayet sakin ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı Kadın bütün bu olanları şokunu yaşarken taksi şoförünün tavrına daha da şaşırmıştı Sordu Neden böyle davrandınız Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastanelik edecekti Taksi şoförü gülümsemeye devam ederek Çöp Kamyonu Kanunu dedi Kadın Çöp Kamyonu Kanunu diye sordu anlamamıştı Şoför açıkladı Pek çok insan çöp kamyonu gibidir Her tarafta içleri çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlığı öfkeyi ve hayal kırıklığını biriktiriyorlar Ancak doldukça çöpleri bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar Bu bazen ben bazen de siz olabilirsiniz Kişisel almayın Sadece gülümseyin onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın Başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla size iyi davranan insanları sevin iyi davranmayanlar için iyi temennilerde bulunun.

500 kişi bir seminerdeydi.

500 kişi bir seminerdeydi. Birden konuşmacı durdu ve bir grup çalışması yapmaya karar verdi. Herkese bir balon vererek başladı. Herkes gazlı kalemle balonuna adını yazmalıydı. Sonra bütün balonlar toplandı ve bir odaya kapatıldı. Katılımcılar odaya alındı ve 5 dakika içinde üzerine isimlerini yazdıkları balonu bulmaları söylendi. Herkes deli gibi kendi adını aramaya başladı, insanlar çarpıştılar, bir birlerini ittirdiler, tamamen bir kaos ortamı oluştu. 5 dakikanın sonunda kimse kendi balonunu bulamamıştı. Konuşmacı bu sefer herkesin bir balon almasını ve üzerinde adı yazan kişiye o balonu vermesini söyledi. Bir kaç dakika içinde herkes kendi balonuna kavuşmuştu. Konuşmacı dedi ki: "Yaşamımızda bunu görüyoruz. Herkes deli gibi mutluluğu arıyor ve nerede olduğunu bilmiyor. Bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğunda gizlidir. Onlara mutluluk verin; sizinki size gelir. Ve insanların yaşam amacı da budur...mutluluğun peşinden gitmek."

Baba, işten yorgun argın eve geç gelmişti.

Baba, işten yorgun argın eve geç gelmişti.. Çocuk: Baba, bir şey sorabilir miyim? Baba: Evet.. Çocuk: Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun? Baba: Bu senin işin değil.. Çocuk: Babacığım lütfen, bilmek istiyorum.. Baba: İlle de bilmek istiyorsan 20 milyon.. Çocuk: Peki bana 10 milyon borç verir misin? Baba: Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat.. Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı. Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"... Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı... Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diye sordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi... "Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi... Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler babacığım"... Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı. Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun? Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı ama yeterince yoktu" dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı; "İşte 20 milyon...''Senin bir saatini alabilir miyim? Yarın 1 saat erken gelebilir misin? Seninle akşam yemeğini beraber yemek istiyorum.'' dedi... Bazı şeyler çok değerlidir...

Temel vatikanda gezerken upuzun bir kuyruk görür

Temel vatikanda gezerken upuzun bir kuyruk görür. -"Nedir bu kuyruk..?" diye sorduğunda; Kuyruğun diğer ucunun kiliseye uzandığını ve vatikan kilisesi tarafından cennetin parça parça satıldığını,1000 dolar verenin de cennetten bir parça satın alabildiğini öğrenir. Kuyruğu takip edip kiliseye ulaşır, kapıdaki görevlilere -"ben cehennemi satın almak istiyorum.." der. -"Olmaz burada cehennem satışımız yok, cennetten bir parça almak istiyorsan da sıraya gir.." derler. Temel cehennemi almakta kararlıdır ve ısrarını da sürdürür. Kapıda Temeli ikna edemeyen görevliler, içeride Papa'ya durumu anlatırlar. Papa gülerek; -"Gidin sorun bakalım cehennemin tümüne ne kadar veriyormuş bu akılsız adam.." der. Kapıya inip Temele sorarlar; -"10.000 dolar veririm.." demiş. Papa Temeli içeri çağırtır, hazırlattığı evrağı da Temele imzalatıp 10.000 dolarını da aldıktan sonra arkasından gülerek uğurlarlar. Dışarı çıkan Temel, kapıda günlerdir cennetten bir parça satın almak için bekleyen binlerce kişiye elindeki belgeyi gösterip; -"Eyyyy uşaklar; cehennemin tümünü ben satın aldım, artık cennet için uğraşmanıza gerek kalmadı, dağılabilirsin....." der ve herkes dağılır... Cennet satışları sıfırlayan Papa ve ekibi 10.000 dolara sattığı cehennemi Temelden geri alabilmek için hala pazarlık etmekte, son durum..; Temel 10 milyon dolarda ısrarcı !

MUAYENE Yaşlı bir doktor

MUAYENE Yaşlı bir doktor,emekliliği nedeni ile yerine gelen genç doktor ile hastalarını tanıştırmak üzere evden eve dolaşmaya başlamış. İlk girdikleri evde bir kadın: “Mide ağrısı çekiyorum” demiş. Eski doktor da; “Biraz fazla meyve yiyorsunuz 0ndan olabilir…” demiş.Dışarı çıktıkları zaman yeni doktor; “Abi” demiş. “Kadını muayene bile etmeden nasıl böyle bir neticeye vardın?” demiş. Yaşlı doktor anlatmış: ”Oğlum, numaralı gözlüğümü yere düşürdüm.Eğilip aldığımda bir de baktım ki yatağın altı meyve kabuklarıyla dolu…” İkinci evdeki hastayı genç doktorun muayene etmesine karar vermişler. Bu evdeki kadın: “Çok yorgunum ve stresliyim “ deyince genç doktor: “Belki de dinsel faaliyetlerini sizi çok yoruyor., biraz ara verin.” Demiş. Dışarı çıkmışlar, yaşlı doktor genç doktora; “Doğru söyledin” demiş. “ Bu kadın camiden ve Kuran kursundan dışarı çıkamaz.Ama nasıl anladın?” Genç doktor; “Ben de çaktırmadan yatağın alatına baktım ve orada caminin imamını gördüm….

İşte Dersim gerçeği

Gezilerimde zaman zaman karşıma çıkan bir soru var: "Dersim isynanının arkasındaki gerçek nedir?" Özellikle gençlerden gelen bir soru bu. Gençler, inançlarını savunuyorlar. Bilgileri dışındaki sorularla karşılaştıklarında da, yanıtlarını gazete köşelerinde verilmesini istiyorlar...Hem kendileri, hem de kendileri gibi bilmeyenler öğrensin diye. Doğu ve Güneydoğu'daki başkaldırmalar içinde iki tane iki tanesi önemli: Şeyh Sait ayaklanması ile Dersim ayaklanması. Şey Sait ayaklanmasının arkasında İngiltere vardı. İngiltere'nin amacı, bu ayaklanma sayesinde, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye'ye kabul ettirmekti. Kuzey Irak petrollerini kendi denetimi altına almaktı. "Din elden gidiyor" görünümü altındaki ayaklanma bastırıldı. Ama İngiliz emperyalizmi de amacına ulaşmış oldu. Gerek Moskova, gerekse Türkiye komünistleri, Şeyh Sait ayaklanmasına ( 1925 ) destek vermediler. Komintern ( Komünist Enternasyonal ) belgelerinde; bu tutumun nedenleri şöyle açıklanıyor: "Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye'nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal'e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir." Dersim, bugünkü Tunceli'nin eski adı. Ve Dersim tarihi, ayaklanmalarla dolu. Padişahlara karşı ayaklanmışlar. Meşrutiyette ayaklanmışlar. Jön Türk hareketinde ayaklanmışlar. Sonuncu olarak da cumhuriyet yönetimine karşı ayaklanmışlar. Kimler bunlar? Osmanlının bile Tımar sistemine dahil edemediği şeyhler, ağalar, aşiret resileri... Yani yargı da kendileri olan, vergiyi de kendileri toplayan gençleri askere yollamayıp kendi muhafızları yapan, haydut çeteleri oluşturan feodal güçler.. Derebeyleri. Niçin ayaklanıyorlar? Bu geri düzen değiştirilmek istendiği için. Komintern belgelerinde ( 1937 ), son Dersim ayaklanmasına neden olan ortam şöyle anlatılıyor: "Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır... Dersim, Türkiye'nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyleki başka bir vilyetten hiçbir tüccar, Dersim'de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim'de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır." Ve ekleniyor: "İsyanın arefesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur." Son Dersim ayaklanmasının çok kanlı bir biçimde bastırıldığı doğrudur. Hareketi yöneten komutanın, bu nedenle görevden alındığı da bilinmektedir. Ama Dersim ayaklanması nedeni ile Atatürk'ü ve Kemalizmi suçlamaya çalışanların öncelikle şu soruyu yanıtlamaları gerekir: "Suçlamalar doğru ise Tunceli - yani Dersim - niçin yıllar boyu Atatürk'ün partisine oy vermiştir? Türkiye'de Kemalist partiye - ya da başka bir partiye - verilen oyların yüzde 70'leri aştığı başka bir il var mıdır?" İşte Dersim gerçeği!.. Gerisi "laf-ı güzal." Ahmet Taner Kışlalı

Toplantıya gideceğim

“Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü var mı diye aranmaya başladı. - Üstü kalsın kardeşim” dedim. Döndü bana doğru: - Vaktin var mı ağabey ?” dedi. - Evet” dedim (tek ayağım hala dışarıda) Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi.

Bana 25 krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş. - Birader” dedim,”9.75 değil,10.50 yazsa ister miydin 50 kuruş benden?” - “Ne alacağım ağabey 50 kuruşu!” - Peki, niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim.” Döndü bana, attı kolunu arkaya: - “Vaktin var mı ağabey?” - “Var.” - Çek kapıyı o zaman.” 5 dakika konuştuk. İngiltere’de Profesöründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dakikada öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler: - “Ağabey biz Keçiören’de 5 kardeşiz.

Babam rençberdi, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık.” “Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize” Durun kalkmayın” derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.” “Aha” dedim, “Bizim meslekten”, seminerci. - “Ne anlatırdı baban ?” - “Hayatta nasıl başarılı olunur ?” ” O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.” - Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı,”Babanızla alay etmeyin.

O, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü.

Yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?” - “Ne bıraktı?” - “Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın.” Falan filan… “Ağabey, aradan 15 yıl geçti…” “Diğer babanın 2 oğlu şu anda cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane.

Ailesi dağıldı.” “Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var. Hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var.” “Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki : - “Asıl mirası bizim baba bırakmış.” “Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.” Çok duygulandım, veda ettim. Tam ineceğim: - “Dur ağabey, asıl bomba şimdi!” - Nedir bomban ?” - Nerede oturuyoruz biliyor musun ? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.” Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

Temel bir gün

Temel bir gün güzel bir hanımla evlenir ve aradan iki ay geçtikten sonra bir gece karısına sorar: -Ula Fadime! Benden önce sevgilun oldu mu? Fadime -'Dinle benum aslan yürekli uşağum; Evinde sicak, iyi yemeğun var midur? Temel -'Evet var' Fadime -Espapların temuz ve utülü mü? Temel: -Evet Fadime: -Evimiz düzgün ve temiz mi? Temel: -Hem de nasul, çoook memnunum da !... Fadime: -Ha peku....yatakta benden memnun musun? Temel: -Hemde çokkk, sen ne deyisun, haçen aklimu başimden alayisun... Fadime: -Öyleyse soyle ha uşağum.. Bütün bunlari" Camide kuran kursunda mı öğrendim sanayisun?''

Bir bilge ile kendisine yirmi yıl talebelik yapan birinin arasında geçen bir konuşmaSI

- Kaç yıldır benim yanımdasın? - Yirmi yıldır efendim.

- Bu zaman süresince benden ne öğrendin?

- Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim.

- Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu yedi gerçek mi öğrendin?

- Evet!

- Söyle bakalım öyleyse, neler öğrendin?

- Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak, bunların hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki, onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.

- Çok güzel, ikincisi ne bakalım?

- Baktım ki, insanların birçoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım.

- Devam et! - İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak birçoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlâkça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.

- Devam et yavrum! - Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum. - Sonra?

- Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa, kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunu bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.

- Doğru!..

- Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helâl haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde, dünya nimetleri insanlara yeter de artar bile.

- Ve yedincisi nedir evlat?

- Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine... Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak iğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu.

- Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu yedi gerçek etrafında toplandığını tesbit ettim.

PSİKOPAT

“Delilikten mustarip değilim. Her anın keyfini çıkarıyorum.” E. Allen Poe. “Deli olmanın delinin kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği zevkleri var.”

John Dryden.

“Tam anlamıyla deli olduğum söylenemez. Aralarda tamamen hatta öncesinden de normal oluyorum.”

Vincent Van Gogh.

Herkeste bir parça delilik var. EFLATUN. Toplum içinde yaşadığımıza göre her türlü insanla olmamız gayet doğal. Toplumda akıllısı efendisi, zekisi, çılgını, delisi psikopatı olabiliyor. Doğada nasıl aslanlar, kaplanlar, yılanlar, akrepler vs. toplum içinde de aynı özelliği taşıyan insanlar bulunuyor. Akrep gibisin kardeşim, aslan gibi, yılan gibi, tilki gibi ne zaman ne yapacağı belli olmuyor.

Denizdeki balıklar balinalar kılıç balıkları, kendi içinde ayrı bir dünya gibi ama oradaki kanunlar belli. Büyük balık küçük balığı yutar. Bir de devletleri göz önüne aldığımızda sanki büyük baş ne düşünüyorsa öbür başlarda onu düşünüyor. Amerika güçlü ülke. Kendi egemenliğini kuruyor. Rusya öyle. Çin öyle. Japonya da ekonomik yönde kendi dümenini çevirmeye çalışıyor. İnsan ilişkilerini göz önüne aldığımızda da toplum içinde bir düzen bir şekilde kuruluyor. Devlet düzeni, toplumun örf adetleri, sokak kültürü, mafya başı, eroin, esrar, uyuşturucu dünyası bir şekilde girdiğiniz toplulukta rollerini alıyor. Psikopatlar da toplum içinde yaşıyor. Ama yönünü pusulasını kaybetmiş, derbederler. Bir deli bir kuyuya taş atar. Kırk akıllı çıkaramaz derler. Maalesef öyle atmosferler de bulunuyorlar ki, hareketler yapıyorlar ki ne diyeceğini şaşırırsın. Kurtuluş harbinde Çanakkale’de insanlarımız canını siper etmesiydi Türkiye Cumhuriyeti kurulur muydu? Kalkınma hamlesi başlatıp bir çok devrimlerle yeni bir kimlik kazandı. Kazanımlarımız sayesinde toplum refah toplumuna doğru hareket etti. İnsanlarımız “Bir Türk Dünyaya bedeldir” diyerek kendilerini feda ettiler. Cumhuriyetten sonraki nesilde anneye babaya bakalım diyerek Almanyalara gurbetlere giderek çalıştı. Birçok ihtilallerden sonra özellikle 1980’ler de bütün değerler alt üst oldu. Bu senelerden sonraki nesillerde anneler babalar varını yoğunu harcayarak onlara iyi bir gelecek hazırlamaya çalıştılar. Bir çektik o çekmesin dendi.

Zahmetsiz hiçbir şey güzel değildir. Toplumda neredeyse %10 engelli insanlarımız var. Kan uyuşmazlığı, akraba evlilikleri yeteri kadar beslenememek, ilerlemiş yaşta doğurulan çocuklar vs. Bir anlamda bunlar önleme bilir mi? toplumun kültür seviyesi, toplumsal kaynaşma insanların birbirleriyle diyalogları bilgilendirme belirli oranda özürlülüğün oranını azaltabilir. Yine de belirli miktarda oluşan oluşur. Down sendromu gibi. Zaten bir anlamda devlet desteğiyle ailelerin dışına çıkan, devletten yardım bekleyen vatandaşa ,devlet gerekli kolaylığı sağlıyor. Peki sabahtan beri anlatmak istediğin ne dersen; işte anlatıyorum. Psikopatı anlatmak istiyorum. Devletin ve ailelerin çözümleyemediği sorun, psikopatı biz mi yaratıyoruz? Aileler mi? çevre mi? şartlar mı? etrafımızda psikolojisi bozuk pek çok insan var. Belki aile çevre atmosfer, yönlendirme ve tedaviyle belli oranda çare olabilir mi? Peki devletin ve toplumun çözümleyemeyeceği durumlar olamaz mı? Senaryomuzu geliştireceğim. Çocuk ailede, okulda, yaşamında başarılı ,bir sürü sorunlardan sonra , bazı rahatsızlıklar çıkabilir. Son zamanlar da baktığımızda sanki toplumsal olayların kaynama noktası arttı tansiyon yükseldi gezi olayları vs. örnek gösterebiliriz. Cumartesi annelerinin tepkisi maden ocaklarında ki kazalar ve kontrolsüz inşaatlar, yaşam koşullarını devam ettirmek isteyen , çöp toplayıcılarının haline bakıp ta üzülmemek elde değil. Kalbimin göğüs kafesimin içinde gümbür gümbür attığını duyuyorum. O kadar hızlıydı ki, başka bir şey duymuyordum. Psikopati eskiden her türlü akıl hastalığını kapsayan bir terim olarak kullanılırdı. Bugün ise psikopati, psikiyatride empati ve vicdan eksikliği ile karekterize aynı zamanda sosyopati ve anti-sosyal kişilik bozukluğu olarak bilinir. Psikopati yalan söyleme başkalarını sömürme başı bozukluk sorumsuzluk kibir deli dolu olan ve dengesiz haraketleriyle uzak durulan ,kimi zaman hayran olunan insan davranışıdır. ABD Houston polis departmanı 12 madde ile özetlemiş;

1- Bebeklikten çocuğunuzun her istediğini vermeye başlayın. Böylece çocuğunuz büyüdüğü zaman dünyanın ona geçim ve yaşam borcu olacağını düşünecektir.

2- Kötü sözler kullanamaya başladığı zaman ona gülün. Böylece kendisinin şirin olduğunu düşünecektir.

3- Ona kendini geliştirmek için hiçbir bilgi sunmayın. Ondan sonra 21 yaşına gelince hadi kendi kararını kendin ver deyin.

4- Sakın hatalı kelimesini kullanmayın. Ama sonra ileride suçluluk duygusu falan gelişecektir. Böylece çocuğunuzun ilerideki hayatında tutuklandığı zaman toplumun hepsine karşı olduğu ve haksız yere yargılandığını düşünecektir.

5- Yere attığı her şeyi arkasından siz toplayın. Onun için herşeyi siz yapın ki, suçu başkasına atmak konusunda ustalaşsın.

6- Komşulara öğretmenlere ve polise karşı hep onun tarafını tutun. Unutmayın hepsi çocuğunuza karşı ön yargılı.

7- Çocuğunuzun önünde bol miktarda tartışın. Böylece ailesinin bir gün parçalandığında üzülmez.

8- Çocuğunuza istediği kadar harcaması için para verin. Para kazanmanın ne olduğunu öğrenmesine izin vermeyin.

9- Yiyecek içecek ve konfor konusunda her ihtiyacını karşılayın. Onun her türlü arzusunu tatmin edin. Böylece kendi isteklerine ulaşmak için uğraşması gerektiğini hiç öğrenmesin.

10- Eline geçireceği tüm basılı kaynak ve müziği dinlemesine izin verin. Bir taraftan zihni çöp ile beslenirken bir taraftan siz çatal bıçakların ve kullandığı bardağın temiz olmasına dikkat edin.

11- Başı gerçek bir belaya girdiği zaman kendinizden şunu söyleyerek özür dilemeyi unutmayın. Onlar zaten hiçbir zaman ne yaptıklarını bilmezler.

12- Kendinizi üzüntü dolu hayata hazırlayın. Evlat mı yetiştiriyoruz,yoksa psikopat mı? Alim bey yıllarca devlete, hizmet etti. Ama nasılsa kendine uygun bir eş bulamamıştı. Nasılda sevgi dolu bir insandı. Aldığı eşini dört dörtlük mutlu edecek bir yapıdaydı. Şiire düşkündü. Ne de güzel şiirler yazıyordu. Besteleri de vardı. Sesi de güzeldi hani. Dedik ya kısmet. Ama en sonunda her eve lazım diye döne dolaşa daha önce içi ısınamadığı komşu kızı Mukaddese karar kıldı. Mukaddeste yüzüne bak dünya güzeli. Ama ayağa kalktığı zaman yüzen tanklara benziyordu. Şimdi bu kiloda ise Allah bilir sonra hangi kiloda olur. Acaba çocuk doğurabilir miydi? Çünkü bedeni buna müsait değildi. Ne de havalıydı. Alim bey’de hep yükseklerde uçuyordu. Ama en sonunda Mukaddes kısmeti oldu. Onun için büyük lokma ye büyük konuşma derler. Derken derken kısmet ya dünyayı dolaş dur sonra da komşu kızına helal kıl. Aman nasıl kısmet bu diyesi geliyor insanın. Alim bey gibi akıllı efendi yakışıklı film artistlerine taş çıkaracak bir adamdı. - Çok düşündüm ama işte sonunda Mukaddese kaldım. Diyordu. Ama ne eylersin - Mukaddes namuslu yüzü güzel, ama ayağa kalktığı zaman yüzen tanka benzeyen kızı benden başka kim alır? Alim beyin kısmetiymiş. Alim bey Mukaddes olgun yaşlardaydı. Sanki evlenmiş olmak için evlenmişlerdi. Tamamda bu çocukluğumuzda oynadığımız evcilik oyunu değil ki. Ciddi bir şey. Alim bey akşamcıydı zaten. İçtiği zaman bütün kadınları dünya güzeli görüyordu. Onun içinde Mukaddesi böyle bir zamanda görüp beğenmişti. - Ah Mukaddea ah , içini çekip duruyordu. İnsanlar evlenirken özellikle kör gözlü olurmuş. Zaten dünyası kararmış. En güzel avları sisli puslu havada yakalarmış. Derken derken dünya güzeli mukaddesten alim beyin bir oğlu oldu. Bu yaşta oğlan çocuğu olmak ne demek. Dünyalar Alim beyin Mukaddesin olmuştu. Çocuk doğduğu zaman sadrazamın sol belinden doğmuş gibi değer görüyordu. - Kak dedi kuk dedi. Bir dediği iki edilmiyordu. Bu kadar nazla cazla büyüyen ne olabilir ki? Fakirlik görmememiş bir dediği iki olmamıştı Gürbüz' ün. Gürbüz , bir çocuk olarak zaten dünyaya geldi.-Gürbüz delikanlı. Derdi Alim bey oğluna Gürbüz ,5-6 yaşına gelince Alim bey ve Mukaddes hanım çalıştığı için kreşe verdiler. Özel ilgide görüyordu. Daha ne istesin. Okula başladığı zamanda Alim bey ve Mukaddes hanım çocuğun başında neredeyse okula yeni başlamışlar gibi öğretmenin verdiği ödevi beraber yapıyorlardı. Ödevi yapan Alim bey ve Mukaddes hanım pekiyi alan Gürbüzdü.

- Bu nasıl oluyor? - Maksat çocukları başarılı olsun diye,

- Gayrette gayret.

- Bunun sonu nereye varacak? Yeni eğitim sistemi uygulanıyor. Alim bey ve Mukaddes hanım dört işlem zihniyeti ve eğitim öğretimine göre yetişmişlerdi. Milli eğitim devamlı sistem değiştiriyor.

- Ona güç yeter mi? Alim ve Mukaddes hanıma sorsan iki kere iki kaç eder desen beş altı eder der. Sınıf arttıkça eğitim yükseldikçe kültürümüz yetmiyor diye özel öğretmenler tuttular. Masraf masraf. Alim bey akşamcı ama bu seferde rakıya para yetmiyor. Bu yaştan sonra olan Gürbüzden de fazla bir şey bekleyemezsin. Alim bey mukaddes hanım bu kadar olgun olmalarına rağmen her akşam kavga etmeye başladılar. Huzursuzluk artmaya başladı. Kendini bir nimet sayan Gürbüz'ün dengesi bozuldu. İyi kötü okula devam ediyordu. Zar zorda olsa liseyi bitirdi. Üniversite sınavına kaç sene girdiyse de puan tutturamadı. En sonunda paralı üniversitenin kadrosunun yedeğinin yedeğinden girdi. Gitti geldi okul uzadıkça uzadı. Alim bey mukaddes hanım çok üzülüyordu.

