25 Ocak 2019 Cuma

Emekli olduğumun ertesi,


Emekli olduğumun ertesi,
Sosyal Sigortalar'a gidip müracaatımı yapayım dedim...





Masadaki memure, yaşımı teyit etmek için ehliyetimi istedi...





Ceplerimi karıştırdım, cüzdanımı evde bırakmışım...





Kadına dedim ki





"Bir koşu eve gidip getirebilirim..!"





"-Yok canım", dedi kadın,
"Gömleğinizi açın lütfen..!"





Düğmeleri açtığımda, kıvırcık, kırlaşmış göğüs kıllarıma bakıp,





"Bu kır renk, benim için kanıt olarak yeterli!" dedi ve müracaatımı aldı...





Eve döndüğümde, sigortada başıma geleni karımla paylaştım...





"Pantolonunu da indireydin keşke!" dedi. . .





-Maluliyet de bağlarlardı belki


R- KOMPLEKSİ


İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki bir çok sosyal bilimcinin beynini bu konuyla ilgili bir soru kemiriyordu:
Kant, Hegel, Schopenhauer gibi büyük filozofları, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman ulusu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gidip 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden oldu?





Hitler “mühendis kafalı” olmalarıyla
ünlü Almanlara ne yapmıştır? Mantıklı insanların mantıksızlaşmaya
başlamasına neden olan neydi?





Uzun süren araştırmalarla cevabın
bazı barçaları keşfedildi. Almanların beyninde R-Kompleks baskın hale
getirilmişti. Peki bunun metodu neydi?





Sosyal psikoloji
araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine
indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti. İç
bağları sıkı bir grup içinde, kişi aklı ihalesi yoluyla mantığını
kullanmaktan vazgeçebiliyordu.





Bu amaçla kullanılan ikinci yol,
kitleleri korku kültüründe yaşatmaktı. Eğer bir banka şubesinde havaya
bir el ateş ederseniz, eğitim seviyeleri ne olursa olsun, oradaki
herkesin beynini bir saniyede sürüngen seviyesine indirirsiniz!
Aynı şekilde korkuya dayalı politik propaganda ile kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor.





Siyasi stratejide 3-D çok önemlidir:





*Düşman göster,
*Dayanışma duygusunu kışkırt,
*Düşündürme!





Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler!
İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et!





Kitleler bu tip liderlerde ne buluyorlar?
En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi. Kendi
hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi
temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından,
patronlarından, üst sınıftan intikam alıyorlardı.





R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir intikam aracı olarak sunmalarıydı.
Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı!
Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı.
Mesajları hep şöyleydi: Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, bana güç ver..;
Nefret ettiğin herkesin canına okuyayım!






Bir toplum ne kadar az gelişmiş ise ilkel beyin (R-Kompleks) baskın
karakterlerin o kadar etkin olacağını tahmin edebiliriz. Aynı şekilde,
bir insan ne kadar çok kendini geliştirirse, R-Kompleks davranışlarını o
oranda kontrol edebilecektir.





Aile ve grup içindeki çatışmaların
geniş ölçekli bir versiyonu sosyal alanda görülür. İnsan beyninde
olduğu gibi, toplumsal hayatta da bazen İlkel beyin ( R-Kompleks) hakim
olur.
Böyle dönemlerde Max Horkheimer’in deyişiyle kitlesel “akıl tutulması” yaşanır.





NOT:Mümin Sekman’ın Her Şey Beyinde Başlar kitabından alıntıdır.


Adam Schmidt


Adam Schmidt , Aristo nun ahlak felsefesinin temelini oluşturan; bireysel mutlulukmu daha önemli yoksa toplumsal mululuk mu sorusuna şu şekilde cevap veriyor. Tabii bilimsel araştırmaların sonuçlarını dikkate alıyor.
Toplumsal mutluluk en üst sınıra; her bireyin toplum yapısı içindeki sınırın izin verdiği ölcüde, kişisel mutluluğunu arttırmakla olur diyor. Toplumsal sınırı ise: vijdanı kişiye yaptığı her eylemin toplum tarafından kabul edilip edilmeyeceğini yada meşru olup olmadığını sogulatır diyor.
Bu düşünce neden dikkatimi çekti. Cahil ve arsız insanlara birşey veremiyeceğimizi anladığımda kişisel çözümüm, kendimi yaptıklarımla örnek sunmaktı. Görmek isteyen görür, görmek istemeyenlere yapabileceğimiz bir şey yok sonucuydu. Toplumsal diye nitelenen mantıkla alakası olmayan, grup psikolojisi gibi çalışan bir yığın alışkanlıkların karşısına geçip bu yanlış diyemiyorsunuz. Ama birey yanlış olduğunu düşündüğü ve bu düşüncesinden emin olduğu her eylemi kendi akıl süzgecinden sorgulamaktan vazgecmemeli. Toplum bireylerden oluşuyor.


Hilebaz


Zar atarken hile yapan gence sorar,yaşlı adam;..
Böyle hileli zar atmayı nerden öğrendn?..i
Çocuk cevap verir..
Küçükken babam kardeşimle bana hep zar attırır ve " kazanan kaybedene tokat atacak "derdi;..
Yaşlı adam;..
"Dayak yememek için zar atmayı öğrendin yani"?diye sordu genç çocuğa...
Genç
Hayır, kardeşime vurmamak için! hep küçük atardım..
İşte ozaman öğrendim hile yapmayı......
Alıntı..


Babası yeni evlenen oğlunun evine tebriğe gider…


Oturunca bir beyaz kâğıt, bir kalem ve bir silgi getirmesini istedi.





Genç: “Niçin?” dedi.






Baba: “Hele sen getir.” dedi.





Genç, kalem ve kâğıdı getirdi…





Silgi bulamamıştı.





Babası: “Koş bir silgi satın alıver”, dedi.





Oğlu epey şaşırmıştı, ama dışarı çıktı, bir silgi satın alıp getirdi, babasının yanına oturdu.





Babası: “Yaz,” dedi.





Genç: “Ne yazayım?”





Baba: “İstediğini yaz.”





Genç bir cümle yazdı.






Baba: “Şimdi onu sil.”





Oğlu sildi.





Baba: “Bir cümle daha yaz.”





Oğlu: “Allah aşkına baba, ne istiyorsun ki?”





Baba: “Yaz bir daha.”





Oğlu yazdı.





Baba: “Sil,” dedi.





Oğlu sildi.





Baba yine: “Yaz,” dedi.





Oğlu: “Allah aşkına desene baba, ne bu?”





Baba: “Hele sen yaz”





Oğlu yazdı.





Baba: “Sil,” dedi.





Oğlu tekrar sildi…





Baba sordu: “Kâğıt hala beyaz mı?”





Oğlu: “Evet. Ama mesele nedir?”





Baba oğlunun omzuna vurdu ve:





“İşte evlilik de böyledir, bir silgiye ihtiyacı vardır…





Evlilikte hanımından göreceğin ve hoşuna gitmeyecek bazı durumları silmek için bir silgi taşımalısın yanında…





Hanımın da öyle bir silgi taşımalı beraberinde, senden sadır olacak ve hoşuna gitmeyecek şeyleri silmek için.





Zira evlilik sayfası bir kaç gün içinde kapkara olacak…





Kadının huyu para yokken; erkeğin huyu da para çokken anlaşılırmış.





Her halükârda sınavda olduğunu unutma…





Sınavı kaybedersen, iki cihanın da harap olur.





Eşinden sevgi ve saygı bekliyorsan; Sen de ona göstereceksin.





Almadan vermek Allah’a aittir.





SİLGİ VE BİLGİ





ikisi de 5 harftir.





Başlarındaki harfleri atarsak geriye ilgi kalır.





İlgi olmadan ne silgiye ne de bilgiye ulaşabilirsin…


ŞARAP, RAKI, KANSER



ŞARAP kanserli hücreleri öldürmek için mucizevi bir üründür.
Ona pek çok erdem atfedilir ama en ilginci kistler ve tümörler üzerindeki etkisidir.
Kolon, göğüs, prostat, akciğer ve pankreas gibi 12 tür kanserin habis hücrelerini yok etmektedir.
Şarabın bileşikleri kanserli hücrelerin büyümelerini yavaşlatarak kemoterapide kullanılan Adriamicin'den 100 defa daha etkilidir.
Geniş spektrumlu bir anti mikrobik etkendir özellikle bakteri enfeksiyonlarına ve mantarlara karşı.
Aynı zamanda içimizdeki parazitlere ve solucanlara da etkilidir, yüksek tansiyonu da düzenler.
Sinirsel problemlerle savaşan bir anti depresandır.
Rakının tarihi de bu kadar eski ve zengin olmasa da yukarıdaki yararlarına ek olarak nezle, soğuk algınlığı ve gribimi de geçiren tek ilaçtır.
*****
Aşağıdaki bilgiler de literatürden.
En az 10.000 yıldır içilen şarap ilk bulunan, her derde deva bir ilaçtır.
Her hastalık için içilirken ve de özellikle bazen fazla alınınca keyif verdiği de görülmüştür. Ve en zor hastalık olan psikolojik rahatsızlıklar için de en iyi ilaç olmuştur. Yan etkisi de halen görülmemiştir.
Her şeyin aşırısı zararlıdır. Sıcağın, soğuğun, güneşin, ilacın, uykunun, sevginin. Şarabın bile.
3.000 yıllık batıklarda bulunan en çok malzeme şarap kaplarıdır.
En yaygın uluslararası ticaret malı idi.
Anayurdu Anadolu'dur, Trakya'dır. Müslümanlığın orta çağının başladığı 13. yüzyıla kadar da kalitelileriyle, çokluğu ile ünlüydü. Yine de Anadolu'da 2.000 yılına kadar yaşamayı başardı.
ŞARAP MAHZENDE YILLANIR ..( Alıntı )


Aşkın Rengi


Aşkın rengi kırmızı mı?
Yedi renkli mi?
Dört mevsimli bahar mı?





Mart geldi.
Tekir kedim aşk sarhoşu.
Karakış,bora fırtınada,
Köyümüzü kurtlar bastı.
Mino köpeğim.
Kurtların peşinde.
Çingene güzeli sevgilim,
Yalın ayak,şarapçıya kaçtı.





Aşkın rengi kırmızı mı?
Yedi renkli mi?
Dört mevsimli bahar mı?





Cemal Borandağ
17 Ocak 2019 Tuzla-İstanbul
Şiir anne gibi şefkatlidir.Yaşam enerjisidir.


Her gün aynı



Her gün aynı yoldan tarlalarına çalışmaya giden bir gelin-ile kaynana varmış...
Aynı yol üzerinde evleri olan iki adam, gelinle kaynanayı gözlerine
kestirmişler...bunları nasıl hallederiz diye düşünmeye başlamışlar...
Bir gün, gelinle kaynana tarlaya giderken ortalığı yıkan bir ağlama
sesi duymuşlar.. Sesin ne taraftan geldiğini anlamak için durup
dinlemişler . Sesin kulübeden geldiğini anlamışlar..çıkalım bi bakalım,
demişler..gidip kapıyı çalmışlar... Adamlardan biri açmış..
Kaynana:
'Hayırdır' demiş 'ne oldu,niçin ağlıyorsunuz ? '
Adam:
'Cenazemiz var...En sevdiğimiz arkadaşımız öldü.Buyrun içeri sevabınıza bir fatiha da siz okursunuz'
Gelin kaynana içeri girmişler...giriş o giriş...!!!! Adamlar işlerini halletmişler..
Neyse.Gelin kaynana evden çıkmışlar...
Gelin kaynanasına sormuş:
'Ana be, naapcaz şimdi ? '
Kaynana cevap vermiş:
'Valla gelin seni bilmem ama ben yedisine de gelicem, kırkına da, sevaptır'


Arzuhalci ...



Eski, çok eski dönemlerde kazançlı işlerden biriydi arzuhalcilik. Zamanla yaldızları dökülen yazı emekçiliğinin İstanbul'dan Anadolu kentlerine, kasabalara yayılması Cumhuriyet'in ilanından sonra olur. Anadolu'daki arzuhalcilerin en ünlüsü Kemal Sadık Gökçeli'dir..





Komünizm propagandası yaptığı iddia edilen bir
çocuğun işkencede adını vermesiyle, Kemal Sadık partinin kurucu
üyelerinden biri olduğu gerekçesiyle gözaltına alınır. Daktilosunun
arkasında boş kaldığı zamanlar öyküler yazan arzuhalci Kemal Sadık üç ay
hapis yatar.





Oysa çocukla birbirlerini hiç tanımazlar. Neyse ki
olayın, arzuhalcinin doğru sözlü, zulüm karşısında boyun eğmeyen,
ezilen inanların haklarını savunan kişiliğinden rahatsız olanlardan
kaynaklandığını anlayan yargıç, beraat kararı verir. Kemal Sadık,
adliyeden çıkarken yanına gelen bir görevli, yargıcın kendisini odasında
beklediğini söyler.





Arzuhalciyi karşısına oturtan, kahve ikram
eden yargıç, onun hayatını değiştirecek konuşmasını yapar : "Sizi mahkûm
edeyim diye çok baskı yapıldı bana. Çukurova'da kalmayın. Hemen
İstanbul'a gidin. Orada, Yeni Cami'nin arkasında da arzuhalcilik yapar,
hayatınızı kazanabilirsiniz.





Sizi burada öldürecekler. Yazık
olacak öldürülürseniz. 'Bebek' hikâyenizi ben de okudum, karım da okudu.
Çok sevdik. O edebiyattan iyi anlar. Hattâ merakından bugün sizi görmek
için mahkemedeydi. Kadınların içinde. Ben fazla anlamam, ama Türkçeyi
kullanma ustalığınıza hayran oldum.





Bana söz verin, buralarda durmayacağınıza dair.."
"Bebek", Kemal Sadık'ın ekmeğini kazandığı daktilosunda yazdığı öyküdür
ve yayımlanmamıştır. Hakimin sözlerinden, öykünün mahkemeye jandarma
tarafından delil olarak sunulduğunu anlar. Hakimin karısı belki de onun
yeteneğini ilk keşfeden okurudur. Ama ne okur ! Sevdiği yazarı görmek
için mahkemeye giden, kocasına suçlananın çok yetenekli bir yazar
olduğunu, özgürlüğü verildiğinde edebiyatın en büyük kalemleri arasına
gireceğini söyleyen bir okur.





Ve düşüncelerinde yanılmayan .... Kemal Sadık Gökçeli'yi bizler "YAŞAR KEMAL" olarak tanırız...