- Alim bey ,

- Gücüm kalmadı Mukaddes hanım , bu çouğu bu hale sen getirdin

- Esas sorumlusu sensin diye haykırıyordu Mukaddes hanım evin huzuru kalmamıştı. Hakaretler birbirlerini suçlamalar devam ediyor , Gürbüzde hiç bir tepki vermeden isyankar tavırlarla anne ve babasına bakıyordu. Her akşam oğlunu teyzesi yaşında bir bayan arıyordu telefonda. Alim bey - Gel teyzen arıyor diyordu. - Bu da hayat mı Allah aşkına? Tabi Gürbüzün sevgilisi Sevgi hanım’ ın başından birkaç evlilik geçmiş bir bayandı. Gürbüz gibi yakışıklı varlıklı bir aileyi buluna nasıl olsa bunlarda mal mülk çok diye neredeyse gürbüze dükkanın bütün mallarını sundu. Gürbüzde hayatından memnundu. Babasının imkanlarını sonuna kadar kullanıyordu. Yaz tatilllerinde sevgilisiyle en güzel tatili geçiriyordu. Alim bey bir gün alkolü fazla kaçırınca kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırdılar. bu kadar arbedeye, hale dayanamadı öldü. Alim bey öldükten sonra Mukaddes hanım maaşını almaya hak kazanmıştı. Gürbüz babası hayattayken en ufak bir maddi sorunu yoktu. Alim bey öldükten sonra Mukaddes hanım hayatta ne olur ne olmaz diye yaşantısına yön vermek istedi. Gürbüzün imkanları kısıtlandı. Annesiyle sık sık tartışıp kavga etmeye başladı. Sonra da annesini kolunu elini kıvırıp maaş kartına el koydu.

- Sen yaşlısın ne yapacağını bilmiyorsun dedi. Aklınca evi geçindirmeye yeltenmişti. Anneside oğlunun evin erkeği sayılır deyip güven duymaya başlamıştı.

- Gürbüzde en uygun bu diyordu. Sonrada Gürbüz , hostes Serap’a aşık oldu. Gecesi gündüzü böyle geçiyordu. Annesiyle de tanıştırdı. Serap havalı kızdı. Mukaddesi gördükten sonra saygı ve sevgisinde kusur etmedi. Serap bir gün Mukaddes hanıma; - Gürbüz ile evleneceğim, ama ev almamız lazım. Bunun için de bankadan kredi çekmemiz lazım, ama güvenceye gerek olduğunu söyledi.

- Mukaddes hanımdan kefil olmasını istedi. - Mukaddes hanımda oğlum ve gelinim için seve seve kabul ederim dedi. Evi ipoteklendi. Gel zaman git zaman her şey güllük gülistanlık iken her şey tersine döndü. Mukaddes hanım bir dümen olduğunu anladı. Serap’ın bir üç kağıtçı dolandırıcı olduğu öğrendi. Ama iş işten geçmişti. Epey direnmelerine rağmen babadan kalan evi satıp borçlardan kurtulmaya çalıştılar. Başka bir eve kiraya çıktılar. Şeker hastası olan Mukaddes hanım neye uğradığını şaşırdı. Gürbüz de bu kadar aldatılacağını tahmin etmemişti. O da bunalıma girdi. Her gece barlara gidip kafa dağıtmaya çalışıyordu. İçkiyi fazla kaçırına mikrofonu alıp şarkı söylemeye kalkınca da bar boşalıyordu. Müzisyen grup okuldan arkadaşları idi. Gürbüzün durumuna çok üzülmüşlerdi. Bar sahibi ile konuşup içinde bulunduğu durumu anlattılar iyi bir batarist olduğunu söylediler . İşe alınması için ön ayak oldular. Bar sahibi anlayışlı bir adamdı. Gençlerin bu duyarlılığına kayıtsız kaşmadı ve Gürbüzü işe aldı. Gürbüz artık, barlarda bateri çalarak hayatını kazanmaya başlamıştı.bir gün arkadaşlarına bir alıntı şiir getirdi. - Bunu besteyebilirmiyiz dedi. Şiir BİR BABA GİTTİĞİNDE Baba bir masal anlat bana içinde deniz ve balıklar yağmur ve kar olsun. Güneş ve Ay. Bir baba gittiğinde; Arkana yaslandığın duvar Sabahları sıcak ekmek Okul harçlığı otobüs bileti Ciğerlerinde bir parça gider Gider de gider En sinirli anında bile Dudağın kenarında bir gülümseme Bayramda öpülecek el Çocuklarımızı sırtında taşıyan O sevimli dede gider Gider de gider Bir içten oğlum kızım sözünün sahibi İnatçı bir siyasetçi Koca bir beden Çocuk bir yürek Anne ile yapılan lüzumsuz tartışmalar Heyecanlı bir taraftar Çalışkan bir adam gider Gider de gider Bir sarılmayı bir çift söz bile Fırsat vermez Azraile Vakit geldiği zaman Sadece baban değil Atan gider Canın gider kanın gider Gider de gider Dolmaz boşluğu kısa zamanda Hep bir nefes arasın, bir nefes Bir anahtar tıkırtısı Yanlış bir iş yapınca Gözünün içine bakılmasını Ama sadece beklersin Çünkü Bir baba gittiğinde Sadece baban değil Bir dost Bir arkadaş Bir sırdaşın Bir öğretmenin Bir ustan Bir yanın gider Gider de gider Arkadaşları çok etkilenmişlerdi. Deneyelim belki birşeyler yaparız dediler. Gürbüz baba yokluğunu en acı şekilde yaşıyordu.

- O koca ihtiyar , benim herşeyimmiş diyor . Yalnız kaldığı zamanlar sahilde yürüyor ve hep bu şiirdeki mısraları tekrarlıyarak ağlıyordu. Ama ne baterisi ne de babadan kalan maaş yeterli olmadı. Neydi o eski günler. Balayı sona ermişti. Dayılarla amcalarla teyzelerle birbirlerine düşmüşlerdi. Hepsi Gürbüzün bir psikopat olduğunu bu kadar insanı sıkıntıya soktuğunu söyledi. Annesi Mukaddes hanım daha fazla dayanamadı. Şeker komasından çıkamadı. Annesinin vefatından sonra da Gürbüzü bir daha gören olmadı. Kimileri şehir değiştirdi dedi, kimileri aklını oynattı tımarhanede dedi. Kimbilir. peki şimdi suçlu kim?

CEMAL BORANDAG

Atatürk Hakkında İngiltere Büyükelçisi'nin Gizli Mektubu

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine'in Londra'ya özel Bir kuryeyle gönderdiği ve üzerine "40 Yıl Boyunca Açıklanmayacak" damgası vurulan mektubun tam metnidir. G İ Z L İ Telgraf No: 608 İngiltere Büyükelçiliği Ankara, 25 Kasım 1938 Aziz Lordum,

1. Size Mösyö Kemal Atatürk'ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.

2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşar tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk'ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk'ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk'ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.

3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır. Galiba onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konuyla ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.

4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine ‘deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.

5. Atatürk'ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu Söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım.

6. Sanırım bunu temelde "çift karakterlik" olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong 'un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip ancak insafsız,itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır. Bu tesbiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip -bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan bir çok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.

7. Atatürk'ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk'ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.

8. Atatürk'ün bütün kişiliğinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemiyle bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) Özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır. Sadece birkaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.

9. Atatürk, Batı'da "yes-men" ve uzun süredir Türkiye'de "evet efendimci" olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu.

10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolini'nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu. Olayların gidişi, Atatürk'ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse evet başarılı olmuştur.

11. Atatürk'ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdik liginin bir başka parçasıydı.

12. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye'nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet'in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.

13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti'ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır. Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkarınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım. Percy Lorainea

22 Haziran 2016 Çarşamba

ALTIN KURALLAR - MUTLAKA OKUYUN..

1-Ucuz araba kullan ama, alabileceğin en güzel evi al.

2-Her zaman ve her ortamda anlatabileceğin üç fıkra öğren.

3-Sevinçlerini sakın erteleme.

4-Eşini çok iyi seç. Çünkü bu seçim mutluluğunun veya bedbahtlığını %90’ ını oluşturur.

5-Her gün 30 dakika yürüyüş yap.

6-Her yemekten sonra şükret.

7-Bir arkadaşına sırrını açıklamadan önce iki kere düşün.

8-Maaş çekini imzalayan kişileri asla eleştirme. 9-Kaybedecek şeyi olmayan insanlardan kork.

10-Gözünün önünde hep güzel şeyler bulundur.

11-Çocukların, gelenek sözcüğünü duyduklarında seni hatırlayacak şekilde yaşa. 12-Dinine ait kitabı tam anlamıyla okumak için kendine bir yıl süre tanı.

13-Biri seni kucakladığında ilk bırakan sen olma.

14-Her gün 6 bardak su içmeyi unutma..

15-seni seven insanları koru..

16-Zor da olsa ailenle tatil yapmak için her şeyi dene. Bu tatildeki anılar, hayatındaki en değerli anılardan biri olacak.

17-Kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şeyi başkalarına yapma.

18-Başarıya, iç huzura kavuştuğun, sağlıklı olduğun ve sevildiğin zamanı değerlendir.

19-İyi ve başarılı bir evliliğin iki şeye bağlı olduğunu unutma: a) Doğru insanı bulmak b) Doğru insan olmak.

20-Ebeveynlerini, eşini ve çocuklarını eleştirmek istediğin zaman dilini ısır. 21-Evliliğini güzelleştirmek için her gün bir şeyler yap.

22-iyilik dolu bir sözü ve iyiliğin etkisini asla küçümseme.

SON SÖZ.. Hayatınızdaki kötü olayları düşünerek vakit kaybetmeyin; Yoksa güzellikleri görmekte gecikebilirsiniz . .

Kahve Tadında Hikayeler | Çay Keyfinde Hikayeler

Yıllar önce bir çiftçi,

Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. Gel gelelim ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, "Burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur." diyorlardı. Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp: "Çiftlik işlerinden anlar mısın?" diye sormadan edemedi çiflik sahibi. "Sayılır." dedi adam, "Fırtına çıktığında uyuyabilirim."

Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boşverip çaresiz adamı işe aldı. Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Taa ki o fırtınaya kadar... Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: "Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım."

Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: "Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim." Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu. Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu. Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı.

Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı: "Fırtına çıktığında uyuyabilirim." Sıkıntılara, zihnen (bilgi, plan), mânen (dua), maddeten (tedbir) hazırsanız; fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz. Hayatınız boyunca... Kızgınlıkla karar almayın, mutluluktan uçtuğunuzda söz vermeyin. İkisi de sarhoşluk ânıdır; akıl başta değildir.

Adamın birisinin

Adamın birisinin, arabasının lastiği tam tımarhanenin önünde patlar. Adam arabayı kenara zor yanaştırır. Sonraki işlem malum...

Kriko, stepne, bijon anahtarı ve tekeri söker.

Ama söktüğü 4 adet bijon, yuvarlanıp yağmur mazgalına düşer. Mazgal açılır gibi değil, bijonlar görünmüyor bile. Adam bir sağına bakar, bir soluna bakar, çaresiz kaldırıma çöker. Olayı en başından beri tımarhanenin demir parmaklıklı penceresinden izleyen bir deli, seslenir;

- Ula salak! Sen ne yapıyorsun orda öyle?

- Sorma birader,lastik patladı ve değiştirirken bijonları mazgala düşürdüm.

- Düşündüğün şeye bak!

Diğer lastiklerden birer tane bijon çıkar. Hepsi 3 bijonlu olsun. Seni, lastikçiye kadar idare eder. Adam hemern denileni yapar. Ve akıl hastanesindeki deliye seslenir:

- Senin ne işin var tımarhanede? Cevap müthiştir....

- Biz burada delilikten yatıyoruz kardeşim, salaklıktan değil ! . .

Bir Çocuğu Geleceğin Suçlusu Olarak Yetiştirmenin 8 Basit Kuralı

1. Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla! Ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın...