14 Ocak 2019 Pazartesi

Samiko'ya Tebliğ


Samiko'ya tebliğ gelmis Vergi dairesinden. Defterlerini alıp gitmesi gerekiyor!
Beşbuçuk atmış tabii Samiko, Rebeka'ya demiş:
-En eski, solmuş, lekeli ne varsa ver giyeyim, vergi dayresine yideceyim!!!
Kafa dağınık, yolda koşarken, karşılaşmış Albert ile!!
-Nereye boyle Samiko?
-Sorma!! cagirdilar vergi dayresinden, tefterleri istiyorlarmis! ! Ben de dedim Rebeka, "ne varsa eski ver giyeyim!!"
-Olur mu bre Samiko? Boyle daha tikkat çekersin! Diyecekler bu maksus giyindi boyle yirtik-pirtik!
-Eeee?
-Ne eee?? Yit eve, giyin daha orta bir sey!!!
Samiko bir koşu dönmüş eve. Rebeka görmüş, şaşırmış!
-Ah Dio Santo!!... Ne oldu???
-Yok birşey korkma!!! Yordum yolda Albertiko, bana dedi ne boyle giyindin yirtik-pirtik, ben da dedim boyle boyle.... dedi, yit eve, giyin daha normal bir şey!!!
-E hakli!!
Giyinmiş bir gömlek bir kazak, muhasebeci işi, çıkmış gene yola Samiko.....Karşı dan gelmiş İzak....
-Hade bereket, Samiko, nereye bu telaş???
-Sorma, İzakito... çagirdilar sabah sabah vergi dayresinden! !!Boyle.. .boyle...Çiktim yidiyordum, yolda yordum Albertiko... dedi olmaz böyle yirtik yitmek, git eve deyiş dedi, ben de giydim bu kazak, yidiyorum şimdi....dua et olmaz mi???
-Sen vazio'musun??!!! Boyle de olmaz ki?? Giyi kostum kravat!!! Normal gorün, adamlar desin, bunun korkacak bir seyi yok!!!!
-Sen da haklisin!!
Dönmüş gene eve Samiko.....Rebeka şaşkın...
-Sorma!.. yordum yolda İzak, dedi yit eve kostüm giyin!!! Desinler ki bunun korkacayi birşey yok!!!
Kostüm gravat, çıkmış gene yollara..... Oooo karşıdan gelen kim?? Yeşua!!
-Meraba Samiko?? Nereye??
-Meraba, ..meraba Yeşua... kusura bakma, sora konusuruz... ..cagirdilar sabah sabah vergi dayresinden! Boyle. ..boyle.. .ciktim yidiyordum, yolda yordum Albertiko... dedi olmaz boyle yirtik yitmek, git eve deyis dedi, ben de giydim bir kazak, yidiyordum.. . yordum yolda İzak... dedi sen vaziosun!! boyle daha kotu..dedi kostum giyeyim, ben de degistim, yidiyorum şimdi.....bakalim ne olacak???
-Bre Samiko bre!!!! Ben da seni akilli saniyordum, sen delimisin??? Oyle onun bunun dediği ilen mi kaniyorsun?? ? Herkes birsey soylemis!!!! cik cik cik.... Yideceksin hahambasina! !! O en iyi bilir sen ne yapacaksin!! !!
Kafasını kaşımış Samiko....... Yesua haklı!!! Dooogru hahambaşına!. .......... .........
Kapıdaki birkaç merdiveni nefes nefese çıkmış..tam kapıdan girecek..... .Kapı açılmış, nefis bir genç kızla burun buruna gelmiş.
-"Buyrunnnn!" demiş, yol vermiş çıksın,.... dalmış içeriye, hahambaşının yanına..
-Sorma sayin hahambaşi...sabahtan yit -yel, yit- yel bittim.. bittim...Çardilar vergi dayresinden, tefterleri istiyorlar.. Giyidim yirtik- pirtik, yolda gördüm Albertiko. .. dedi olmaz böyle yirtik yitmek, git eve deyiş dedi, ben de giydim bir kazak, yidiyordum.. . yordum yolda İzak... dedi sen vaziosun!! böyle daa kötü..dedi kostüm giyeyim, ben de değiştim, yidiyordum ki, yordum yolda bizim Yeşua, dedi deli olma, en iyisi yidesin hahambaşi!!! O sana söylesin, akil versin....Ben da işte yeldim...Para Dio! söyle bana!!! ne yapmam lazim?????
Hahambaşı bir an için durmuş....düşünmüş...sakalını sıvazlamış..... sonra demiş:
-Bak Samiko olum...Bunun cevabi açikkk ....çok açikkk!! .......Çook basitttt!!!
-Nasin yani????
-Az once buradan bir genç kiz cikti, yordun mu onu????
-Eveet!! Kapida karsilastik! !! Yuzel bir kiz!!!
-Eveeet... İşte senin cevap o!!!....Pazara evleniyor... dügün var........ yelmiş bana sormaya : Dügünde mini giyeyim???midi giyeyim?? Maxi giyeyim????
-Ben de ona dedim: "Bak yavrum, ister mini giyin, ister midi, ister maxi.. ne giyersen giy ; Pazar aksami seni zikecekler!! ! Annadiiiiinnn ?


HAYAT BİR TREN YOLCULUĞUDUR..


Doğarken bindiğimiz trende anne ve babamızla tanıştık. O zamanlar onların hep bizimle seyahat edeceklerini sanıyorduk.





Oysa
istasyonun birinde onlar trenden ineceklerdi ve bizi yolculuğumuzda yalnız bırakacaklardı.





Zamanla
trene başkaları da bindi
ve bizim için önemliydiler. Kardeşlerimiz,arkadaşlar, çocuklarımız,
hatta hayatımızın aşkı...





Bir çoğu inmiştir, arkalarında üstelik de kalıcı bir boşluk bırakarak.
Kimisinin de eksikliği o kadar farkedilmez olmuştur ki, yerlerinin boşluğunu bile farkedememişizdir..





Bu tren yolculuğu neşe, keder, hayaller, beklentiler, merhabalar, Allahaısmarladıklar ve vedalarla doludur.





Burada başarı,
tüm yolcularla iyi ilişkilerde olmaktır. Bunun için de elimizden gelenin en iyisini
yapmalıyız..





Ancak,
hepimizin karşı karşıya olduğu bir muamma var:





Hiçbirimiz hangi istasyonda ineceğimizi bilmiyoruz.
İşte bunun içindir ki,
En iyi şekilde yaşamalı,
en iyi şekilde sevmeli, affetmeli, olduğumuzun en iyisini yansıtmalıyız.





Burası çok önemli
çünkü trenden inip de yerlerimizi boş bırakacağımızda
yaşam treninde yolculuğa devam edeceklerde güzel anılar bırakmalıyız.





Öyleyse
yaşam treninde size iyi yolculuklar diliyorum.





Çok sevgi verin, başarı biçin!





Son olarak da, trenimde yolcu olduğunuz için her birinize teşekkür ederim.





Ha, unutmadan!
Şahsen trenden bu yakınlarda inmeye hiç niyetim yok!





Yine de,
ola ki indim,
sizinle seyahat bir zevkti!





İyi ki binmişsiniz!
(Alıntıdır)


Ve..... TANYA SALLANDI İPİN UCUNDA


1942 yılının Ocak ayıydı.. Bu günler.. Moskova buz kesmişti.. Öyle soğuk bir yel esiyordu ki, ölüm bile üşüyordu.. Moskova yakınlarında bir cenaze töreni.. Gömülen 18 yaşında bir genç kız.. Sessiz sedasız... Gencecik bedeninin üstü buzlu toprakla örtülüyordu.. Mezarın başındaki tahtada şunlar yazıyordu.. Zoya Kosmodemyanskaya.. Doğum 1923 Ölüm 1941.. Kimdi bu Zoya Kosmodemyanskaya? Niye ölmüştü? Zoya, “yaşam” demekti.. 1923 doğumluydu.. Rusya'da eğitimli bir ailenin kızıydı.. Babası kütüphaneci, annesi öğretmendi.. Kitaplarla büyümüştü.. Daha 15'nde Puşkin'i, Tolstoy'u, Cervantes'i, Goethe'yi, Shakespeari'yi okumuş, Beethoven ve Çaykovski dinlemişti.. 16'sında Sovyetler Birliği Komünist Parti gençlik örgütü “Komsomol”a katılmıştı... 1941 yılının Haziran ayıydı.. Nazi Almanyası Rusya'ya saldırmıştı.. Her gün yeni bir yer işgal ediliyordu.. Zoya 18'ine yeni basmıştı, gönüllü olarak askere yazılmıştı.. Annesi karşı çıkmıştı.. Ama dinlememişti..
“Düşman bu kadar yakınken başka ne yapabiliriz?” demişti..
Kısa süreli bir silah eğitiminden sonra Partizan'a katıldı.. Kod adı Tanya oldu.. saçlarını kestirdi.. Gören erkek sanıyordu.. Görevi Moskova çevresinde işgal altındaki köylerde Naziler'e baskın yapmaktı. Tarih 25 Kasım 1941 idi.. Tanya Alman süvari alayının karargah kurduğu Petrischevo'yu basacaktı.. Köye gizlice sızdı.. At ahırları ve Alman Nazilerin kaldığı evleri ateşe verdi.. Tam uzaklaşacak bir Rus işbirlikçisinin ihbarıyla yakalandı. Elbiseleri çıkarılınca kadın olduğu anlaşıldı.. Naziler gece boyunca işkence ve tecavüz ettiler.. Sordular.. Bilmiyorum dedi.. Sordular.. Söylemem dedi.. Sordular.. Konuşmam dedi.. Sır vermedi.. Sadece kod adını söyledi.. Tanya.. Naziler çılgına döndü.. İşkence ve tecavüz sabaha kadar sürdü.. Ertesi gün kar üstünde yürürttüler Tanya'yı.. İşkenceden tüm bedeni mosmordu.. Köy meydanında dar ağacını kurdular.. İki makarna kasası.. Yağlı urgan ve cellad.. Tanya tabureye çıkarken gülüyordu.. Urgan boynuna takılmadan kendisini izleyen yurttaşlarına bağırdı.. “Yoldaşlar! Neden bu kadar kasvetlisiniz? Ölmek için korkmuyorum! Halkım adına öleceğim için mutluyum!” Sonra Nazi askerlerine döndü.. "Siz beni şimdi asıyorsunuz ama yalnız değilim.Biz iki yüz milyon insanız.Hepimizi asamazsınız." Cellad tabureyi çekti. Tanya 18'nde ipin ucunda can verdi. Naziler ibreti alem için Tanya'nın cansız bedenini haftalarca idam sehpasında asılı tuttular.. İki aya yakın her önünden geçen Nazi askeri cansız bedeni dipçikledi, tekmeledi. Soğuk havada beden çürümedi ama morardı ve şişti.. Sovyet Ordusu 1942 yılının Ocak 20'sinde bölgeyi ele geçirince, idam sehpasından indirildi ve gömüldü.. Tanya'nın idamı tarihte bir dönemeçti.. Naziler'in yenileceğinin müjdesiydi.. Gömülmeden çekilen fotoğrafları tüm Sovyet askerlerine dağıtıldı.. Ve emredildi.. "Düşmana saldırırken, Tanya'yı düşünün."
Nazım Hikmet şöyle yazdı Tanya için.
"Tanya, Senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi,
Seni astılar memleketini sevdiğin için, ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim..
Tanya, sen asılan partizan, ben hapiste şair.
Sen kızım, sen yoldaşım. Resminin üstüne eğiliyor başım."
Hayatını vatanına halkına ve inandıkları yolda yitirenlere bin selam olsun


Bir Cumhuriyet Öğretmeninin anısı...


Bir gün öğretmenler odasında sınav kâğıtlarını okuyordum. Bir yandan da kız öğrencilerin yanlış olan cevaplarını silip, sınıfı geçecek notu alacak şekilde düzeltiyordum. Öğretmenler odasına giren bir beyin bu durum dikkatini çekmiş. Neden kız öğrencilerin sınav kâğıtlarını değiştirdiğimi sorduğunda cevabım şu oldu:
***
‘Bu kızlar eğer sınıfta kalacak olurlarsa babaları okuldan alıp 12-13 yaşında evlendirecek. Ama sınıflarını geçerlerse evlilik yaşları en az 15-16 olacak. Hem en tembel öğrenci bile derste mutlaka bir şeyler öğrenir.’
***
Yarım saat kadar sonra okul müdürümüz beni yanına çağırdı. Öğretmenler odasında ne yaptığımı sordu. Sınav kâğıtlarını okuduğumu söyleyince müdür
‘Peki bir bey gelmiş yanına ona ne söyledin’
diye sordu.
***
Öğretmen Okulundan yeni mezun olmuştum. İdealist bir yapıya sahiptim. Gençliğin verdiği güçle kızgın bir şekilde
‘Size beni mi şikâyet etti o bey’
deyince, müdür; o beyin müfettiş olduğunu yanına gelip kendisine
‘Müdür bey benim sizi teftiş etmeme gerek yok sizin zehir gibi gencecik öğretmenleriniz var kendisine teşekkürlerimi iletin’"
dediğini anlattı.
(Alıntıdır)


THY'nin İstanbul-Wien seferini yapan uçakta


Türk Hava yollarının İstanbul-Wien seferini yapan uçakta inişe doğru pilot anons eder;
-Sayın yolcularımız 25 dakika sonra Viyana hava limanına iniş
yapacağız, hava parçalı-bulutlu 15 dereceee ........AMAN
ALLAHIM!...............!!!





Ve anons o anda kesilir. Bütün yolcular panik halindedir. Ortalık çalkalanır.
Bir kaç dakika sonra ki bu yolcular için sanki yıllar kadar uzun sürmüştür;
Pilot;
-Sayın yolcularımız, kusura bakmayın sizleri korkuttum ama hostes
yanlışlıkla üstüme bir fincan sıcak kahve döktü, canım çok yandı,
pantalonumun ön kısmını bir görseniz...!
Arka sıralarda oturan bir yolcu bağırarak;
-O da birşey mi, sen bizim pantalonların arka kısmını bir görseniz...!


Yıl 1962..


Yıl
1962.. Cağaloğlu'ndaki bir köşe yazarının odasına üstü başı bakımsız,
kirli sakallı biri girer. Adını söyledikten sonra yazardan kendisine
yardım etmesini ister. Köşe yazarı, karşısındakinin içler acısı
durumundan büyük üzüntü duyar. Cüzdanını çıkararak istediği kadar alması
için adama uzatır. O da uygun bir miktar para alarak iki büklüm gözden
kaybolur.
**
Birkaç ay sonra tek sütunluk bir gazete haberi
köşe yazarının gözüne çarpar.. Haberde, İstanbul sokaklarında, bir çöp
bidonunun yanında bulunan bir cesetten söz edilmektedir. Fotoğrafa
dikkatle bakar, bu, para istemek için kendisine gelen adamdan başkası
değildir.. Emin Ersoy'dur.. Mehmet Akif Ersoy'un oğlu Emin Ersoy !...
**
Yıl 1985... Üsküdar Belediyesi, emekli maaşıyla geçinmeye çalışırken
hastalanan, zor ve bakımsız günlerin ardından gözlerini hayata kapayan
bir adamın cenazesi ortada kalmasın diye tüm masrafları karşılar.. O
unutulan insan, Tahir Ersoy'dur.. Mehmet Akif Ersoy'un torunu !..
**
Yıl 1991.. Beyoğlu'nda bir evin kiracıları, kirayı ödeyemedikleri için
sokağa atılırlar.. Onlar, Mehmet Akif Ersoy'un kızı ve torunlarıdır !..
İşte sizlere, "İstiklal Marşı" için devletin verdiği para ödülünü
almayan, ticarete alet olmasın diye de, "İstiklal Marşı"nı kitabına
almayan Mehmet Akif Ersoy'un Türk milletine emanet ettiği çocuklarının
yaşamlarından kahredici bir kesit..
**
Sunay Akın


Peder John'un Cumartesi gecesi


Peder John'un Cumartesi gecesi banyo zamanı gelmiş, genç rahibe
Magdalene Edwards, yaşlı rahibenin kendisine verdiği
talimata uygun olarak banyo suyunu ve havluları hazırlamıştı.
Magdelene ayrıca, eğer kendine hakim olabilirse Peder John'un
çıplak bedenine bakmaması fakat Peder'in kendisine söylediği
herşeyi yapması ve dua etmesi talimatını da almıştı.





Ertesi sabah, yaşlı rahibe Magdelene'ye Cumartesi gecesi
banyosunun nasıl gittiğini sordu.





- "Ahh hemşire," dedi genç rahibe rüyadaymışcasına. "Kurtarıldım".





- "Kurtarıldın mı? Bu harika şey nasıl oldu ?" diye sordu
yaşlı rahibe.





-"Şey, Peder John su dolu küvette yatıyordu. Kendisini
yıkamamı istedi. O'nu yıkarken, tanrının cennetin anahtarını sakladığını
söylediği bacaklarının arasına doğru elimi itti."





- "Öyle mi yaptı?" dedi yaşlı rahibe dümdüz bir sesle.





- "Ve Peder John, eğer cennetin anahtarı benim kilidime uyarsa,
cennetin kapılarının bana açılacağını ve kurtuluşumun ve ebedi huzura
kavuşmamın temin edileceğini söyledi ve sonra Peder John
cennetin anahtarını kilidimin içine soktu."





- "Gerçekten mi ?" dedi yaşlı rahibe daha da düz bir sesle.





-"Önce korkunç bir acı verdi, fakat Peder John kurtuluşa giden
yolun çoğunlukla ızdırapla dolu olduğunu, Ama daha sonra tanrının
güzelliğinin, içimi müthiş bir coşku ve zevkle dolduracağını
söyledi. Ve öyle oldu, kurtarılmak çok güzel bir duygu."





- "O günahkâr şeytan!" dedi yaşlı rahibe. "Bana onun, Cebrail'in
borazanı olduğunu söyledi ve ben kırk yıldır o borazanı üflüyorum!"


DARB-I MESEL.


😀😁😂





Sovyetler Birliği döneminde bir Almanı çalışmak için Doğu Almanya'dan Sibirya’ya göndermişler.





Adam mektuplarının sansür görevlilerince okunacağını biliyormuş, bu yüzden daha gitmeden dostlarına;
- Aramızda bir şifre belirleyelim, mektubu mavi mürekkeple yazmışsam,
söylediklerimi doğru diye anlayın. Fakat kırmızı mürekkeple yazmışsam da
yalan olduğunu bilin demiş.





Bir ay sonra dostları ondan ilk mektubu almışlar.





Mektup mavi mürekkeple yazılıymış.
Mektupta şöyle deniyormuş:
- Burada her şey harika. Mağazalar tıka basa gıda maddesiyle dolu.
Sinemalarda güzel filmler var. Daireler geniş ve lüks. Bulamayacağınız
tek şey kırmızı mürekkep.