2. Fena sözler söylediğinde gül! Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın...

3. Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın! Bırak, on sekizine gelince kendisi karar versin...

4. Yerde bıraktığı her şeyi kaldır; kitaplarını, giysilerini, papuçlarını.. Onun için her şeyi sen yap! Ki, sorumlulukları hep başkalarına yüklesin...

5. Onun önünde sık sık kavga et! Ki, bir gün aile parçalanırsa hiç şaşırmasın...

6. Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma! Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin...

7. Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir! Ki, istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın...

8. Komşulara, öğretmenler, polise vs. karşı hep onun tarafında ol!

Ki, hepsine karşı önyargılarla davransın... Evet, evet bütün bunları yap! Ki, günün birinde onun başına bir bela gelirse kendinden özür dile; ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığın için kendine teşekkür etmeyi de ihmal etme sakın!

Üstün Dökmen

ANNE DEMEK NE DEMEKTİR BİLİR MİSİN ? ....

* Yenilen her lokmadan sonra alkış kıyamet koparan,şenlik havasına bürünendir.

* Çıkan her pirinç tanesi diş için tüm hısım akrabaya telefon açandır.

* Tüm hafta hayalini kurduğu pazar kahvaltısına oturup asla yiyemeden kalkandır.

* Sabaha kadar kırk sefer uyanarak,sabah kalkıp zombi gibi işe gitmektir.

* İşten eve geç gelmenin vicdan azabıyla bebeklerinin yanına kıvrılıp saatlerce koklayandır..

* Eskiden hergün uğradığı kuaförünün yolunu unutandır.

* Çaydanlığın kapağı ile pet şişeyi kapatmaya çalışandır.

* Parça pinçik olmuş pazar gazetesini birleştirip okumaya çalışandır.

* Gecenin bir yarısı gözü kapalı süt ısıtıp,gözü kapalı geri dönendir.

* Saatlerce leblebi parmaklı ayakları öpmekten sonsuz keyif alandır.

* Temcid pilavı tadındaki baby tv yi seyretmektir.

* Bebek şef şarkısı söyleyerek,fırsat bu fırsat deyip birşeyler yedirmeye çalışmaktır. * Üzümün çekirdeklerini tek tek çıkarmak,mısırı tanelere ayırmaktır.

* İşten yeni gelmiş ve içeri ilk adımı atmışken,"Anne atttaaaaa" sözleriyle çark edip,en yakın parkın yolunu tutmaktır. * Anne demek bebek havuzunda yüzmektir. * Başka bir anneyi nerede görürse görsün "Seni çok iyi anlıyorum tatlım "bakışı atandır.

* Aşı takvimini ezbere bilendir.

* Kazara kendi için alışverişe gidip nasıl olduysa bebek kıyafeti dolu poşetlerle geri dönendir. * Ne kadar sert olursa olsun hayır demeyi beceremeyendir.

* İşe yetişmek için düğmelerini bahçede ilikleyendir.

* Uyduruk ninni besteleyendir.

* Çantasında sürekli Oyuncak kurbacık,ıslak mendil ve kreker taşıyandır.

* Son teknoloji telefonu denize atıldığında ,diken diken olmuş her bir saçına rağmen,annecim telefonlar yüzemez diyebilendir.

* Anne demek eskisinden bin kat daha güçlü olmak demektir.

* Anne demek hayatının sonuna kadar ve sonunun da ötesinde birileri için endişelenmektir.

* Anne demek iki küçük melekle,gururla,küçük dağları ben yarattım edasında yürüyebilmektir.

* Anne demek yüreyini parçalara bölüp herbir parçayı özenle onlara sunmaktır.

* Anne demek 9 ay karnında taşımak değil,ömrünün sonuna kadar yüreğinde taşımaktır...

ÇAY Sokağı Sakinleri

BİZİM MAHALLE

Doğduğum ve liseyi bitirip Adana’yı terk edene kadar yaşadığım sokağa “mahalle” derdik.. daha doğrusu “bizim mahalle”.. o yıllarda herkesin bir mahallesi vardı ve şüphesiz en iyi mahalle, herkes için kendi mahallesi idi.. bir de, bize paralel olan diğer mahalle vardı.. onun adı da “arka mahalle” idi.. Çocukluğumuz, ergenliğimiz, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımız burada geçti.. bizim için “ilk” olan birçok duyguyu burada yaşadık.. bana bunları yazdıran biraz da bunlardır belki de.. Mahalledeki herkes, köşe başındaki bakkal amcamız olan “Ali Bülbül’den” alışveriş ederdi.. bir de sokaktan geçen seyyar satıcılardan.. o yıllarda, hiç kimse bile bile sağlıksız, bozuk besinleri üretip satmazdı.. kimse kimseye bilerek yalan söyleyip kazık atmazdı..

Mahallelerimizdeki evler, şimdiki isimle, çoğunlukla “gecekondu” tipindeki evlerdi.. birçoğu, sıvasız, toprak damlı, yağmurda damları akan, çoğunda elektrik, hatta şehir suyu bağlantısı olmayan evlerdi.. annelerimiz birbirlerine çoğu zaman, “komşu” diye seslenirlerdi.. komşuluk önemliydi.. toplumsal uzlaşmanın önemli bir kilometre taşı idi komşuluk..

Evlerin içleri, yapıları gereği, dikkatli bakıldığında görülebilirlerdi.. gerçi o zamanlar insanların birbirlerinden saklayacak pek fazla şeyleri de yoktu.. yoksulluk ve yoksunluk insanlar için, adı konmamış en önemli ortak payda ve ait olma duygusu idi.. belki de bu nedenle, o yıllarda, birbirlerine yardım etme ve paylaşma konularında insanlar çok büyük bir özveri duygusuna sahiptiler..

Hiç çekinmeden birbirimizin annesinden yiyecek bir şeyler isteyebilirdik.. hiç kimse bu davranışımız için bize “bu ayıptır” dememişti.. hem zaten, içten yapılan bir davranışa ayıp denemez ki.. Aklıma geliverdi.. o yıllarda “süt kardeşliği” denen bir kavram ve durum vardı toplumumuzda.. birbirine yakın doğum yapmış annelerden, sütü yeterli olmayanın çocuğunu diğer anne emzirirdi.. aynı anneyi emen çocuklar da “süt kardeşi” olurlardı.. o yıllarda anneler, göğüsleri bozulacak, sarkacak diye çocuklarını emzirmemezlik etmezlerdi...

Bir de “mahallenin namusu” kavramı vardı.. şimdilerde bu kavramla da alay ediliyor.. bunu, belli dönemler için, müthiş bir oto-kontrol olarak değerlendirmek mümkün aslında.. neden devam ettiremedik acaba bunları? Geçenlerde kızımla yaptığımız bir sohbette, konu nasılsa açıldığında sormuştum.. “sen ayakkabıya pençe yaptırmak nedir, duydun mu hiç?” demiştim de, “hayır” demişti..

Bizim ayakkabılarımıza, artık tutmayana kadar pençe yapılırdı.. yani altı delindiğinde, ayakkabı tamircileri delik yere yama yapardı ve bu yamaya da “pençe” denirdi.. pençeli ayakkabı ya da yamalı elbise giymek, ayıp değildi ve bu durum bizim zorumuza gitmezdi.. dedim ya, yoksulluk ve yoksunluk kutsal bir ortak payda idi.. söylemek gereksiz.. bizim nesil, bugün biraz da alaycı bir eda ile anılan; “yerli malı kullanma haftaları yapan” nesildi.. belki de bütün bunların doğal sonucu olarak, biz birbirimizi kıskanmazdık..

Okullar yarım gündü.. ama o yarım günde aldığımız eğitim mükemmeldi.. bu eğitimin en önemli, adı konmamış ve görülmeyen yanları, “büyüklere saygı” ve “ülkemizi sevmek” üzerine idi..bu iki kavrama aykırı davrananlar ayıplanırdı.. Aslında “ayıp olan” ve kesinlikle yapmamamız gereken, birçok şey öğretilirdi bize evde ve okulda.. bugün “etik değerler” diye adlandırılan toplumsal kurallar ve ahlak öğretileri hepimizin yaşamında olmazsa olmaz değerlerdi.. bu konuda herkes herkesi uyarmak yetkisine sahipti.. bir de öğretmenlerimizle ilgili konu var.. onlardan hem çekinir ve korkar, hem saygı ve hayranlık duyardık.. bize göre onlar kutsal insanlardı.. bir öğretmenle karşılaşan, konuşan herkes, önünü iliklerdi..

Elbette “Anadolu Liselerine” ya da “Üniversiteye Hazırlama” kursları yoktu o yıllarda.. ama, kolej denen özel okullar vardı.. devlet liselerine ve kolejlere aynı öğretmenler giderdi.. eğitim alanında tam bir eşitlik vardı.. herkes aynı kaliteli eğitimi alırdı.. liseden sonra seçilen üniversite ve meslekler tamamen kişisel yeteneklerle ilgiliydi.. sahi.. o yıllar, rehberlik uzmanları, aile danışmanları ya da çocukların götürüldüğü psikologlar yoktu.. ama sanki toplum daha mı sağlıklıydı, yoksa bize mi öyle geliyordu, bilmiyorum.. Toplumda, olsa olsa bir “Demirgırat” ve “Halkçılar” “Paşacılar” diye ayrım vardı.. hiç kimse bir diğerini, başka partiye oy veriyor diye düşman bellemiyordu.. hele aynı inancı paylaşmıyor diye bir başkasının yaşamına son vermek akıl-mantık dışı gibi görülürdü.. insanlar kendileri ve evrenle barışıktı kısacası.. birileri mi nifak soktu aramıza, yoksa biz mi yatkındık, buna çözemedim ben.. Ne oldu bize böyle?

Yukarıda yazdıklarım bir ütopya değil.. geçiş toplumu insanlarına ait klasik bir duygu olan, “geçmişe olan özlem” hiç değil.. 1940’lı, 1950’li hatta 60’lı yıllarda bu ülkede doğanlar yaşadı tüm bu saydıklarımı.. (Elbette bu cümle ile, o yılların yöneticileri ve bizzat insanlarımız hiç hata yapmadılar demek istemiyorum.. ama hiç bu kadar dibe vurmamıştık..) Mahallemizi elimizden aldılar, çok katlı, her biri köy büyüklüğünde sitelere hapsolduk.. komşusuz kaldık..

Belki yoksulluk ve yoksunluklarımız o yılara göre biraz azaldı ama artık hiçbir şeyimizi paylaşamaz olduk diğer insanlarla.. Çocuklar artık üzerine vita yağı ya da biber salçası sürülmüş ekmekler yemiyorlar.. hamburger daha mı sağlıklı acaba, bilmiyorum.. ama uzmanlar “obezite” ve “sağlıksız beslenme” denen bir şeyden söz ediyorlar sık sık.. Bırakın pençeli ayakkabıyı, herkesin dolabında 10-15 ayakkabısı, 8-10 kotu var.. Eğitim diye çocuklarımız korkunç sıkıntılara sokup her birini arkadaşlarını mutlaka geçmesi gereken yarış atları gibi yetiştiriyoruz.. ve sonra da “bu çocuk hiçbir şeyden zevk almıyor, odasına kapanıp bilgisayarın başından kalkmıyor” diye söylenip psikologlara koşuyoruz.. gerçekte onların mı ihtiyacı var psikologlara yoksa anne-babalarının mı, kestiremiyorum..

Biz güzel insanların, kanaatkar insanların, kıskanmayan insanların, yardımlaşmayı seven insanların, fedakarlık yapan insanların, kin beslemeyen insanların, en önemlisi Anadolu Müslümanlığı denen, hoşgörü ve sevgiye dayalı bir inanç sistemine sahip insanların meydana getirdiği bir toplumduk.. ne oldu bize böyle? İçimizdeki bu öfke, bu nefret, bu sevgisizlik, bu hoşgörüsüzlük, bu inanılmaz bencillik ne zaman musallat oldu bize? Nerede hata yaptık? Biz mi bozulduk, birileri mi bizi bozdu? Gerçekten bize ne oldu böyle? Bilen varsa anlatsın bana lütfen! ********************************************************************** Adana'ya her gidişimde, fırsat buldukça, mahalle arkadaşlarımla ayrı, lise arkadaşlarımla ayrı, bir Adana akşamında buluşup eski günleri yad ediyoruz.. yıllardır bu alışkanlık haline gelmişti.. altı ay kadar önce gittiğimde, "yaaa, bu sefer kızları da arayalım, isteyen, zamanı olan gelsin" diye bir fikir ileri sürmüştüm.. (kızlar bizim mahallenin 50'lik, 60'lık kızları elbette ki!!)

Ulaşabildiklerimize haber verdik, bir lokantada 20 kişilik yer ayırttık.. 20 kişi diye tahmin ettiğimiz grup tam 51 kişi oldu.. olayı duyan herkes gelmişti.. inanılmaz bir buluşma oldu.. aramızdan ayrılanlar olmuş elbette.. hem de hayli fazla insan vefat etmiş.. yıllardır görüşmeyen insanlar, lokantadaki insanların şaşkın bakışları altında, birbirlerine sarılarak çocuklar gibi ağladılar..

Geçen hafta buluşmayı tekrarladık.. kardeşim Nahit, sahibi arkadaşı olan, bir otelin salonunu ayarladı.. tam 74 kişi bir araya geldik.. gelemeyen sadece birkaç kişi kaldı.. onlar da mayıs toplantısına mutlaka gelecekler..eğlence gecesi şekline dönüştü buluşmamız..gecenin en çok kullanılan iki cümlesi;

- Beni tanıdın mı? ve - Aman Tanrım, yoksa sen .......... misin? cümleleri idi.. inanın, yaşananlar kelimelerle anlatılamaz.. 40 yıldır birbirlerini ilk kez gören insanlar vardı.. İmkanınız varsa bu tür buluşmalar, aile yemekleri, pazar kahvaltıları vb toplantılar düzenlemenizi, bu tür birlikteliklere önayak olmanızı öneririm.. Bireyselleşelim derken bencilleştiğimiz dünyada buna öylesine ihtiyaç var ki!! Hele de son 12 yıldır bizi birbirine düşman etmek isteyen insanların iktidar olduğu bu güzel ülkemde, onların tüm çabalarına rağmen birbirimize sıkı sıkı sarılmak, son derece önemli hale geldi..

BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM

Bu solculardan nefret ediyorum ya, bunlar nasıl insanlar bilmem ki eşitlik diyorlar adalet diyorlar özgürlük diyorlar herkese güvenceli iş herkese güvenceli gelecek herkese aş diyorlar zengin yoksul olmasın toplum sınıfsız kış günü herkesin evi barkı olsun diyorlar BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM çocuk işçiler çocuk gelinler olmasın diyorlar insanlar sömürülmesin emeklerinin karşılığını alsın diyorlar hastane kapılarından okul kapılarından döndürülmesin diyorlar herkes için parasız sağlık parasız eğitim diyorlar BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM insan ayrımı yapmıyorlar sen Türksün sen Kürtsün sen alevisin sen sünnisin demiyorlar sen başı açıksın sen başı kapalısın demiyorlar sen siyahsın sen beyazsın demiyorlar sen Diyarbakırlısın,sen teröristsin sen Yozgatlısın,sen faşistsin demiyorlar insana insan oldukları için değer veriyorlar BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM doğayı seviyorlar temiz bir doğa sağlıklı bir çevre diyorlar doğayı talan eden HES'lere rant için yapılan köprülere hayır diyorlar ODTÜ'de ağaç kıyımına hayır diyorlar Ankara nefes alsın dünya nefes alsın çocuklarımız nefes alsın diyorlar BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM hırsızlığa vurguna soyguna yolsuzluğa rüşvete talana cephe alıyorlar halkın vergilerini halka hizmet olarak döndürmeyip cebe indirenlere lanet okuyorlar halkını seviyorlar ülke insanını seviyorlar BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM savaşlara emperyalizme hayır diyorlar savaşı zenginler çıkarır yoksullar ölür diyorlar savaş zenginlerin terörüdür çocuklar öldürülmesin diyorlar barış diyorlar halklar kardeştir diyorlar dostluk insanca yaşam tam bağımsız demokratik Türkiye diyorlar.

BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM biz dine karşı değiliz din sömürüsüne dini kullananlara karşıyız diyorlar yoksullara din iman zenginlere han hamam yoksula ancak öbür dünya cennet zengine her daim bu dünya cennet diyen afyonculara bu dünyayı yoksullara cehennem fakat zenginlere cennet eden kapitalizme karşı direniyorlar yoksullar için bu dünyayı da cennete çevirmek kısacası başka bir dünya mümkün diyorlar BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM nerede bir ezilen nerede bir sömürülen nerede bir mazlum nerede bir ötekileştirilen varsa onun yanında oluyorlar sen ben farkı bilmiyorlar ezildikten sonra hepimiz şarabız diyorlar gelin dayanışalım gelin birlik olalım gelin insanca bir düzen kuralım diyorlar bizi birbirimize düşürenlere inat BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM GECELERİ KİMSENİN AÇ YATMADIĞI GÜNDÜZLERİ KİMSENİN İŞSİZ GEZMEDİĞİ BİR TÜRKİYE DİYORLAR SOSYALİST TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYORLAR BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM ''BEN VATAN HAİNİYİM'' diyorlar Mehmet Güler

Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor.

Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor. Ama her şeyin mizah olduğu bir yerde yaşamak olanaksız. Brecht Filozoflar dünyaya gülerek bakarlar, gülerek düşünürler, gülerek yaşarlar. Anlatılanlarda daima düşüncenin pırıltıları vardır. Esprilerin özünde de, güzel değerlendirmelerin pırıltısı vardır.

Espri yapmak, bir zeka işidir. Zeki ve dünyaya felsefi açıdan bakabilen kişi ancak espri yapabilir. Bir anlamda, engin bir genel kültüre sahip olmak ve aktüaliteyi takip etmek gerekiyor. Espriler; yerellik, güncellik, kültür seviyesini belirten, anlamı ve mesajı olan betimlemelerdir de diyebiliriz. TDK, kara mizahı “Yalnız güldürmeyi değil, düşündürmeyi ve yergiyi de amaçlayan mizah.” olarak açıklamıştır. Büyük romanlarla, makalelerle, deneme yazılarıyla verilemeyenler, bir espri ile kısaca özetlenebilir, hayat felsefesi açıklanabilir.

Zaten insan, yüksek zekalı insanların, toplum menfaatleri doğrultusunda çaba sarf ettikleri zaman, meselelerin içinde boğulmadan, onların yönlendirmeleri ile doğruyu bulabilir. Onlar genelde bir köşede otururlar. Her türlü toplumsal olayı değerlendirerek, toplumun ilerlemesini, gerilemesini, gidişatın ne yönde olduğunu anlayabiliriz. Onların felsefi düşünceleri, denemeleri, yazıları, şiirleri bir anlamda mesajlar içerir. Tevfik Fikret’in dediği gibi, fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür toplumda, en üst seviyeyi ancak böyle yakalayabiliriz.

Neyzen Tevfik’in hayat hikayelerini okuyun; nasıl da dünyaya farklı bir pencereden bakabiliyor. İnsanlar, yaşam koşulları ve mesleğin zorluklarıyla birlikte, devletin ve kendisinin imkanları ile de bütünleşip tek boyutlu insana dönüşebilir. Mahalle baskısı, toplum baskısı, aile baskıları ile şekillenebilir. Padişah, “Bütün dünyaya hakim olabilirim ama dört yaşındaki bir çocuğa hakim olamam.” der. Sebebi de çocuğun plağının yavaş yavaş dolmasıdır. Filozoflar, mucitler, bilginler, çocuklarla konuşup mesaj almayı çok severler. O yaşa kadar, hepsi birer filozof gibilerdir. Değişik değişik, insanın aklına bile gelmeyen sorular sorabilirler. Barış Manço’nun yaptığı programda, ‘Şimdiki Çocuklar Harika’ mesajı verilir. Acaba hakikaten mi harika? Onları o yaşta soru sormaya yönlendirerek, onların zihinsel faaliyetlerini açıyor muyuz yoksa kapatıyor muyuz?

Çocuğum, kreşe gittiğinde, zaman zaman arkadaşları ile kavga ederdi, arada aşık olurdu, gelir evde anlatırdı. Bir gün kendisinden büyük bir arkadaşının onu dövdüğünü söyleyerek yanıma gelince, “Konuşma o zaman o çocukla!” dedim. “Ama o zaman arkadaşsız kalırım.” dedi. Bana toplumsal ders de vermişti aynı zamanda. Jean Jacques Rousseau, Emile adlı kitapta, çocuğu 5 yaşına kadar doğada büyüttüğünü, doğanın kanunlarının ne olduğunu gösterdiğini söyler ve daha sağlıklı yetişmesi gerektiğini güzel bir şekilde izah eder. Montaigne’ye babası, çocuğun belirli bir zaman köy yaşantısında kaldığını söyler.

Dengeli yetişmenin, dengeli beslenmenin daha iyi olduğunu; genlerin sağlıklı bir ortamda daha da iyi korunduğunu belirtir. Geçenlerde bir yazar, Ertuğrul Akbay, “Yaş 75 Yolun Yarısı Eder” diyor. Doğrudur. Allah’ın verdiği ömür 150 senedir ama, şehir hayatı, kargaşası, hava kirliliği, geçim derdi, alkol, sigara derken sanki ömrümüzü yarılıyoruz. “Dante gibi ortasındayız ömrün” demiş Cahit Sıtkı Tarancı. Kendisi 45 yaşında ölmüştür. Allah’ın, doğanın verdiği canı korumak da bir ibadettir. Sokrates, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” der. Dünyanın en büyük filozofu olan Sokrates, baldıran zehiri içirilerek idam edilmiştir ve arkadaşına bir horoz borcu olduğunu unutmamıştır.

Fıkralara, aforizmalara, güzel sözlere bakın; hemen hepsi zeka seviyesi yüksek olan insanlar tarafından yazılmıştır. Bize sadece gülmek, düşünmek, ders çıkarmak kalmıştır. Fransızca sözlük Larouse ise aynı kavramı “Dünyanın tuhaflığını acıyla, acımasızlıkla ve kimi zaman da umutsuzlukla dile getiren mizah.” olarak açıklıyor. Peki, insanlar neye güler? Düşen birine güler, toplumda komik duruma düşen birine güler, çok güzel anlatılan bir fıkraya güler, komedi filmlerine güler, Şarlo’nun Hitler taklidine güler… İnsanlar, belirli bir yaşa kadar, hayatın neşesine, güzelliğine güler. Onun için bakın gençlere, her zaman neşeli, güleç, esprili, hareketleri komik şeyler anlatırlar. Belirli bir yaştan sonra, hayatın gerçeklerini öğrenince, insanlığın düştüğü duruma güler; olmaması gereken olduğu zaman, insanlığın aptallığına güler. Pot üzerine pot kırdığı zaman kendi kendine güler.

Kendi yaptığı hataları karikatürize ederek kendisiyle dalga geçmeye başlamışsa, kendisine gülebiliyorsa, zaten olgunlaşmış demektir. Özgüveni tam, kendisi ile toplumla sorunu olmayan insanlar, güzel yaşamayı hak ediyor demektir. Onun için, gülen insan güzel insan demektir. Gülen insan, içinde, hiçbir sıkıntı, üzüntü, dert, tasa bırakmaz. Böyle insanlara bakın, daima yüzünden kan fışkırır. Sağlıklıdır. Kafa ve vücut da sağlam ve sağlıklıdır. Sönük, ezik, kahırlı, arabesk yaşantısı yoktur. Ben, özgüveni tam olan insanları çok seviyorum. Özgüveni tam hareketleri görünce seviniyorum.

Alev Alatlı’nın son kitabında

Alev Alatlı’nın son kitabında ve yaptığı bir söyleşide değindiği, daha önce de sık sık ülkenin tartışma gündemine girdiği için pek yabancısı sayılmadığımız ve çoğu olayda olduğu gibi içeriğini toplumdaki herkesin kendi kafasına göre doldurduğu, Beyaz Türkler, paçozlaşan Türkiye, büyük insan büyük insanlık, homo economicus ve celbedilmiş toplumsal afazi kavramlarını yeniden düşündüm. Konuşmasında, yazısında örtülü açık vurguladığı toplumun algılama yetersizliği ve diyalog eksikliği içinde olduğu, duyu kaybı yaşadığı, paçozlaştığı, homo economicus kimliklere dönüştüğü saptamalarına büyük ölçüde katılmamak mümkün değil elbette.