Şimdiye kadarki durumumuz bu şekilde değil mi? İstediğimiz bütün özgürlüklere sahibiz, tek eksiğimiz kırmızı mürekkep.🤣


İnsan Geçmiş


İnsan Geçmiş Kısa Tarihi Ve Yaratığı Teknoloji İle Karşı Karşıya Gelmesi
Prof. İbrahim Ortaş, iortas@cu.edu.tr





İnsan Ne Zaman İnsan Oldu? Tarihini tam biliyor muyuz?
Dünya üzerinde yaşayan bütün insanların geçmiş kısa tarihi hakkında çok
az bilgimiz var. On küsur yıl kadar önce tarihimizi 10 000- 13.000 yıl
olarak tahmin ediyorduk. Ancak, iletişim ve ulaşımın yakın geçmişe kadar
sınırlı olması, bilimsel teknolojilerin yetersizliği nedeniyle bazı
alanlara ulaşmak ve araştırma yapma şansımız yeterli olmadığından
geçmişimizi tam anlayamadık. Ancak son yılarda karbon C14 yöntemi ile
geriye yönelik yaş tayınları yapılabilmektedir. Ülkemizde Şanlıurfa’da
ortaya çıkan Göbekli Tepe kazıları ile tarihimiz 15 000 yıl öteye
gittiği kanıtlandı. İnsan doğada olmayan tarım gibi gıda üretimi
teknolojisini yaratı (tarım devrimi), madeni harekete geçirdi (sanayi
devrimi) ve iletişim ağlar üzerinden insanları ve makineleri (iletişim
teknolojileri devrimi) ile birbirine bağladı. İnsanın geçirdiği önemli
evrelerden komünal düzenden yerleşik tarım hayata nasıl geçtiğini,
insanın gelişim ve değişiminin sonucu olarak sanayi devrimi ile madene
nasıl şekil vererek alet yaptığını. Bu aletleri geliştirerek ulaşımı
hızını artırdığını ve bugünde binlerce km hızla uzayın derinliklerine
ilerlediğinin kısa tarihini yaşadık ve yaşıyoruz. Son yüz yılda insanlık
geliştirdiği birçok teknoloji ile yaşamın önemli sırlarını çözdü ve
teknolojinin ekonomilerine katığı artı değerle gelişme yönünden ilerledi
ve yaşamlarını daha da kolaylaştırır oldular. Ancak halen bazı
toplumlar teknolojiyi yaratamadı ve istenilen ölçüde
kullanamamaktadırlar. Bazı toplumlar halen neyin ne olduğunu ve nasıl bu
denli toplumların birbirimizden farklılaştığımızda anlamıyorlar.
İnsanlık tarihinin önemli kısmını oluşturan besin arayışı savaşları ve
keşifler ve bunların sonunda yaratılan teknolojiler yaşamı
kolaylaştırdığı kadar yeni sorunlarda çıkardı. Bugün insanlık kendi
elleri ile yaratığı çevre, iklim değişimler ve hepsinden önemlisi yapay
zekânın esiri olma sorunlarını sorgulamaya başladı bile.
İnsan
bilinci geliştiği günden beri geçmişini sorgulayarak günümüze kadar
birikimini büyüterek geldi. İnsanın yaratığı bilgi birikimi ve yaşamını
kolaylaştırmak için harekete geçirdiği teknolojinin sonuçlarının insana
yarar mı zarar mı getirdiği günümüzde sıkça sorulmakladır. Son yıllarda
dünyanın oluşumu ve geçirdiği biyolojik evrimleri, yaşamı tarihi
bütünlüklü olarak sorgulayan ve analiz eden önemli yazarların kitapları
yayınlanıyor. Bu kitapların bir kısmı başucu eser niteliğindedir.
Elektronik çağın yaratığı imkânlar ile çok sayıda kitap hızlı bir
şekilde yayınlanıyor. Günde binlerce kitabın yayınlandığı günümüzde bir
insanın bütün yayınları okuma ne yazık ki mümkün değil. Ancak bu
kitaplardan bilgi kirliliğinden arınmış ve bizleri doğru
bilgilendirdiğinden emin olduğumuz kaynakların okunmasını önermek okumak
isteyenler için yaralı olabilir. Son dönemde yayınlanan ve okunmasında
yarar gördüğüm bir iki kitap geçmiş ve gelecek arasındaki ilişkilerin
sağlıklı kurulması yönünde önemli ve ufuk açıcı bilgi sağlamaktadır.





Teknoloji İnsanı Esir mi Alacak?
Gerd Leonhard 1961 yılında Almanya’da doğmuş, İsviçre’de yaşayan,
insanlık ve teknoloji arasındaki tartışmalarda uzmanlaşmış bir Avrupalı
fütürist. 2015 yılında WIRED Dergi’sinin “Avrupa’nın En Etkili 100 İsmi”
listesine adını yazdırmayı başarmış bir yazar. Teknolojiye Karşı
İnsanlık (İnsan ile Makinenin Yaklaşan Çatışması) adlı kitabı insanın
yaratığı teknoloji le yaşayacağı sorunları işleyen okumaya değer önemli
bir kitap. İnsanı düşündürten ve sorular sordurtan bir kaynak.
Leonhar’dın yazığı “Teknolojiye Karşı İnsanlık” kitabının işlediği
konular bir sonuç veya olabilecek olası sorunları karşısında insanlığın
sorgulaması gereken durumları açıklıyor. Teknolojinin insan hayatında
yaratığı etki vazgeçilmez ancak teknolojinin esi olma ve onun etkisinden
kalmanın yaratığı veya yaratacağı kaygı hep sorgulanır olmuştur.

Ancak ondan önce insanlığın doğa ile nasıl baş edebildiğini, doğayı
nasıl anlayıp ondan yaralanmaya başardığının anlaşılması bakımından
Jared Diamond’ın yazdığı Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabı ve Yuval Noah
Harari yazdığı “Sapiens - İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” kitapları son
derce önemli bilgiler sunmaktadırlar.





Tarım Devrimi Dünyanın Sağlıklı Sürdürülebilirliği İçin Ne İfade Ediyor?
Jared Diamond’ın yazdığı Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabı insanlık
tarihinin geçirdiği evrelere ilişkin önemli soruları soruyor ve bilimsel
kanıtlar sunarak ufuk açıyor ve bilim tarihçilerine de analiz etme
şansı sunuyor. İnsanlığın tarım tarihine de ışık tutan kitap jeoloji,
biyoloji, coğrafya dil dilbilim gibi birçok konudaki bilgileri aynı
eksende birleştirmeyi başarmış bir kitap. TÜBİTAK yayınlarında çıkmıştı
sanırım şimdi başka bir yayın evi yayınlıyor. Geçmişten günümüze yaşamın
gelişim evrelerini anlamak için her üniversite öğrencisinin mutlaka
okumasında yarar var.
Bir savaş tarihçisi olan Yuval Noah Harari
yazdığı Sapiens “İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” kitabında da benzer bir
yaklaşımla insanın nasıl insan olduğu işlenmektedir. İnsanın geçirdiği
Tarım, Sanayi ve İletişim Teolojileri büyük dönüşümlerinin sonucunda
bugün dünkü insandan farkı bir konuma gelmiştir. Doğayı anlamış, doğanın
kuralarını matematik üzerinden teknolojiye dönüştürmüş ve bugün
yaratığı yapay zekâ teknolojinin esiri haline mi geliyor durumundadır.
Aslında bu kaynakların en önemli özelliği insanın doğayı nasıl
anladığını ve bundan nasıl yararlanarak bilgi üretimini nasıl ilmik
ilmik ördüğünü de satır aralarında göstermektedir.
Harari yazdığı
İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Jared Diamond yazdığı Tüfek Mikrop ve
Çelik ve diğer benzer içerikli kitapları insanların üzerinde yaşadığımız
dünyaya on küsur bin yıllık kısa tarihini ve yaşamlarının nasıl
geliştiğini ikna edici ve bilimsel bir yaklaşımla din-ırk ayrımına
girmeden anlatması geçmişimizi tanımamıza yarımcı oluyor. İnsanlık
tarihini anlamak için bu tür kitapların bilimsel esaslara dayalı olarak
popüler dil tekniği ile anlatılması ve yazılması geniş kitlerin
okunmasını da sağlar. Nature dergisi kitap için “Son yıllarda insanlık
tarihi hakkında basılmış en önemli ve okunaklı kitaplardan biri” diye
yazmış.
M. İlin - E. Segal iki Sovyet yazarın yazdığı “İnsan Nasıl
İnsan oldu” kitabı da insanın ilkçağlarından bu yana geçirdiği evreleri
çok sade bir şekilde anlaşılır bir dille yazmışlardır. İnsanı en büyük
merakı olan geçirdiği evreleri anlam isteğine iyi bir kaynak. İnsanın
dününü anlaması bugünü anlamamıza yarımcı olacak nitelikledir. İnsanın
insan olması sürecinde insanın doğayla ve insanın insanla olan savaşımı
sonucu oluşturduğu toplumsal ortam, sistem ve kültürlerin anlaşılması
bakımından önemli bir eser. İnsanın en önemli özelliği olan
yaratıcı-kurgucu olmasının oluşturduğu bugün ki bilgi birikimini anlamak
bakımından kitabın işlediği konular çok önemli. Dünyanın değişik
bölgelerinden insanların yaratığı etkilerin bir araya getirilerek
yaratılan etkiler insanlığın kısa tarihin ayrı bir özetidir.

Bunlara benzer içerikte yazılmış kitapların biz inşalarda yaratığı en
önemli yönleri bilimsel bilgi vermeleri yanında çok değişik konularda
düşünme alanlarımızı artırmayı ve geçmişe dair çok farklı sorular
sormamızı sağlamaktadır. Tarım yaparak iyi mi yaptık? Yazı neden icat
edildi? Hangi faktörler teknoloji yaratmaya insanlığı yönlendirdi? Neden
bazı insanlar teknoloji yaratabiliyor da bazıları yaratamıyor. Bundan
binlerce yıl birlikte yola çıkan ve hiç bir şeyleri olmayan insanların
bazıları bugün düşünme güçlerini kullanarak, sistematik çalışma ile
bilgi ve teknoloji yaratarak önden koşarken, bazıları bu yarışta geride
kaldılar. Bazısı saate binlerce kilometre hızla uzaya giden araç
yapabildi, halen bazıları çıplak ve tabanlara kuvvet ile yalın ayak yol
almaktadır.
Fütürist Gerd Leonhard’nun kitabını da bu çerçevede
özetleyecek olursak yukarıda bahsettiğim üretilen bilginin yaratığı
ileri teknolojinin yaratığı çok önemli bir sorunu insanlığın önüne
koymuş bulunuyor. İnsan ile makinenin yaklaşan çatışmasını anlattığı
kitapta çok da tahmin edemediğimiz çok sayıda olasılıkları ve sorunlar
üzerinde düşünmemizi sağlıyor. Teknoloji doğal olarak insanın rahat
yaşaması için yaratıldı. Ancak bugün yapay zekâ ile teknolojiden korkar
durma geldik. Çünkü IQ’si çok yüksek bir yapay zekâ hayatımızı kontrol
ederse ve bizi makine ile karşı karşıya getirse. Belki makinenin fişini
çekmemize bile müsaade etmeyecek. Belki yakın gelecekte yazdırın
belirtiği gibi derimizin altına yerleştirilecek olan elektronik cipler
bizi rahat da uyutmayacak. Olası riskler ve yapay zekânın yaşamımıza
nasıl dokunacağını anlatılan kitap üzerinde düşünmemiz gereken durumları
önümüze koyuyor.
Yapay zekâya sevinelim mi yoksa korkalım mı?
Yapay zeka insanı insan muhtaç etmekten kurtaracak mı? Yoksa bazı
toplumlar bazı toplamların esiri mi olacak?





Teknoloji İnsan Yaratmıyor, İnsan Teknoloji Yaratıyor Ve İnsan Amacına Uygun Teknoloji Yaratıyor
Geçmişte yaşadığımız ve birikimli bilgimizin analiz edilmesi bakımından
yazılanları çok çok önemsiyorum. Gerçekten insanın gücünü ve doğayı
bütünlüklü anlamak için bu tür kaynakları okuma gerekir. Gerd Leonhard
kitabı için diyor ki “kitapta şunları savunuyorum: Gelecekteki bilim-
teknoloji araştırmalarına, bu alandaki gelişmelere, bunların
ticarileşmesine yönelik yatırımları gerçekleştirirken karar verme ve
yönetişim süreçlerinin merkezine, insan mutluluğunu ve esenliğini
koymalıyız; çünkü en nihayetinde teknoloji, aradığımız şey değil, arama
yöntemimizdir”. Sanırım burada amaç ve araçları iyi anlamak zorundayız.
Ne aradığımızı iyi bilmek zorundayız. Bulduğumuzun ne anlama geldiğini
de bilmek zorundayız. Ezbere yaşayarak, kulaktan duyma ile değil bir
fiil paçaları sıvayarak suyun içine girer gibi tarihin derinliklerinde
nerden nereye geldiğimizi okuyarak öğrenmek zorundayız. Kendimizi ve
geçmişte yaşadıklarımızı, ne tür zorlukları aştığımızı bilmek
zorundayız. Bilemez isek hiçbir şeyin kıymeti olmaz. Yaşamı anlamlı
yaşmak için gençlerin bu kaynakları okumasını öneririm.
6 Aralık 2019
Adana,


Dahi Filozof Sakallı Celal..



Sakallı Celal deniz bakanı olan bir paşanın oğlu olarak dünyaya gelir.
Yaşıtları oyuncaklarla oynarken o kendi kendine harfleri öğrenerek ev
halkını şaşkına çevirir. İlkokul çağında konaktaki odasından çıkmaz,
durmadan deniz lisesine giden ağabeylerinin kitaplarını okur. Babasının
"henüz yaşın küçük" demesine direnerek Fransızca dersleri aldırmalarını
sağlar. Kısa zamanda mükemmel derecede Fransızca öğrenir. Dönemin en iyi
eğitim veren okulu olan Galatasaray Lisesi’ne, 1896 yılında kayda
gittiğinde hazırlık okumasına gerek kalmadığını, Fransızcayı çok iyi
bildiğini söyler ve bunu kanıtlar.





Galatasaray Lisesi’nde iken
derslerinde olağanüstü başarılar elde eder ve aynı okuldaki ağabeyi
Nihal’ı geçmeye çalışır. Bu sırada subay olan ağabeyi Cemal’in padişahın
despot yönetimine başkaldırdığı için Beyazıt Meydanı’nda asılacağını
duyar. Korkuyla meydana koşar, asılanlar arasında ağabeyi yoktur fakat
ömür boyu sürgüne gönderilir. Bu, Sakallı Celal için ilk travmadır.
İkincisi ise; aynı okuldaki ağabeyi Nihal’ın ölümüdür. Atletik bir
vücuda sahip Nihal barfikste çalışırken başının üzerine düşer ve
hayatını kaybeder. Celal’in dünyası başına yıkılır.
En büyük ağabey
Kemal ise deniz subayı ve gemi mühendisi bir mucittir. “Havanın
oksijenini yakan bir makine’’icat etmiş ama bununla ilgili çizimler
yanlışlıkla bir manavın eline geçip “kesekâğıdına’’ dönüşünce uygulama
olanağı bulamamıştır.





1907’de mezun oluncaya kadar Galatasaray’da
geçirdiği 11 yıl, Celal’in özgür, bağımsız, aydınlanmacı kişiliğinde
çok etkili olur. Mezuniyetine az bir süre kala aşığı olduğu okulu ile
birlikte bütün kitapları ve anıları yanar. Bu onun için ağabeyinin ölümü
gibi ağır bir darbedir. Uzun süre kendine gelemez.





Okulunu
bitirir. Muhteşem bir Fransızcası ve elinde her kapıyı açan Galatasaray
Lisesi diploması vardır. Basit memurluklar gözüne küçük gelir. Tevfik
Fikret Galatasaray Lisesine müdür olunca bu dahi adamı elinden kaçırmaz
ve okulda öğretmenlik yapmasını sağlar. Celal, Nazım Hikmet gibi birçok
gence ders verir.





Bir süre sonra devlet Fransızcası kuvvetli 35
genci sınavla Fransa ve İsviçre’ye yükseköğrenim için gönderir.
Kazananlardan biri de Celal’dir. Sorbonne’da Siyaset Bilimi okumaya
Fransa’ya gönderilir. Kendisi Makine Mühendisliği okumak ister fakat
bunu hocasına söyleyemez. Sonra ailesine mektup yazarak devlet
büyüklerinden Makine Mühendisliğine geçmesini sağlamalarını, kabul
etmezlerse kendi paraları ile okutmalarını rica eder ama ailenin maddi
imkânı gayet yeterli olmasına karşın bunu reddederler. “Devlet neyi
uygun görmüşse onu tahsil et’’ cevabını alır. Bir daha asla kesmemek
üzere o gün sakalını uzatmaya başlar. Fransa’nın en büyük yazar, şair ve
düşünürleriyle fikir alışverişinde bulunur. Hür beyni daha da
aydınlanır. “Devletin parasını yediğimiz yeter’’ deyip diploma almadan
ülkesine döner.





Üsküp’e Fransızca öğretmeni olarak gönderilir.
Burada öğrenciler ve halk kendine hayran kalır. Kendi parasıyla okulun
önüne futbol sahası yaptırır. Fransa’dan toplar getirtir. Öğrencilere
don ve fanila diktirir. Futbol’u öğretir. Fakat bölgedeki yobazlar onu
şikâyet ederek okuldan attırır. Sebebi; futbol günahmış. Çünkü Yezit’ler
Hz. Hüseyin’in başını keserek yerde top gibi oynamışlar, futbol onu
temsil ediyormuş.





İstanbul’a döner. Trablusgarp’ta Mustafa Kemal
ve askerlerinin zor durumda olduğunu öğrenir. Bir tekneye mühimmat
doldurup yola çıkar. Fakat yolda İngiliz devriye teknesi yollarını
kesince arkadaşları “silahımız var vuruşalım’’ derler ama o karşı çıkar;
“ silahları değil aklımızı kullanacağız’’. Muhteşem dili ve siyasi
bilgisi ile İngiliz komutanına bu silahları Fransızlara direnen Tunuslu
mücahitlere götürdüklerine inandırır ve Mustafa Kemal’e ulaştırır.






Silâhaltına alınmak ister ama “ülkeye öğretmen lazım’’ denilerek
Kastamonu Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak gönderilir. Fakirlik,
hastalık ve cehaletin olduğu bir dönemdir. Şehirde frengi vardır,
bununla mücadele eder. Öğrencilere Fransızcanın yanı sıra tarih ve hayat
bilgisi dersleri verir. Yobaz zihniyet onu bir kez daha hedef alır.
“Dini bütün yerde başı açık geziyor, çocuklara Fransız devrimini
anlatıyor, ayaktopu oynatıyor günahtır” diye İstanbul Eğitim
Bakanlığı’na şikayet ederler. Görevden alınır.





İzmit Lisesi’ne
gönderilir. Burada büyük şair Yusuf Ziya Ortaç ile tanışır. Sakallı
Celal öldükten sonra şair onun arkasından; “Celal beyin cenazesine
gitmedim. İnsan kendi tabutunun arkasından yürüyebilir mi?” diyerek
dostluklarının büyüklüğünü gösterecektir.





Sakallı Celal buradan
Ankara Lisesi’ne müdür yardımcısı olarak atanır. Burada da öğrencilerine
sürekli aydınlanmayı, akıllarını kullanmayı ve hurafelerden uzak
durmaları gerektiğini öğütler.
“Çocuklar evlerinde ve camide din
öğrenebilir ama Fransızca öğrenemez’’ diyerek din dersi saatini
azaltarak Fransızca derslerini arttırır.
Okulun lağımı taşar, kimse
ilgilenmeyince kendisi açar. Koskoca müdür yardımcısı bu işi yapar mı
diye ona işten el çektirirler. Sakallı Celal tepki olarak diğer gün bir
boyacı sandığı bulur ve okulun önünde öğrencilerinin ayakkabısını boyar.
Mevzuatı delerek Türkiye’de ilk kez İstanbul’dan bir bayan öğretmen getirtir ve atamasını yaptırır. Çok büyük tepki alır.
Bakanlıktan bir yazı gelir. Yazıda “Yükseköğrenime öğrenci ihtiyacı
olduğu için son ve bir önceki sınıfların durumlarına bakılmaksızın mezun
edilmesi gerektiği’’ yazmaktadır.
Hiç beklemeden burası “boyacı küpü’’ değil diyerek bir daha öğretmenliğe dönmemek üzere istifa eder.






Aydın’a incir fabrikasına işçi olarak gider. Fabrika yönetimine ve
üreticilere incir ve üzüm tarımının geliştirilmesini, taşınmasını,
kurutulmasını ve paketlenmesini modern tekniklerle öğretir. Fransızca
bilen, muhteşem silah kullanan ve fabrikanın karmaşık makinelerini tamir
edebilen bu adam gözde biri haline gelir ve “ustabaşılığa’’ getirilir.
İşçilere okuma yazma ve Fransızca öğretir. Fabrika sahibine modern
teknikleri, çiftçiye ise kooperatifleşmeyi öğretir. Hasta bir işçi ve
fakir bir köylüye maaşını verdiği için komünist diye şikayet edilir.
Polis evini basar, evde komünizme ait belgeleri bulamayınca yerini
sorarlar.
Sakallı Celal ise kafasının içini göstererek “İşte burada’’ diye cevap verir.
Sağ işaret parmağı makineye sıkışır ve ucu kopar. Soranlara “O zaten komünist parmağımdı bir şey olmaz’’ cevabını verir.






Hakkındaki iftiralara dayanamaz evindeki bütün eşyaları işçilere
dağıtıp bir çuval kitapla Ankara’ya döner. Oradan da İstanbul’a…

İstanbul’da onu tanıyan dönemin en büyük şair, yazar, avukat ve
kalburüstü aileleri evlerine sohbetini dinlemek için davet ederler.
Çünkü muhteşem bilgisi ve konuşma yeteneği vardır.
Çöpçülerin aldığı
maaşı düşük bulur. Bunu protesto etmek için Vali konağının önünü
süpürmeye başlar. O sırada oradan geçen Rasih Nuri İleri ile hocası
Profesör Kerim Erim geçmektedir. O günü İleri şöyle anlatır; “Hocam,
Profesör Kerim Erim bir anda fırlayıp yerleri süpüren sakallı bir
çöpçünün elini öpmeye başladı.’’





Sakallı Celal Maddi sıkıntı
çekse de hayatı boyunca kimseden para yardımı kabul etmez. Elinde
büyüyen Mehmet İsvan çok zengin bir iş adamı olur hocasına hesap açar
fakat öldükten sonra tek bir kuruşuna dokunmadığını görünce baygınlık
geçirir.





Hayatı boyunca hiç sigara ve alkol kullanmaz. Maddiyata asla önem vermez.
6 haziran 1962 yılında hayata gözlerini yummadan önce vasiyetinde;





“Mustafa Kemal’i seviyorum. Ona olan tahmin edilmeyen güçlü özlemimle ölüyorum. Onu öpmek, koklamak isterdim.’’





Kaynak olarak kullandığım Orhan Karaveli’ye ait “Sakallı Celal’’ isimli eserde şöyle diyor büyük üstad;
Tek isteği vardı Sakallı Celal Beyin; Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan
giderek aydınlık günlere ulaşması… Bu uğurda bir şeyler yapabilmek için
“bin dikene katlandı’’. Kim bilir, yeterince yararlı olamamanın
üzüntüsüyle göçüp gitti.





“Ya bir de bu günleri görseydi’’ dostlar…





30.12.2018





Bekir Yıldız


Tanıdığım en ilginç insan ''ARDAŞ''


2010 yılının son
günleriydi. Ankara’da, bir parkta arkadaşımı beklerken kitap okuyordum.
Yanıma orta yaşlarda, saçı sakalı birbirine girmiş, kirli, kâğıt
toplayıcısı bir adam geldi. Kâğıt topladığı el arabasını biraz ileriye
bırakıp selam verdi.





Elimdeki kitaba bakarak ‘’Psikanalitik
kuramın babası’’ dedi. Doğru söylemişti, Freud’un Aforizmalarını
okuyordum. Şaşırmıştım. Nereden biliyor bu adam bunları diye düşünürken
cebinden bir poşet çıkarıp tütün sarmaya başladı. ‘’O kitapta şöyle
yazıyor’’ dedi;





‘’Bir gün dönüp geçmişe baktığınızda, mücadelelerle geçen hayatınızın en güzel yılları olduğunu fark edeceksiniz. ‘’





Freud’un en sevdiğim sözünü ezberlemişti. O an anladım ki bu boş bir adam değil.






Tanışıp, sohbet etmeye başladık. İsmi Ardaş’mış . Ankara Üniversitesi
Matematik bölümünü bitirdikten sonra annesiyle Almanya’ya gitmişler.
Orada bir şirketin muhasebe işlerini yapmaya başlamış. Evlenmiş, kızı
olmuş. Türkiye’ye 10 yıl sonra ilk kez annesinin cenazesini getirmek
için gelmiş. Annesini defnettikten sonra geri Almanya’ya dönmüş. Güzel
bir düzeni varken trafik kazasında eşini ve kızını kaybetmiş. Geri
Türkiye’ye dönmüş. İlk zamanlar işsiz kalmış. Komilik, valelik,
temizlikçilik yapmış. Hakaretlere dayanamayıp hepsinden ayrılmış.
Kimseden iş istememiş. Kağıt toplamaya başlamış.





Gözlerinin içine
ilgiyle bakarak dinlediğimi gördükten sonra beni yaşadığı yere davet
etti. 2 gün sonra yılbaşı gecesiydi. Ne yapacağını sordum. ‘’Şatomda
olacağım’’dedi. ‘’Beni de kabul eder misin?’’ dedim. ‘’Memnun olurum’’
dedi.





2 gün sonra, yılbaşı akşamı Ardaş abinin Şato dediği
balıkçı barınağına benzer ahşap kulübeye geldim. İçerisi düzenliydi ama
biraz kirliydi. Bunları hiç umursamadım çünkü kulübenin 2 duvarı boydan
boya kitaplarla doluydu. Tahtadan raflar yapmış kitapları onlara
dizmişti. Yaklaşık yarım saat kitaplarına baktım. Bölüm bölüm ayırmıştı.
Neler yoktu ki; Bocacio, Bacon, Shakespare, Nobakov, James Joyce,
Nietzsche, Tolstoy, Gorki, Kafka, Freud, Kant, Kierkegaard…





Bir
bölümde Almanca dergiler, Le Monde ve The Independent gazetelerinin eski
sayıları vardı. Ortada kütükten masası duruyordu. Üstünde keten
bezinden yaptığı tütün tabakası, divit kalem, hokka, radyo ve tahta
bardak vardı. Mum yanıyordu içerde fakat gayet aydınlıktı içerisi.





Bir köpeği vardı, adı ‘’Kimyon’’.






Kedisine ‘’Şamkat’’ adını vermişti. Neden ‘’Şamkat’’ dedim. Bir gün
haberim yokken hamile kalmış dedi. Başka açıklama yapmadı. Sonra
araştırınca öğrendim; Şamkat yazılı edebiyatta yer alan ilk fahişenin
ismiymiş.





O gece Ardaş abi bütün hayatını ayrıntısıyla anlattı.
Harika Türkçesi vardı. Cura çaldı. Şiir okudu. Sadık Gürbüz’ün ‘’Demiri
Toz Ederler’’türküsünü Almanca söyledi. Felsefe konuştuk. İşçi sınıfını
konuştuk. Ölen kızını anlattı. Alman barlarını anlattı. Kitap hediye
etti. 1 şişe cin içti. 1 paket Cici Bebe(Bebek maması) yedi. Gözleri
doldu. 30 kalem sarma tütün içti. İçtikçe kendinden geçti. Sabaha karşı
istemeye istemeye çıktım büyülü şatodan.





1 gün sonra parkta buluştuk, döner yedik, demli çay içtik, politika konuştuk, bolca küfür ettik.






Aradan 1 hafta zaman geçtikten sonra her gün geldiği sokak dönercisinde
karşılaştık. Şatosunda bir akşam ‘’Şamkat’’ mumu deviriyor perde
tutuşuyor, kendine bir şey olmuyor ama ahşap kulübe ve içindekiler
yanıyor.





O gün başka hiç konuşmadı. Elinde torba benzeri bir şey
vardı. Eşiyle kızının mezarına su dökmeye gideceğini söyledi. Ayrıldık.
Bir daha da hiç görmedim. Çok aradım ama bulamadım.





Okul
gazetesinde ‘’Ardaş’ın Şatosu’’ ve ‘’Şamkat’ın Yangını’’ isimli iki yazı
yazdım. Yazıları bulabilirsem siz değerli dostlarımla paylaşırım.





Ardaş abi bir yerlerde okursa bu yazıyı beni ve dostlarımı kendinden mahrum bırakmayacağından eminim.





24.12.2018





Bekir Yıldız


Jack arkadaşı



Jack arkadaşı Mike'a Pastör' ün karısıyla sevişeceğini bu nedenle kilise
ayininden sonra Pastör'ü cemaat dağıldıktan sonra birsaat oyalamasını
rica eder.
Mike bundan hoşlanmaz ancak sonuç olarak arkadaşı olduğundan kabul eder.
Kilise cemaatinin dağılmasından sonra, Mike pastör'ü yakalar ve en anlamsız sorularla pastörü oyalamaya başlar.
Sonunda saçma sorulardan sıkılan Pastör Mike'a kızar ve böyle ne kadar devam edecek der.
Mike utanır ve sıkılır ve sonunda Jack'in kendisini ayinden sonra
oyalamasını istediğini ve bu sürede Pastörün karısı ile sevişmek için
pastörü oyalamasını rica ettiğini itiraf eder.
Pastör arkadaşca elini Mike'ın omuzuna koyar ve gülümseyerek;
"Benim karım 1 sene önce öldü. Sen eve gitmek icin acele etsen iyi olur".😂


TÜRKLERDE KADIN...


"Rabia Arapça’da “dördüncü” demektir.
Öyle sanıldığı gibi mübarek ve anlamlı bir isim değildir.
Çünkü Arap kültüründe, kız çocukları insandan sayılmadığı için, kızı olanlar isim vermez numara verirlerdi.





Vahide isim değildi, birinci demekti. İlk doğan kıza verilen numaraydı.





Saniye ikinci demekti, ikinci kızı olana verilen numaraydı.





Selase ve Bite isimleri üçüncü demekti, üçüncü doğan kızlara verilen numaraydı.





Rabia da dördüncü demekti, dördüncü doğan kıza verilen numaraydı.
Bizimkilerde Rabia’yı çok mübarek ve çok dini içerikli bir isim
zannederler, bilmiyorlar ki Araplar, insandan saymadığı ve isim vermeye
lüzum görmediği kız çocuklarına işte böyle numara takarlardı, tıpkı
otomobillere takılan plakalar gibi.!





Dünya kurulduğundan beri kız çocuklarını, diri diri toprağa gömen kültüre sahip tek millet Araplardı.
Bunun esas sebebi ise, tefecilik yapan, fahiş faizlerle verdikleri
paraları ödeyemeyen kişilerin kızlarına, karılarına el koyup pazarlayan
insafsız ve ahlaksız, Arap egemenlerinin eline düşmesinden korkan
Araplar, yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek bu
akıbetten koruduklarını zannederlerdi..





Peki o çağlarda Türk’ler nasıldı?
Türk’ler kız çocuklarına, hatunlarına değer veren, onları önemseyen,
insan yerine koyan, komutanlar ve hakanlar gibi yetiştiren tek tanrılı
dine mensup bir milletti.
Ve insan hakları açısından da çağdaş kültürün örneklerini vermiş önder uluslardandı.





Eski Türkçe’de “namus” sözcüğü yoktu çünkü namussuzluk nedir bilmezlerdi!





Türk geleneğinde kadın arkadaştı, kadın anneydi, kadın sevgiliydi, tek başına bir devletti.





Ne zaman ki Türkler müslüman oldu, arap kültürü geldi, kadın kadın olduğuna bin pişman oldu.!
Kadın dövmek malesef Türk’lerin arap kültürüyle tanıştıktan sonra başlayan bir olaydır.
Eski Türk kültüründe, örfünde kadın her zaman el üstünde tutulurdu.
Tarihe geçmiş Cengizhan’ın eşi için söylediği
“Ben sizin han’ınızım, bu da benim han’ım” sözleriyle dilimize yerleşen “hanım” kelimesi de bunu göstermektedir!
Yani KADIN EVİN HANIYDI,"





(Alıntıdır)


Don Davası


Halepli Abdürrahim Efendi uzun entarisi ile dolaşır, altına don
giymezmiş. Bir gün Halep çarşısında dolanırken şiddetli bir rüzgâr
çıkmış, entari havalanmış. Halepli Abdürrahim Efendi'nin açıkta kalan
maslahatını herkes görmüş. Esnaf kendi arasında homurdanmış,
bu uygunsuz durumu Kadı'ya kadar duyurmuşlar. Kadı da Abdürrahim
Efendi'yi adaba mugayir davranışlarından dolayı yargılamak üzere
mahkemeye çağırmış. Dava görülmeye başlamış. Kadı kimlik tespiti
yaparken sormuş: "Evli misin?" "Evliyim, dört karım, dört de cariyem var" "Kaç çocuğun var?" "Dur hele Kadı Efendi düşüneyim?"
Halepli Abdürrahim Efendi başlamış düşünmeye, düşünürken de parmak
hesabı yapmaya... "Birinci karıdan altı çocuk, ikinciden dört
çocuk, üçüncüden iki kızım var ellerinden öper." "On iki etti, başka?"
"Küçük karıdan da üç çocuk, cariye kullarından ikişer çocin yaygın olduuk daha..."
Bizimki sadece sayı söylüyor, hesabı Kadı yapıyor:
"On dokuz etti... Başka?" "Başka yok Kadı Efendi; hanımlardan üçü
hamile, cariye kullarından da ikisi yüklü." "Yani beş çocuk daha
yolda?"
"Sayende Kadı Efendi..." Halep Kadısı bu ifade üzerine biraz düşünmüş,
uzun kır sakallarını karıştırmış. Karşısında boynu bükük duran
Abdürrahim Efendi'ye uzun uzun baktıktan sonra "Yaz kâtip" deyip
hükmünü açıklamış:
"Halep'te mukim, Abdülmecit'ten olma Razıya'dan
doğma, Abdürrahim Efendi'nin don giymeye fırsat bulamadığından... beraatına!"..