Ancak sorunun temelinde yatanla çözümün dayandığı nokta arasında onun yaklaşımından farklı bir bakış taşıdığım için değil, bu konuların temelinde yatan ana sorunla şu anda programı üzerinde yoğunlaştığım Öykü Atölyesi arasında çok yakın bir sebep sonuç ilişkisi olduğuna inandığım için yazmaya kalkıştım. Bence tüm bu sorunların temelinde yatan bu toplumdaki insanların okuma tembelliğidir. Okur yazarlığın, en azından günlük hayatı izleyebilecek kadar okuyup yazabilmek olarak tanımlandığı bir dünya içinde yer aldığımız düşünülürse ülkemizde ki okur yazar oranının yerlerde süründüğü anlaşılacaktır. Birkaç yıl önce -ders kitaplarını ve kaynak kitapları saymazsak yedi kişiye bir kitabın düştüğü hatırlanırsa ki bu rakamın bugün on kişiye bir kitap biçiminde değişmiş olması muhtemeldir- hal i pür melalimiz ortaya çıkar.

Okuyup yazmak, kişinin hem kendi içine hem dışına bir yolculuk yapması demektir. Kendinin ve dışındakilerin farkına varmak, düşünmek, sorgulamak, karşılaştırmak demektir. Estetik duygunun incelmesi demektir. Edebi bir metni okuma hazzını alışkanlığını yitirmiş kişinin özgür birey olması zaten mümkün değildir. Öyle ya kişinin bir fikre sahip olabilmesi ve onu savunabilmesi için başkalarının fikirlerini bilmesi, insanlığın nerelere gittiğini, ne tür akımlar, görüşler, felsefik yaklaşımların tartışıldığını, daha ötesi geleceğin nelere gebe olduğunu en azından düşünebilmesi gerekmez mi? İçinde bulunduğu durumu görmek ve değerlendirebilmek için mikro ve makro bağlamlarda kıyaslama yapma yetisi yoksa, zihni bir ansiklopedi olmaktan kurtulabilir mi?

Elbette ki hayır. Hem zaten tüm insani erdemlerin temelinde yatan empati kurma yetisini de bir dolaba kilitlemiş; bir şiiri, bir öyküyü, bir romanı okumaktan başka dünyaları tanımaktan uzak düşmüş bir insanın, muhakeme yapması, kendini ve çevresini sorgulaması mümkün olabilir mi? Öykü okuma, öykü düşünme, öykü yazma, kişinin algılama gücünü arttırır, duygusal zekasını keskinleştirerek ayrıntıları görmesini, karşısındakinin düşüncelerini çözmesini, hatta ufkun arkasında neler yattığını hayal etmesini sağlar. Yoksa paçozlaşmış Türkiye başlığı altında, hüviyet ve müşteri kimlik numaraları dışında tanımlanacak hiçbir ayırt ediciliği olmayan insanlara dönüşmek işten bile değildir.

15 Haziran 2016 Çarşamba

ÇOK ÖNEMLİ BİR ARAŞTIRMANIN ÇARPICI SONUÇLARI...

ÇOK ÖNEMLİ BİR ARAŞTIRMANIN ÇARPICI SONUÇLARI...
Bir araştırma düşünün ki 75 yıl sürmüş olsun. Tam 75 yıl boyunca 750 kişiyi takip etmişler.
Birbiriyle çok zıt iki grup üstelik.. Bir yarısı Harvard Üniversitesi mezunu, diğer yarısı Boston’un en yoksul mahallerinde yaşayan gençler..
18 yaşında tutmaya başlamışlar kayıtları.
Gençlere sormuşlar, “Hayatta seni en mutlu kılacak şey nedir? “ Çoğunluk ne cevap vermiş tahmin edin...
İki zıt toplumsal kesim, tutmuş aynı yanıtı vermişler : Zenginlik ve şöhret !
Şimdi buraya kadar normal, ee ne olmuş ki diyebilirsiniz..
Ama iş o 750 genci, 70-80 yaşlarına kadar takip etmek olunca enteresan sonuçlar çıkıyor. Hem de öyle böyle detay değil, sağlık raporlarından, banka hesaplarına, aile bireyleri ile görüşmelerden , her yaşta ayrı fotoğraflarına kadar..
Araştırmayı sunan Amerikalı bir Psikiyatr Robert Waldinger. Fotoğrafları gösteriyor, 18 yaşındaki hali-80 yaşındaki hali.. Öyle enteresan ki görmeniz lazım..
O 750 kişiden kaçı ünlü ve zengin olmuştan öte, hedefte şu soru var, “ Kaçı mutlu ve sağlıklı yaşlılar olabilmişler? “
Hani zengin ve ünlü olunca mutlu olacaklardı ya...:)
Olabilmişler mi?
Sizce....?
Keşke yazı değil de sohbet olabilseydi bu, cidden aklınızdan ne geçtiğini duymak isterdim...
Neyse fazla merakta bırakmayım sizi..
Zengin ve ünlü olmanın, mutlu ve sağlıklı olmakla direkt bir ilgisini “kuramamışlar” efendim.!
Anahtar kelime ne biliyor musunuz?
“Sosyal ilişkiler” !
Onca 750 kişinin içinde, mutlu ve sağlıklı olan kişiler , etrafında dostları, akrabaları, komşularıyla, kısacası sevgi ile çevrili olanlar.. İster Harvard mezunu olsun, ister yoksul bir ailenin çocuğu.. Fark etmiyor.
Bu arada kaç arkadaşınız olduğu da önemli değil. İlişkilerin “kalitesi” önemli. Güven duygusu , kabullenilme, takdir edilme, aidiyet vesaire..
Yani anlayacağınız 60-70 yaşlarına geldiğinizde, kolesterolünüzün veya tansiyonunuzun kaç bastığı bile bir şekilde ilişkilerinizin güzelliğine bağlı. İyi ilişkiler sadece vücudumuzu değil, beynimizi de koruyor.
İyi bir ilişkinin de baş tacı “güven” diye vurguluyor adam..
Tam da geçenlerde kızımla bu konuda sohbet etmişken..
“ ‘Dostluk’, dedim, tabakta kalan son patates kızartmasını birbirine ikram etmektir. O üzülünce ona kıyamamak, biri onu hırpalarsa ona siper olup korumak, o başarılı olduysa kendin olmuş gibi sevinmektir. Dost demek güven demektir güzel kızım. Sen önce güvenilir bir insan olacaksın ki etrafına da güvenilir insanlar toplansın. Sen yalancı, sen kıskanç, sen kaba biri olursan etrafında da öyle arkadaşlar olur. Gül bahçesi mi, diken tarlası mı, sen seçeceksin. “
Diyeceğim o ki, günümüz dünyasında tüm mutlulukların maddiyata
endeksli olması bir tesadüf değil.
Bir kurgu. Bir yönlendirme.
Yok mu sayacağız maddiyatı?
Elbette ki hayır.
Ama birinci sıradan indireceğiz.
Çok zengin ve ünlü bile olsa bir insan, sana telefonu teklifsizce açıp, “Vayy be ..! Helal olsun kardeşim sana..!! Gurur duyuyorum seninle..” diyecek bir gerçek dostun yoksa neye yarar?
İçin katılıp ağladığında, ya da yüreğine kara kara isli bulutlar yürüdüğünde yargılanmayacağından emin olarak dertleşmeyeceksen bir canyoldaşıyla, zehrini nereye akıtabilirsin ?
Tabakta kalan son patates kızartmasını yayıla yayıla ağzına atıyor olabilirsin.. Atlar, katlar, yatlar sahibi olabilirsin.. Herkes önünde iki büklüm eğilip ceketini ilikliyor olabilir, ama hayat, sen evinin kapısından içeri girip, o kapıyı kapattığın an başlar..
O kapının ardında, yani senin iç dünyanda kaç tane sevgili varlık var?
Kaçına güvenebilirsin? Sen kaçı için güvenilir kişisin?
Kaçının gözlerinde yaş görürse kolları sana uzanır?
Kaçı senin hangi yemeği sevdiğini, veya ne bileyim kimyondan nefret ettiğini bilip, ona göre sana yemek pişirir?
Kaçı sen balkonda üşüdüğünde içerden bir pırtıl hırka alıp omuzlarına konduruverir?
Kaçını gecenin kör bir saati teklifsiz arayabilirsin, o seni arayabilir?
Yurdu yuvası olmayan, konacak yer bulamayan kuşlara döner yalnız insanlar...
Neticede Yaşar Kemal de dememiş mi ; “ İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar”.
Yani evrende yakışıklı bir iz bırakmanın yolu zenginlik ve şöhretten değil de, "insanlık"tan geçiyormuş .
Anlamak için 80 yaşımıza gelmeyi beklemeyelim bence..:)
Bige Güven Kızılay
08.06.2016

5 bin yıllık yerli tohumu kendi üretti

5 bin yıllık yerli tohumu kendi üretti
Sivas'ın Gemerek ilçesinde bulunan çiftliğinde buğday üzerine araştırma yapan Prof. Dr. Abdullah Çoban, 5 bin yıllık yerli tohumları bularak çiftliğinde üretmeye başladı.
Yerli tohum üretmek için harekete geçen ve Erciyes Üniversitesi'nde görev yapan Prof. Dr. Abdullah Çoban, 5 bin yıllık yerli tohumları buldu. Daha sağlıklı ve yüksek verim veren tohumları ilçede bulunan kendi çiftliğinde üretmeye başlayan Çoban, genetiğiyle oynanmış ve tamamen yurt dışından ithal edilmekte olan buğday tohumlarının arazilere zarar verdiğini belirtti. Çoban, yerli tohumların 5 bin yıl önce kullanılan, verimi yüksek, proteini yüksek, araziye zarar vermeyen geçmişten miras kalan tohumlar olduğunu söyledi.
"YERLİ TOHUMLAR KAYBOLMAYA YÜZ TUTTU"
Yanlış politikalardan dolayı, yerli buğday tohumlarının kaybolduğunu belirten Çoban, "Bunun yerine genleri değiştirilmiş, kısır gen takılmış, buğday ve Mısır tohumları ithal edilerek genleri değiştirilmiş tohumlara bağımlı hale getirilmişiz. Kısır gen takılmış tohumlar, ilk yıl verimi fazla verir, ikinci yıl azalır ve üçüncü yıl verim veremez hale gelir. Kısır genler sadece kendini kısırlaştırmıyor. Bunu yiyen hayvanlar ve insanlar kısırlaşıyor. 2 yıl önce yapılan araştırmada 18-25 yaş arasındaki gençlerimizin bu nedenlerde kısırlaşma meydana geldiği eğer bu şekilde gıdamıza dikkat etmemiş olursak bu oranın yüzde 50'ye ulaşacağı belirtilmektedir. Bizim yerli tohumlarımız 5 bin yıldır kullandığımız buğdaydır. 10-15 yıldır bu buğdayları ülkemizin çeşitli bölgelerinde araştırdım. Yerli buğdaylarımız diğer buğdaylarla kıyaslandığında, ithal buğdaydan daha verimlidir. Protein analizlerini yaptım. Analizlerimizde, ithal tohumdan üretilen buğdayın protein miktarı yüzde 8 civarındayken bizim buğday yüzde 14'tü. Şu anda aynı tohumları organik olarak gübreleyip yetiştirdiğimizde, yüzde 17'lere çıkamıyorduk. Yüzde 17 protein miktarı ihtiva eden buğdaylarımız da çıkmaya başladı. Hem buğday kalitesi türü hem de organik gübreleme ile protein verimleri giderek arttı. Dünya ortalaması yüzde 14 iken bizim buğdayımızda yüzde 17 harika bir rakam demektir. Başka bir kıyaslamayı şu şekilde yapabiliriz."dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 'Tank ve uçak üretiminden önemli olan yerli tohum üretimidir' sözünü hatırlatan Çoban, "Biz buğday tohumlarımızı hazırladık yetiştirdik, umarım Türkiye'nin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yetiştiririz. Milli duyarlılığımızı korumazsak bu vatanı bize yedirmezler bunu da böyle bilmemiz gerek" diye konuştu.

BENİM BABAM KRALDI

Babanın erdemi , çocukların servetidir. Anatole de France Benim babam kraldır. Çocuklar en çok babaları ile öğünür, ben babamı çok seviyorum, benim babam çok güçlüdür. Benim babam senin babanı döver, onun için ben çok güçlüyüm gücüme güveniyorum. Her çocuk babasını kral olarak görür. Çocuklar dünyaya geldiğinde, ilk gördüğünü adem baba olarak görürler. Allah beni yarattı , Adem babaya teslim etti diye bakarlar babalarına. Beni yaratan, bana bakan ,beni büyüten, gelişmem için elinden gelen gayreti sarf eden, gözü gibi bakanıdır babaları. İnsanın, en iyi en mutlu dönemi, anne ve babasıyla geçirdiği dönemidir . Bir ailede kahkaha sesi yükseliyorsa o aile mutlu bir ailedir. Zaman geçer , çocuklar büyür ve ailelerinden uzağa düşer. İnsan , ailesini özler, anne ve babasını özler , anılarını yaşatır. Gün gelir anne ve babasını kaybeder. Onların yokluğunun derin acılarını yüreğinde hisseder. Artık kendisi de bir babadır, anadır. Onların varlığını özlemle ,kendinde görür ve yaşatır. İnsan bazen kendini özler, kendi ile baş başa kalmak ister. Böyle zamanlarımda hep babam yaşasaydı onun gölgesinde olsaydım derim. Bu güne kadar yapmış olduğum bir çok hatamı yapmama engel olurdu. Bana kızar mıydı. -Hayır Bağırır mıydı.
-Hayır. Hiç bir zaman kızmadı, bağırmadı ki, sadece konuşur doğruları tartışır ve benim doğruları görmemi sağlardı. Onu en çok ne zaman özlüyorum … --Bir çıkmaza girdiğim de veya karar vermekte zorlandığım zaman . özlemlerimin en derin olanı da her sofradan kalkarken -Hanım peyniri getir de üstünü bastıralım demesi… yarım ekmekle üstünü bastırırdı. Onun yokluğundan sonra ben ,hiçbir zaman onun yokluğunu bastıramadım . O yoksa bastırma da yok dedim. Saygıdan mı yoksa onun eksikliği ile keyifli olmayacağını düşünmem den mi bilemedim. Anne ve babamızla geçen , günlerimiz küçük bir oda da geçer, oradan dünyaya yayılır, kulağımıza fısıldadıkları sözlerle. Çocuklar en çok babaları ile öğünür.
Çocuk o öz güvenle yetişir. Babanın öz güveni tamsa , oğluna model olur. Babaya bakarak baba olur, ailesini de ona göre yönetir. Eğer baba ataerki ise, her şey babada bitiyorsa aile yapısını ataerki yönetir. Onun için diyorlar ki 8- 10 yaşında kişiliğin yüzde 80 gelişir. Ondan sonra çevre okul ,okuduğu kitaplar, arkadaş ilişkileri belirler. Zaman zaman arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim derler. Şairler de ki, insanlar doğduğu yerin çiçeğine böceğine benzerler. Kişiliği yaşadığı çevre oluşturur. Doğada yetişen insanların daha gerçekçi daha samimi daha dürüst olduğu , metropollerde yetişen insanların hayat tarzına uyarak daha demokratik daha bencil daha hoşgörülü daha içine kapanık çevre ile duyarlılığı en alt seviyede olduğunu görürüz. Yaşadığı çevrenin kişilik oluşumunda önemli yeri olduğunu görürüz. Anneler , ailenin koruyucu melekleridir. Çocuklarının sorunları, kocasının kişisel atmosferini gözleyerek aile içinde dengeleri oluşturmaya çalışır. Kocasının bütün gününü boğuşarak geçirdiğini iyi bilir. Her şeyi yansıtmaz ,sıkılmasın diye , hoşnut olsun rahat olsun diye bazı şeyleri saklar kendi çözmeye çalışır. Bu yüzden bazı olayları ,en son babalar duyar. Baba evin nafakasını geçimini sağlamak için koşar koşuşturur. Herkesin ihtiyacını giderir. Sorunlarını çözmeye çalışır. Adı baba ya yine de kimseye yaranamaz. Herkes kendi derdin de , kendi sorununu peşinde… kızın sevgilisi ile sorunlarını annesi çözer, aman baban duymasın der. Kadın duyarlılığı ile gücü yettiğince çözmeye çalışır . İşin içinden çıkamaz daha çapraşık hal aldığın da kocasına bildirir. Onun için diyoruz en son babalar duyar. Sorunu baştan bilse bu durumlar oluşmadan baba çözerdi. Sorun çıkmaz bir hal aldıktan sonra da babalarda çözemez en sonunda -Babayı da yedik bitirdik deriz. O da çözemez ki onun için sorunlar varken, baştan çözüme ulaşmak varken ortak akıl kullanıp, sorunu çözmek gerekir. Yoksa babayı yeriz. Çocuklar küçükken babalarını çok akıllı görür. Gençken ahmak, 30 yaşından sonra gerçek değerini görür. Anne ve babanın yaşamı çocuğuna el kitabı gibidir. Bir baba okul öğretmenidir. Çocuklar ise gerçek filozoflardır. Çağının filozofları olarak doğarlar.
Cennet annelerin ayakları altında ise cennetin kapılarını da açan babadır. Hayatta en çok babamı sevdim der CAN YÜCEL . Böyle güzel sözleri hepimiz çevremizden duyarız. Ama uygulamaya gelince çok şeyi unuturuz. Yaşantımız depresyonlarımız geçim derdi, sorunlar derken belki de çocuklarımıza yeteri kadar zaman ayıramayıp, onlarla futbol, basketbol , pingpong oynamadık, yüzme ve direksiyon dersi bile vermedik. Bir bakmışız ki zaman geçmiş , çocuklar büyümüş farkında olmamışız.
Bir çok şeyler okuduk duyduk yaşadık ama suyun akışına bıraktığımız hayatımız da sanki biz olmadık. Evlenmeden önce ne de çocukları severdik, çocuğumuz oldu sevmeye zaman bulamadık. Biz mi, yaşamayı sevmeyi bilemedik. Zaman geçmiş gitmiş çocuklar büyümüş, ben mi çocuklaştım ki ? Ne bileyim ben canım , dikilmiş delikanlı bana aklı veriyor. Yıllar geçip gider çocuklar baba olur ,biz torun sevgisi ile yaşayamadığımız çocuk sevgisine doyarız. Aile de çocuklar sevgilerini anne ve babası ile paylaşırlar. Ama doğa kanunu kızlar babalarına hayran erkekler anneci oluyor. Nedense bu denge böyle yürüyor.
Ama kız çocukları genelde babalarına benzeyen erkekleri tercih ediyor, erkek çocukları da annelerine benzeyen kızları tercih ediyorlar. Ama asıl nedeni düşüncede felsefede birleşmek. Bizler, annemizin yaptığı yemeği çok severiz. Nedeni içinde anne sevgisi kokusu güzelliği olduğu için. Belki de en çok annenizden azar işitip dayak yedik, ama nedense gönül okşayışı gibi geldi. Babalar daha ciddi vakur. Ailenin geçimini sağlamak için çalışan, yüzü mermer suratlı ama kalbi pamuk gibi yumuşacık, ama gel de bunu anlat anlamazlar ki. Belki mesaiden , işten yorgunluktan dolayı, bir iki laf etse, bil ki hepsi cephe alır. Bütün çocuklar, annelerin kalesinin önünde toplanırlar, baba kendi kalesinde tek başına kalır. Sağına bakar soluna bakar, kimse ondan yana çıkmaz. Her dakika baba , gol yer ,dakika bir gol bir. Zavallının hiçbir suçu yoktur ama hep suçlu zalim günahkar odur. Vurdum duymaz olarak görülür zavallı adam. Babamın en çok çarşıdan , karpuzla eve gelişini severdim. Ortalık yangın yeri gibi yanardı . Sıcak hava insanı pelte gibi yapar hararetimiz bir türlü sönmezdi. Babamın karpuzla eve gelişini dört gözle beklerdik.
Babam bunu iyi bilirdi, geldiği zaman , çocukları biri bir bacağından, diğerini bir bacağından yakalar nerede ise kafalarına karpuz düşüp parçalanacaktı. Babamda elindeki karpuzları balkona doğru yuvarlar, çocukları ile boğuşurdu. Baba içinde çocuklar içinde ne büyük mutluluk. Yemekten sonra balkonda yediğimiz karpuzun tadı hala damağımda. Akşam saatleri serinlemeye dönerdi hava. Komşularımız dışarıda otururlar laflardı. Balkonumuzun her bir yanı çiçeklerle donamıştı. Mis gibi kokarlardı, hanımelleri yaseminler . Babam sedire oturur günü yorgunluğunu atadı. Barajdan gelen tatlı rüzgarın esintisi ile rahatlar, annemin dilimlediği karpuzlardan komşulara da ikram ettirir, çoluk çocuğu ile yerdi. Anadolu da bir söz vardır. Eli boş gelme sevmezler, ellerin dolu, dolu olacak kapıyı tekmeleyerek çalan erkek makbuldür.
Ne de olsa iki eli de doludur. Tekme ile kapıyı çalacak kafası ile zili çalacak değil ya . Ya bir de baba sinirli geldi ise mesaiden, gözleri hiçbir şeyi görmüyorsa kapıyı hırsla tekmeleyip sinirli sinirli açtırıyorsa, çocuklar evin içinde fare deliği olsa da içine girsek derler. Ne olduğunu bilemeden evin içinde fırtına bora tufan kopar. Tusinami ye uğramış gibi anam ,anam gerilen anama üzülsem mi oturup ağlasam mı bilemezsin. ama işin doğrusu Anadolu kadını amazon kadını gibidir, yiğittir, merttir, erkeğine sevgisi saygısı vardır. Osmanlı sultanları gibidir. Erkeğini sever sayar ama bir yere kadar. saygıyı hakkediyorsa iyi, yoksa canı cehenneme, ama biri sinirli olur öbürü sakin olursa geçim olur karı koca kavgası , çocuk kavgası gibidir, sevişince geçer. Her aile kutsaldır, değerlidir. Ailem değerli senin ailen değersiz diye bir şey yoktur. Her ailede baba kraldır. Çünkü krallarında hakimin hekiminde ayakkabı tamircisinin de ruhu aynıdır. Çünkü adları babadır ve çocukların gözünde babaları kraldır. Biri kral olmuş diğeri ayakkabı tamircisi baba olunca asalet, yaşam sevinci düşüncelleri ailesini memleketini milletini sevmesi aynı seviye farkı yoktur. Herkes yetiştiği ailesini üstün görür. Her gönülde bir aslan yatar. Ben babamı herkesin babasından üstün görür gururlanırdım. bizim aileyi çok zengin zannederdim. Zamanla anladım ki o kadar zengin değilmiş. Ama babamın bana verdiği o güç, onu güçlü ve zeki görüyordum, bu şevkle ve sevgi le derslerime daha fazla çalışıp, bir aferin almanın peşinde idim. Bir gün bile ders durumumu sormadı. Güven duygusunu verdi o bana yetti. Gençken sigara içiyordum yakaladı. ¬¬¬¬¬¬¬¬- İç oğlum iç bu bir hevestir, sen akıllı adamsın bunun zararlı olduğunu bilirsin, içmezsin dedi. Bu laf bana sigarayı bıraktırdı.
Demek ki önemli olan çocuğa güven duygusu yaratmakta imiş. Babamı örnek almam bir kazançtır. Onun gibi yiyip içmeyi, onun gibi güzel giyinmeyi, ayakkabılarımın boyalı olmasına, sakal tıraşı olup bakımlı olmayı ondan öğrendim. Çünkü bayağı kadın onun peşinden koşmuşlardı. Babama hayranlardı. Babamla geçen anılarım, yaşamımın en güzel köşesinde yerini almış. Ama bazıları var ki gerçekten izleri silinmiyor. Bir gün okul sonrasında arkadaşlarımla toplanıp futbol oynamaya karar verdik. Akşam üzeri hava kışında çabuk kararıyor. Ben ve arkadaşlarım oyuna daldık eve geç gittik. Babam çok sinirlenmişti. Kendimi anlatmama izin bile vermemişti. Biraz küsmüştüm anneme de. Hiç benim yanımda olmamıştı. Onlara içimi dökmek kendimi anlatmak isteği ile şu mektubu yazdım. Sevgili anne ve babacığım Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilse idim. size şunları söylemek isterdim. Sürekli büyüme ve gelişme içindeyim . sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik gerçekleştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın . deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda arkadaşlıkta ve uğraşlarım da bana özgürlük tanıyın. Beni her yerde her zaman koruyup kollayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bırakın kendi işimi kendim göreyim. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım? Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin . ama siz beni şımartmayın hep çocuk kalmak isterim sonra . her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum . ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz sözde vermeyin. Sözünüzü tutamayınca size güvenim azalıyor. bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin . yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın . koyduğunuz kuralların ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem . ancak hiç kısıtlamayınca ne yaptığımı şaşırıyorum.
Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum. Öğütlerinizden daha çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar beni tedirgin eder. Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi izler bırakır. ben senin yaşında iken diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım. Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni korkutup sindirerek suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. yanlış davranışımın üstünde durup beni düzeltin. Ceza verilmeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim. Beni dinleyin. Öğrenmeye en yakın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun. Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Bana güveninizi belli edin. Beni destekleyin . hiç değilse çabamı övün. Beni başkaları ile karşılaştırmayın. Umutsuzluğa kapılmayın. Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana uzun süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın. Yalana sığınmak zorunda kalırım.
Sizi çok bunaltsam bile soğuk kanlılığınızı yitirmeyin . kızgınlığınızı haklı görebilirim. Ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizi yabancıların önünde güç duruma düşürebilirim. Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz. Tersine beni size daha çok yaklaştırır. Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha çok görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çalışmayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm daha büyük olur. Biliyorum ara sıra sizi üzüyorum. Belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdiklerinizin yanında benden istediklerinizin çok olmadığını biliyorum. Yukarıda sıraladığım istekler size çok geldi ise bir çoğundan vazgeçebilirim. Yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın. Benden örnek çocuk olmamı istemezseniz bende sizden kusursuz ana baba olmanızı istemem . sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter. Sizin çocuğunuz olarak doğmam elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı; başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim. Ertesi gün mektubumu onlara bırakıp okula gittim . Akşam babam ve annemin bana karşı tavırları değişmişti. Sanırım büyüdüğümü anlamışlardı. Mektubuma cevaben babam da bana bu notu yazmıştı. Bir oğlu olmalı insanın ,canını emanet ettiği, elin ayağın gözün kulağın her şeyin, bir oğlu olmalı insanın zor bir anında sırtını dayaya bileceği destek alabileceği, masumiyeti ile saniyeler içinde eridiğin, vefasına taptığın bir oğlu olmalı insanın, pazarda alışverişten geldiğinde koşarak ellerindekini alıp, yüzüne güldüğün bir oğlu olmalı insanın . evinde babasının yokluğunu aratmayan annesine karşı fedakar, sokakta delikanlılığı ile gurur duyduğu bir oğlu olmalı insanın. Yaşlandığında birilerine ihtiyacın olduğunda çıkıp gelen , babacım yada anneciğim diyen kucak açtığında gözyaşlarıyla bağrına bastığın bir oğlu olmalı insanın canı ile canlandığın varlığı ile anlamlandığın özlemi ile iç çekişleri yle dağ, dağ efkarlandığın bir oğlu olmalı insanın dünya bir yana oğlum bir yana diye bileceğin , canım oğlum sen benim bu dünyadaki yaşama sebebimsin artık sen benim babamsın .
Çok duygulanmıştım. Baba olmak böyle bir şey. Oğlanda bir ,kız da bir. Erkek çocuğu olan baba oğlunu babalığa hazırlar. Krallık gibi , krallık babadan oğula geçer. Her çocuğun babası kral, her çocuk baba olunca kraldır. Kızlar, babalarının kraliçesidir. Onu sağlam bir krala teslim edince, baba daha bir kral olur. Baba ne kadar sağlamsa kızda o kadar dik durur. Baba ne kadar gülerse kızda o kadar hayat saçar. Baba ne kadar hayatta ise kız o kadar yaşar. Bir annenin bir oğlu olmalı , bir babanın bir kızı olmalı ki dünya daha güzel dönsün, güzelleşsin. Mutlu olalım mutlu olmayı bilene selam olsun.
CEMAL BORANDAĞ 05.06.2015
ANNELERİN DİKKATİNE ! _
1. Oğlunuzu aşırı koruyup kollamayın , oğlunuzu 3 yaş sonrası koynunuzda yatırmayın. Bu oğlunuzun cesaret ve güven duygusunu zamanla yok eder. __
2. Oğullarınıza sırtınızı dayamayın. Oğlunuzu “benim tek dayanağım”, “yaşama sebebim” gibi sözler söylemeyin.Bu çocuğunuza aşırı yük yükler zamanla oğlunuz yetersizlik duygularına gömülür. __
3. “Ben senin mutluluğun için bu kadar çok çabalıyorsam sen de mutlu olmak zorundasın” sözlerinizle oğlunuz üzerinde baskı oluşturmayın. __
4. Oğlunuzla asla koalisyon yaparak, eşinizi karşı tarafa atmayın. Unutmayın oğlunuzu babasından uzaklaştırmış olmakla onun hayatı yönetme konusunda modelini yok edersiniz. __
5. Oğullarınızın asla hizmetkarı olmayın ve her istediğini yapmayın ki kadınları bir hizmetkar olarak görmesin .Oğlunuzu kendi işini kendisinin yapması için teşvik edin.

Çocuğunuza “Aşkım,sevgilim” demeyin!

Çocuğunuza “Aşkım,sevgilim” demeyin! O daha bir çocuk olabilir, hem cins ebeveyniyle de çok mutlu olabilir ama bilimsel bir gerçek var ki çocuk 0-6 yaşta karşı cins ebeveyne yoğun bir ilgi duyar. Uzak ve ters davransa bile bu böyledir. İlgisini gizli sürdürecektir. Bu ilgi yetişkinlikteki aşktan çok farklıdır, kendini karşı cins gözünden tanıma, benlik oluşturma, ileride karşı cinsle yürüteceği ilişki konusunda adeta prova yapmaya benzer. Örneğin bir kız çocuk babası tarafından ne kadar sevilir ve onaylanırsa, eşini seçerken de bu kriterlere önem verecektir. Tam tersi çok sevdiği halde babası tarafından onaylanmayan ve yakın ilgi görmeyen bir kız çocuğu bu durumu içselleştirip normal kabul edecek, böylece uzak davranan erkekler benliğine yabancı gelmeyecektir. Peki, çocuğumuza neden aşkım demeyelim? Çocuğunuz size (yukarıda bahsedilen tarzda) aşık olsa bile bu ebeveyn-çocuk çerçevesinde güven içerisinde sürdürülmesi gereken bir yoğun sevgidir. Sizin aşkınız eşiniz olmalıdır, eğer eşinizden boşanmışsanız çok daha dikkat etmeniz gerekir çünkü çocuğunuz ona aşkım dediğinizde eski eşinizin yerini aldığını düşünebilir. Çocuğunuzu çocuğunuz olarak görüp sevdiğiniz gibi, bunu onun da bu şekilde algılamasını sağlamanız gerekir. Eğer sizden gördüğünün aşk olduğunu kodlarsa, ileride de kendinden yaşça çok büyük kişiler tarafından sevilme ihtiyacı duyabilir. Çocuğunuzu sadece yanaklarından öpün! Minik masum bir dudak öpücüğü mü? Olmaz Sadece annesiyle/babasıyla mı? Olmaz Çocuğunuz sizin her şeyiniz ve en önemliniz bundan hiç şüphe yok. Ama onun cinsel kimliğini doğru oluşturması, ileride cinsel tacizden korunması için dudaktan öpmenin çok sakıncalı olduğunu unutmayın. Çocuğunuzun dudağını sadece sizin öpebiliyor olmanız, onun dudağını öpmenizi gerektirmiyor. Çocuklar için önemli olan sevgidir, dokunmadır, ses tonudur, ifadelerdir. Onlar dudaklarından öpülmeye ihtiyaç duymazlar. Çocuğunuzla uyumayın! Eşiniz içeride siz de çocukla yatak odasında mı yatıyorsunuz? Hem evliliğiniz hem de çocuğunuzun ruh sağlığı tehlikede demektir. Özerkliğini hissedebilmesi için çocuğun doğumdan itibaren ayrı yatakta ve mümkün olan en kısa zamanda kendi odasında yatması gereklidir. Gece korkarak uyandığı anda hemen yanına koşun yeter. Çocuğun ebeveynlere ait yatakta yatarken, eşlerin ayrı yatması çarpık bir rol model olacaktır. Şimdiye kadar bu hataları yaptık bundan sonra hasar kalır mı derseniz... Çocuk gelişiminde her zaman görüldüğü gibi hatalar mevcuttur, önemli olan hatayı fark edip değişime başlamaktır. Çocuğunuza uygun davranmaya başladığınızda çok kısa sürede yeni sistem yerleşecektir. Çünkü, çocuklar yeniliklere, özellikle kendileri için iyi olana çok ama çok çabuk adapte olurlar. (Uzm.Kln.Psk. Göksu Telmaç'ın )

İlk genelev

İlk genelev deneyiminde heyecandan ne yapacağını şaşırıp, kadına;''Bakire misiniz?'' diye soran ben mi, yoksa; ''Evet bakireyim, kendimi sana sakladım.'' diye cevap veren hayat kadını mı alkışı haketti karar veremedim... . Sevgili anneanneciğim, havaalanındaki kadın polis memurunun amacı sana sarılmak değil üzerini aramaktı. Hadi sarılıp sırtını sıvazladın,bir de üstüne öpmenin ne gereği vardı? İşyerime arkadaşım ziyarete geldi. Ne içmek istediğini sorduğumda çay cevabı ile 5-6 metre uzakta olan askerime, 2 işareti yapıp çay karıştırma hareketini yaptım. Asker olduğu yerde 2 keredöndü. Bir an arkadaş koptu, ben şaşkın... Fazla kilolarından şikayet edip,akupunktura gitmeye karar veren tombik anneme babamın yorumu: "Sana bu saatten sonra inşaat çivisi çaksak fayda etmez hanım..." O günden beri küsler, barışmalarını bekliyoruz. . Annem babamın içki içmesine tepki gösterir her zaman. Babam arkadaşlarıyla içerken bir gün arkadaşı "Maydonoz al, yenge anlamaz." demiş.Ve gecenin bir yarısı bizi gülme krizine sokan son. Ayakta zar zor duran bir baba ve elinde bir demet maydonoz... Ağrıyan dizim için devlet hastanesine gidip gelirken, sıraydı, randevuydu, röntgendi, MR'dı, kan tahliliydi koştururken günler geçti ve ben sonuçları doktora gösteremeden dizimin ağrısının geçtiğini farkettim. Tıp ilerledi dedikleri bu olsa gerek! Hayatımda ilk kez, bugün kaşlarımı düzelttirmek için berberime, "Ali Abi, bu kaşları düzeltebilir misin?" dedim. "Ne demek,bütün ibnelerinkini ben düzeltiyorum zaten." dedi. Peki ben kaşları düzelttirdim mi? Düzelttirdim. Bahşiş de bıraktım mı? Bıraktım. Bir daha Ali Abi'ye gider miyim? İbnelik değil mi, gitmem artık! Babamın karşı komşusu hakkında yorumu: "Bu adam da çok kılıbık. Ben ne zaman balkonu yıkasam, o da çamaşır asıyor." Canım babam, eski kazak erkeklerden kim kaldı senden başka!

Sene 2005 Türkiye ile bir alâkası olmayan

Sene 2005 Türkiye ile bir alâkası olmayan John Perkins kitabında anlatıyor; "Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "ASLA" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havaalanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbirşey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Millletler de bizim için oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..." Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir." Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins