25 Mayıs 2016 Çarşamba

KUL AHMET

Kul Ahmet 1932 yılında Bozlar köyünde doğdu. Asıl adı Ahmet Kartalkanat'tır. Babası sonradan Kantarma köyüne yerleşen, Mehmet beydir. Mehmet bey ise Pazarcık'ın Köroğlu köyüne yerleşmiş olan Sinamilli aşiretinden Bilal ağanın oğludur. Köroğlu denince, benli dmne de akla gelir. Köroğlu'nun karısıdır benli döne. Pivayetlere göre Bilala ağanın nenesi benli dönenin soyundandır. Nereden nereye! Köroğlunun soyundan biri yirmi birinci yüzyılda bir ozan olarak karşımıza çıkar.

Yalnız bu kadar mı? Ozanın nenesinin babası Mehmet dede, tarikatın piri idi ve Mehmet dede'de bir ozandı. Babası da saz çalan şiir söyleyen biri... Kul Ahmet 1 yaşında iken babası ölür. Hatice ve Fidan adında iki kardeşi ile öksüz kalır. Annesi Memeiş diye biri ile evlendirilir. Kul Ahmet çok acı çekerek büyür. İlk okulu bitirir ve 12 yaşında saz çalmaya başlar. O yıllarda Aşık Veysel'in yolu oralara düşer. Kul Ahmet Aşık Veysel'e hayran olur. İlk dersini ondan alır. Bundan böyle her gördüğü ozanın peşine düşer. Birşeyler öğrenebilmek için. Kul Ahmet'in çabaları boşa gitmez. Sonunda ünlü bir ozan olur.

Hayatının bundan sonrasını Kul Ahmet şöyle anlatıyor;

“Askerlik görevimi yaptıktan sonra akrabalarımdan Halil ağanın kızı Ayşe'ye gönlümü kaptırdım. Araya rakipler girince babası kızını bana vermek istemedi. Bende kızı kaçırdım. Babası bizi yakalattı. Bu yüzden Maraş hapisanesinde 1 yıl hapis yattım. TBMM'ye mazum dilekçe yazarak affımı istedim. Suçsuz bulunduğum için bırakıldım.

Sazımı aldım gurbete çıktım. Muş yöresinde Zeynep adlı yörük kzını sevdim. Babası Hüseyin Ağa kızı önce bana nişanladı. Sonra da paralı birine vermek için vazgeçti. Zeynep'te başkasına varmamak için ağu içti intahar etti. Bu acılarla bu kez Bağdat'a gittim. Sonra yine Anadoluya döndüm. Daha sonra Ankaraya geldim. Ve halden anlayan ehli diller can dostlar buldum.

Ankara'da Ali Tatlıbal beyin kzı fatma ile evlendim. Ve karımı çok sevdim. Mehmet ve Kenan diye iki oğlumuz oldu. 1971 de karım kalp yetmezliğinden öldü. Hem de ameliyat masasında. 2 oğlum yetim kaldı. Ben de onları Ankara Atatürk çocuk yuvasına vermek zoruında kaldım. Bu acılar içinde Anadoluyu karış karış dolaştım. Aşık Veysel Aşık Mahsuni ile arkadaşlık yaptım. Ankara da devlet dairesinde 7 yıl çalıştım. Avrupa ülkelerini şimdiye kadar 5 sefer dolaştım. Radyo ve televizyonlar da değişlerimi çaldım söyledim. Ekmek paramı ozanlıkla kazandım.”

Kul Ahmet sazı ile sözleri ile bu yurdun bu toprakların ozanıdır. İnsanlığa hizmet etneyi barış içinde yaşamayı kendine yol etmiştir. Türklüğü öven bir ozandır.

Annem Türktür babam Türktür soyum Türk
İlim Türktür vatanım Türk köyüm Türk
Ay yıldızlı bayrak bir de Atatürk
Ordu ile sancak askerde benim

Bu duyguları aşılayan Kul Ahmet içten bir Atatürkçü ve yurtseverdir. Pek çok değişi halkın dilinde türkü olarak dolaşmaktadır. İnsanlık Türklük ve yurt sevgisi ile doludur.

Dedim kaşın zülfikar mı?
Dedi ki yay
dedim cemalin ne güzel
dedi ki yay
dedim seni seviyorum
dedi ki vay
dedim elden gönlün varmı?
Dedi ki yoh yoh
dedim şirin huyun mudur?
Dedi ki he
dedim melek soyunmudur?
Dedi ki he
dedim gurbet köyün müdür?
Dedi ki he
dedim başka ilin var mı?
Dedi ki yoh yoh
dedim koynun nedir?
Dedi ki cennet
dedim ki iki gülün varmış?
Dedi ki a bu hayat
dedim senin yarin kimdir?
Dedi kul ahmet
dedim başka yarin var mı?
Dedi ki yoh yoh

Bayan yoh yoh Esin Avşar tarafından zevkle okunarak halka sevdirilmiştir.
-Esin Avşar Kul Ahmet'i sahneye çağırarak türkünün telif ücretini ödemek istediğini söyledi.
- Kul Ahmet te benim telif ücretim sadece yanağından bir öpücüktür deyip sarılarak öpmüştür.
Ozanlarımız böyle gönlü bol insanlar. Şimdi Pazarcık meydanında Kul Ahmet 'in heykeli dikilmiştir.
Yakışıklı ve uzun boylu ozanımıza yakışanda budur.
Halk edebiyatının gelenek ve törlerine içtenlikle uyan kul ahmet ozanlık niteliklerine tümüyle sahiptir. Acı dolu hayatı onu ozanlığın yüksekliğine çıkarmıştır. Halkımızı ulusal birlik ve beraberliğini isteyen değişlerinde ve düşünce ve duygularını aşılayan içten bir Atatürkçü ve yurtseverdir.

Köy türkülerinin en güzellerini arkasında büyük olaylar gerçekleşir. Bütün köyü saran düğün dernek büyük bir müjde olur. Arkasından kızıl kandil türküleri yakılır. Bütün köyü bütün memeleketi saran bir bela belirir. Bir deprem bir sel felakaeti bulaşıcı bir hastalık... arkasından türküler yine göz göz açılır. Düğün dernekler geçer, depremler afetler geçer türküler arkasından iz bırakır. Yerine yenileri yakılır. En güzel köy türkülerinde bizi saran bir tazeliğin özü güzeli yabana atılacak gerçek değildir. Ben köy türkülerinin delisiyim.

“ Bu notlar Kul Ahmet'in hayat hikayesi kitabından alnmıştır”

CEMAL BORANDAĞ 17 MAYIS 2016 İSTANBUL

Evinize Enerji Yükleyiniz!

Enerji Yüklenmeyen Evde Hastalıktan ve Sorunlardan Kurtulamazsınız! Sürekli kötü günler mi geçiriyorsunuz! Bu günlerin ardı arkası kesilmiyor mu? Sürekli hastalanıyor, çevrenizdekilerde hasta, insanlarla kavganız bitmiyor mu? Negatifler üzerinizden eksik olmuyor mu? Siz ve çevrenizdekiler, yani hepiniz negatif enerji hamalı haline gelmişsiniz demektir...

Evinizin içinde onlar (3 harfle) ve kötü enerji var demektir. Unutmayın Evren enerjilerin doğru kullanılmasıyla yaşanılır hale gelir, kötü ruh ve kötü enerji yaşamınızı etkiler. Siz! Evet siz! Bir sabah Kalkıp dinç ve enerjik olarak yaşamı selamlamak istiyor musunuz? Çok basit tekniklerle düşük olan enerjiyi titreterek yüksek enerjiyle şarj olabilirsiniz...

Bunu nasıl mi yapabilirsiniz. Size bir kaç küçük ipucu verebiliriz:

1. Temizlik - yatağınızı ve kanepenizi hareket ettirin. Eğer uzun süre bir kanepede ve yatakta v.d. Yatıyorsanız ve hiç yerinden kıpırdatmadıysanız sizin için üzgünüm. Birde o yattığınız yerde birkaç hastalık getirdiyseniz siz sürekli hasta olacaksınız. Çünkü dünyada kötü enerjinin hafızası vardır ve o hafızada aynı yerde durur. Kurtulmanın yolu yatağınızın yerini, yönünü değiştirin. Onu sallayın durgun enerjiyi aktif hale getirin.

2. Tuz - Tuz enerjiyi temizleyen inanılmaz bir mucizedir. Tuz kötü enerjiyi emer ve olduğu tüm mekanları da temizler. Evinize tuz lambası koymak, evinizin köşelerine tuz serpmek, evinizin içinde bir Köşeyi tuz köşesi haline getirmek mükemmel olacaktır. Tuz ama hangi tuz? Kristal Kozmik Tuz Olmalı! Tuz ile banyo yapın, Duvarları silin, halınıza tuz sepin. Tuz ile enerjiyi hareket ettirin.

3. Taze Hava alın, hava saf olduğunda, birde yağmur yağışı, fırtınası sonrasında havayı temizlemek için evinizin tüm pencereleri açınız Bu Soluduğumuz hava aslında bir kaç aydır nefes alamamanın eksikliğini giderecek aynı görünen ama sizin vücudunuzun farkına varacağı bir iklim olacaktır. Bu tür havaları teğerlendirin, yağmur yağdığı zaman kapıyı pencereyi sıkıca kapatmayın. Kar yağdığı zamanda öyle. Unutmayınız ki üşümek psikolojik bir durumdur.

4. Bir Bitki alın! - Bir bitki, canlı bir şey olması, evinizin enerjisini neşelendirmek için gereklidir. Bitkiler sıcak sağlıklı enerjik bir projedir ve gerçekten kozmik enerjiyi alır sizi mutlu eder, neşelendirir. Aynı zamanda evin doğal havasını dengeler, havadaki negatifliğinizden emerek hastalık faktörlerini azaltarak hastalığı ve kötü enerjiyi temizleyecek. İş yerinde de olmalı, bitkiler işyerindeki verimliliği artırır hastalanmazgün sayısını azaltabilir.

5. Mobilyaları Taşıyınız, en az altı ayda bir mobilyalarınızı yeniden düzenleyerek eski enerji kalıplarını kırınız! Gözünüzün alışkanlığını değiştirip yenilediniz. Feng Shui, teknikleri sizin evinizin ve işlerinizin içinde ve Etrafında müthiş faydalar sağlayacaktır. Değiştirin ve farkı hissedin. Bu evinizin etrafına enerji taşımak için denenmiş bir yöntemdir. Sizin enerjinizi yükseltecektir.

6. Adaçayı Tütsüsü; Bu en güçlü tekniktir ve sık sık kullanınız. Eğer evinizde kavgalar eksik olmuyorsa, mutsuzsanız, depresyondaysanız hem yukarıdaki anlattıklarımızı yapınız hemde evinizin içinde yürüyerek Adaçayı Tütsüsü yapınız. Amerikan yerlileri bu yöntemi binlerce yıllık Kültürünün bir parçası olarak uygulamıştır. Siz de deneyin. Faydasını göreceksiniz. Evinizde negatif enerji var ise bize yazınız. Yardımcı olabiliriz. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.

Çeviriyi Yapan: Maranki KOBİK Ekip. Kaynak

Günün son dersinin sonuna gelinmişti.

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu. Öğretmeni, onun bu halini fark etti: - Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin? Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi: - Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim. - Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım? - Ahmet arkadaşımız var ya... - Evet, ne olmuş Ahmet'e? - Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor. - Eee? - Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz? Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu. Nurhan Öğretmen: - Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum? - Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum. - Nerede çalışıyorsun? - Simit satıyorum. Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu. Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu: - Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu. - Çok zengin bir işadamı... - Niçin? - İnsanlara daha çok yardım etmek için... - Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı? - Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım. - Neden olmaz? - Üç sebepten dolayı olmaz. Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor. İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum. Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar. Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu: - Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi. - Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu? Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı. Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı. Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMIT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını. Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı... Ağladı... Ağladı. Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyi değilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın. Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın. Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin. Yeter ki boş durmayın! " Ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetlidir .

ABD’de bir askeri okulda ders olarak anlatılan

ABD’de bir askeri okulda ders olarak anlatılan Horoz ve Tilki Hikayesi! “Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış. Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor. Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.” Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.

Ünlü Basketbolcu Hidayet Türkoğlu eşiyle birlikte

Ünlü Basketbolcu Hidayet Türkoğlu eşiyle birlikte Eminönü’nde geziyordu. Önce akvaryumcuları dolaştılar. Kapalıçarşı, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı, derken Yeni Camii'nin önüne kadar geldiler. Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk vardı. Basketbolcu birden durakladı... Sonra simitçiye yaklaştı: - Simidin kaça koç ? - 300 Bin abi. Çıtır çıtır.... - Tezgahta kaç simit var ? - 70-80 tane var herhalde... - Hepsini alsam ne tutar ? - Hemen hemen 24 milyon. - Al sana 30 milyon... Farz et ki hepsini aldım... -Sağ ol abi... Sağ ol... Basketbolcu üç onluk çıkartıp simitçinin önüne bıraktı. Eşi şaşkındı. Üç beş adım yürümüşlerdi ki eşine yaklaşıp fısıldadı. - Hidayet sen deli misin ? - Yooo... - Peki yemediğimiz simitlerin parasını niye verdin ? - Boş ver, sorma. - Diyelim ki soruyorum. Hem de ısrarla soruyorum. - Öyleyse söyleyeyim. - Lütfedersiniz beyefendi. - Tablanın kenarı dikkatini çekti mi ? - Hayır. - Baksan görecektin. Tahtaya bir isim kazınmıştı. - Nasıl bir isim ? - Hidayet ! - Yoksa ? - Evet... O tezgah eskiden benimdi. (Bu hikayeyi, Hidayet TV8'de katıldığı bir programda kendisi anlatmıştır.) Düşündüren Bilgilendiren

Bir anneden kızına...

Bir anneden kızına... CANIM KIZIM, Yaşlandığımı gördüğün gün senden sakin olmanı rica ediyorum ama her şeyden önemlisi neler yaşıyor olabileceğim konusunda benimle empati kurmanı rica ediyorum. Seninle yürüyüşe çıktığımızda tekrar tekrar aynı şeyi söylüyorum ya, bana 'anne daha 5 dakika önce aynı şeyi söylemiştin" deme... Sadece beni dinle... Küçük bir çocukken sana aynı hikayeyi defalarca okumamı istediğin günleri hatırla...Banyo yapmak istemediğim zaman kızma ve beni utandırma, hatırla , sen küçük bir çocukken banyo yapmak istemediğin için benden nasıl da kaçardın ve ben bir bir tane bahane ile seni banyoya sokmaya çalışırdım... Yeni teknolojiler ve gelişmeler konusuna nasıl da cahil kaldığımı gördüğünde bana kızma, biraz zaman ver yeni şeylere alışmam için... Beni destekle... Hatırla canımın içi, sen küçükken nasıl da sen den beklenen pek çok şey vardı... Elbiselerini giymen, doğru yemek yemen, saçlarını toplaman gibi... Bana kızma... Sadece sakin ol... Seninle sohbet ederken sık sık ne hakkında konuştuğumuzu unuttuğumda kabalaşma, sinirlenme... Unutma... Benim için en önemli şey seninle olabilmek... Yaşlı ve yorgun bacaklarım artık eskisi kadar hızlı hareket edememeye başladığında, elimden tut tıpkı ilk yürümeye başladığın gün benim sana elimi uzattığım gibi... O günler geldiğinde üzgün olma , üzülme... Sadece benimle ol ve yaşlılık denen bu yola girdiğimde, hayatımın sonlarına doğru bana tek gerekli şeyin sevgi olduğunu unutma... Ve ben birlikte paylaştığımız bu sevgi dolu zamanlar için her zaman sana minnettar olacağım... Büyük bir gülümseme ve kocaman bir kucaklama ile sana söylemek istediğim tek şey seni ne kadar çok sevdiğimdir canım kızım...

Evimde misafir odası yok.

Evimde misafir odası yok. Evin her yerinde ailemle birlikte yaşıyoruz. Misafir için ayırdığım yemek takımlarım, çatal kaşık takımlarım da yok. En iyileriyle kendimiz yiyoruz. Misafir gelirse onlara da çıkarıyoruz bizimkilerin aynısından.... Biri evime geldiğinde evim dağınıksa panik de olmuyorum ben. Evimi değil beni görmeye geliyor benim sevdiklerim, sevenlerim... Bu yüzden ev dağıldı diye kızmam çocuklarıma, beraber dağıtıyor beraber topluyoruz. Şimdiye kadar çıkmayan tek bir leke olmadı yaptığımız faaliyetlerde. Hiç bir ev işi "anneee" diye seslenen çocuğumdan daha önemli olmadı benim için. Hiçbir zaman kızmadım büyükler sohbet ederken araya girip fikrini söyledi diye. Dinlemeyen büyükleri ikaz ettim aksine "yavrum size bir şey söylüyor" diye. Evimde mutluluktan daha fazla önemsediğim hiçbir şey yok benim. Bu yüzden beni mutsuz etmeye çalışan insanların ne söyledikleriyle de ilgilenmiyorum. Hayatıma kattığım insanları da böyle insanlardan seçmeye çalışıyorum. Ailemin huzuru, komşumun, akrabalarımın evimle ya da çocuklarımla ilgili ne düşündüğünden çok daha önemli. Bu kadar üzüp kasmayın kendinizi insanlar için. Şu ne der, bu ne der diye düşünmeyin, ev kirlenir, üzeri kirlenir diye engellemeyin çocuklarınızı ne olur. GERİ GETİREMEYECEĞİNİZ TEK ŞEY ONLARIN BU YAŞLARI OLACAK...

Ömer Hayyam 'Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun

Ömer Hayyam 'Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun, Cennet-i alâ meyhane midir? 'Her mümin'e iki huri' diyorsun, Cennet-i alâ kerhane midir? Tanrı bize cennette vaat ettiği şarabı, Niçin haram etsin bu dünyada, akla sığar mı? Bir sarhoş arap, devesini vurmuş Hamza'nın, Peygamber de yasak etmiş arap'a şarabı. Beni özene bezene yaratan kim? Sen. Ne yapacağımı da yazmışsın önceden. Demek günah işleten de sensin bana, O zaman nedir o cennet cehennem? Kim senin "yasa"nı çignemedi ki söyle? Günahsız bir ömrün ne tadı kalır söyle. Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen eğer, Seninle benim aramda ne fark kalır ki söyle. Tanrı bizi çamurdan yarattıgında, Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak. İşlediğim günahlar hep onun emriyledir, O halde cehennemde beni niçin yakacak? İsyan edip karşında duracağım, neredesin? Karanlığı, ışığa yoracagım, neredesin? İbadete karşılık cenneti alacaksam, 'Bağış mı ticaret mi' diye soracağım, neredesin? Kör cehalet çirkefleştirir insanları. Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verecek bir cevabım var elbet, Lakin bir lâfa bakarım laf mı diye, Bir de söyleyene, bakarım adam mı diye. Dünya, üç beş bilgisizin elinde, Sanırlar ki tüm bilgiler kendilerinde. Üzülme, eşek eşeği beğenir. Bir hayır var sana kötü demelerinde. Sen bu dünyanın sırrına eremezsin, Erenlerin dilini de sökemezsin. Öyleyse iç şarabı, cennet et dünyayı, Öteki cennete ya girer, ya giremezsin. Niceleri geldi, neler istediler. Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hic gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenler de hep senin gibiydiler. İçin temiz olmadıktan sonra, Hacı hoca olmuşsun kaç para. Hırka, tespih, post, seccade güzel, Ama TANRI KANAR MI BUNLARA? Sen sofusun hep dinden dem vurursun, Bana da sapık dinsiz der durursun. Peki, ben ne görünüyorsam O'yum, YA SEN NE GÖRÜNÜYORSAN O'MUSUN? Sen içmiyorsan içenleri kınama bari. Bırak aldatmacayı iki yüzlülükleri. ŞARAP İÇMEM DİYE ÖVÜNÜYORSUN AMA, YEDİĞİN HALTLAR YANINDA ŞARAP NEDİR Kİ? Ey kara cübbeli senin gündüzün gece, Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere. ONLAR YARATANIN SANATI PEŞİNDELER, SENİNSE AKLIN ABDEST BOZAN ŞEYLERDE. Ben kadehten çekmem artık elimi; Tutmam senin kitabını minberini. Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık. CEHENNEMDE SEN Mİ DAHA İYİ YANARSIN, BEN Mİ? Seni kuru softaların softası seni, Seni cehenneme kömür olası seni. Sen mi haktan rahmet dileyeceksin bana? HAKKA AKIL ÖĞRETMEK SENİN HADDİNE Mİ? Yaşamın sırlarını bileydin, Ölümün de sırlarını çözerdin. Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok. YARIN AKILSIZ NEYİ BİLECEKSİN? Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş! Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş! Şu durmadan kurulup dağılan evrende. BİR NEFESTİR ALACAĞIN, O DA BOŞTUR BOŞ!

Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer.

Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır. En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine kararverir. Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek neolduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.

Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra , çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silke leyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır. Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır! Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile.Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir. Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz.Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın. Mutluluğun 5 basit kuralını unutmayınız:

1. Kalbinizi nefretten arındırın - Affedin.

2. Düşüncelerinizi endişelerinizden arındırın - Çoğu zaten hiç gerçekleşmez.

3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.

4. Daha çok verin.

5. Daha az bekleyin..

ENTELEKTÜEL PARADİGMA

Kazı Bağırtmadan Yolmak

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış: "Selamunaleykum ey pir'i fani..." "Aleykumselam ey serdar'i cihan..." Padişah sormuş: "Altılarda ne yaptın?" "Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..."

Padişah gene sormuş: "Geceleri kalkmadın mı?" "Kalktık... Lakin, ellere yaradı..." Padişah gülmüş: "Bir kaz göndersem yolar mısın?" "Hem de ciyaklatmadan..." Padişahla Başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah Başvezire dönmüş: "Ne konuştuğumuzu anladın mı?" "Hayır padişahım..." Padişah sinirlenmiş: "Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. "Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam, başveziri şöyle bir süzmüş: "Kusura bakma.

Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim." Başvezir, yüz altın vermiş. "Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu." "Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi." Vezir kafasını kaşımış. "Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne emek?..." Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. "Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim." Vezir bir soru daha sormuş... "Geceleri kalkmadın mı ne demek?"

Adam bir yüz altın daha almış. "Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..." Vezir gene kafasını sallamış. Peki"Bir kaz göndersem yolar mısın", o ne demek... Adam gülmüş. "Onu da sen bul..."

Yediveren Yayınları | Kitap Okuyanlar | Kitap Çarşısı

Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer

"Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer; Hastayken yatağa girer dinlenirdim. Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim.. Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım.. Daha az konuşur, ama daha çok dinlerdim.. Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim.. Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer. Yerler leke olacak diye korkmazdım.. Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım.. Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım..

Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim.. Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum.. TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim.. Ömür boyu garantilidir denilen hiçbir şeyi satın almazdım.. Hamileliğimin bir an önce sona erip, doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim..

Bu o kadar nadir bir olay ki.. Mucize gibi bir şey.. Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla "Önce git ellerini yüzünü yıka" demezdim.. Onlara daha çok "seni seviyorum", ondan da daha çok "özür dilerim" derdim.. Ama başka bir hayat verilseydi en çok yapacağım şey; her dakikasını değerlendirmek olurdu.. Dikkatle bak.. Gerçekten gör.. Yaşa.. Vazgeçme.. Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç.. Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı beni ilgilendirmezdi.. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım.. Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin.. Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor.. Umarım her gününüzü değerlendirirsiniz.."

20 Mayıs 2016 Cuma

VE KADIN SUSAR.

Farklıdır kadın, derli topludur yaşamı, dağınık değildir yaşamı. Farklıdır kadın, düşünceleri incedir, girifttir, duyguları keskindir, önsezileri yüksektir. Büyük olaylarda soğukkanlı davranır kadın.
Kadın kıskanılmak ister ama aşırı sıkılmaktan hoşlanmaz. Kadın korunmak ister, sahiplenilmek ama değiştirilmekten hoşlanmaz. Kadın güvenmek ister erkeğe ama güven kontrolünü elinden bırakmak istemez.
Kadın sevdiği erkeğe bıkmadan usanmadan şans verir. Her şans verdiğinde ise, sevdiği bunu bilsin değerlendirsin diye anlatır, konuşur. İster ki sevdiği bu şansı değerlendirsin. Erkek ise bu konuşmaları ‘’dırdır, vır vır ’’ olarak algılar, dikkate almaz. Kadın ise ister ki dikkate alınsın. Çünkü her dikkate alınmadığında, kadının kalbinden bir bağ koparak sonsuzluğa düşer.
Ve bu şans vermeler, dikkate almamalar her tekrarlandığında kadının içinden onu sevdiğine bağlayan bir ip daha koparak sonsuzluğa düşer. Güven ipidir o, sevgi ipidir o, ipler koptukça her seferinde, kadının arkasında ki dağ da erimeye başlar. Farkındadır kadın, durdurmaya çalışır, durdurmaya çalıştıkça her seferinde daha çok konuşur ve erkek daha çok’’ dırdır, vır vır olarak’ algılar.
Kadının içinde ki son ip kopup sonsuzluğa düştüğünde, o ilişki de sonsuzluğa düşer. Ve susar kadın, dilsiz olur kadın, sessiz haykırır kadın, aslında bu bir suskunluk değildir kesin bir vazgeçiştir. Bu suskunluğun içinde kırgınlık vardır. Bu suskunluğun içinde vazgeçiş vardır. Bu suskunluğun içinde mutsuzluk vardır. Bu suskunluğun içinde yıkılmış, harabe olmuş hayaller vardır.
Erkek bunu anlamaz Ne oldu diye sorar? Ne oldu da bu kadın sustu? Merak eder telaşlanır ilgilenmeye çalışır. Ama o erkek ağzıyla kuş tutsa bile kadının içinde kopup sonsuzluğa düşen ipleri geri getiremez, kadının vazgeçişini engelleyemez. Kopan bağlar kopmuştur ve asla geriye gelmez. Kaybetmemek için elinden geleni fazlasıyla yapmış ve susmuştur kadın, vazgeçmiştir artık.

Mirza TAZEGÜL

İTHALİ


Pazarcık büyülü bir dünya. Hissin ve hayalin vatanı. Bütün ahenk süreçleri bütük katılıkları eriten narin bir güzellik. Toprakları bir masal sultanı kadar cömert balçıklarında altın başaklar fışkırır. Yağmurları hem insanları hem de tabiatın yüzünü güldürür.
Türk milletinin özündeki hoşgörü birlik ve beraberlik düşünceleri dayanışma ve yardımlaşma devlet oluşumunda oldukça etkili olmuştur. Bu bakımdan Anadolu'nun her karış torağı değerlidir ve buram buram tarih kokar. Belki de Anadolu'nun keşfedilen bilinen tarihi bilinmeyen keşfedilmeyen tarihinin yanında su damlası gibidir. Tarih özellikleri ile tanımadığımız birçok yerleşim yeri vardır. İşte gerçek kimliği ortaya konulmamış bekleyen yerleşim yerlerinden birisidir Pazarcık.
Gelenek ve görenekleri ile görülmeye değer alanlar ilçenin kenar yanıbaşında Kartalkaya Barajı olması ilçeye ayrı bir güzellik katar. Bu haliyle ilçenin doyumsuz bir manzarası vardır. Nasıl ki bir insanın kimliği varsa şehirleri ilçelerin ve köylerinde kimlikleri vardır. Bu yerleşim birimlerinin coğrafyamızın tarihimizin edebiyatımızın, yer altı ve yer üstü bütün maddi ve manevi bilinmesi ile mümkündür.
26 ağustos 1071 Malazgirt savaşından sonra artan Türkmen göçü sebebi ile 11.yy'da Türkmenlerin 2000 çadıra ulaşacak kadar olduğunu kaynaklardan anlıyoruz.
***
93 Rus harbinde göç edenlerin bir bölümü yukarı Pazarcığa yerleştirildi. Ovada Sinemili aşireti ve Kılıçlılar bulunuyordu. Kılıçlarda Malatya'dan gelerek Narlı ovasının bataklık balcıklı sinekli ve hastalıklı ovasına yerleştirildi. Daha ileri de de Gavur dağı gölü bulunuyordu. Genelde hayvancılık ve yaylacılıkla geçinini sağlıyordu. Osmanlı, halk ovaları daha verimli hale getirsin diye yaylacılığı yasaklamış. Yayla havasına alışanlar ovalarda epey hastalık ve sıkıntı çektikten sonra ovaya da alışmışlardı. Ovalar pamuk ve çentik tarlaları ile bereket fışkırmıştı. Halk ta epey zenginleşmişti. Artık yaylacılık verimli olmaktan çıkmış zevk ve sefa rahata düşkün aileler tarafından dağlarında eşkıyalar kaynamasına rağmen yayalacılığı terk etmeyenlerde vardı. İnsanları alışkanlıklarından vazgeçirmek oldukça zordu. Bağ ve bahçeler olduğu zamanda ve okulların açılacağı zaman hasat toplama zamanı yayladan dönerler ve bağ bozumu zamanı ayrı bir eğlenceye dönüştürülürdü. Düğünler dernekler bu zamanda yapılırdı. Hele ağır kış gecelerin de denkbejlerin masalları ile yaylada biriktirilen üzüm ceviz patlamış mısır eşliğinde yenilirdi. Kendimizin masal dünyasında yaşadığını hissederdik.
Anlatılan masallar cinli perili ise evlere gruplar halinde gider korka korka evlere girerdik. Hal bu şekilde yaşandığında devam ettiğinde nüfus çoğalıyor ihtiyaçlar artıyordu. 2.Dünya Harbinde gençlerini kaybeden Almanya iş gücünü telafi için Türkiye'den insanları çağırıyorlardı. Bando ile karşılanan Türk gençleri çok mutlu oluyorlardı. Dağda yayalada büyüyenler, ben okuyamamdım çocukların okusun diye varını yoğunu eğitime harcıyorlardı. Çünkü Atatürk'ün devrimleri ile birlikte halk uynamış köy enstitüleri açılmış kısa zzamanda okur yazar olmayanlar mektebin bacaları ders verir hocaları eşliğinde gece mekteplerine gidiyorlardı. İnsanlar bir kere uyanmaya görsün. Bir daha uyutamazsın. Bağları bahçeleri tarlaları yayalaları ailelerin geçimlerine yetmemeye başaldı. İnsanlar daha güzel yaşamak için sürekli bir çaba içindeydiler. Pazarcık yetmeyince Aşağı Pazarcık 1952 yılında kuruldu. Gaziantep'e bağlı idi. Daha sonra da Maraşa bağlandı. Halk zenginleştikçe zenginleşti. Almanya'ya göçler insanlar hesaplarını dolarla markla yapmaya başladılar. Anadolu aslanları Maraş Antep Kayseri zenginlikte birbiriyle yarışacak duruma geldi.
Ovadakiler zenginleştikçe 12 eylülden önce, Maraş'a kaçmış bazı kişilerin rahatı kaçtı. Bu seferde sağcılık solculukla insanlar birbirini kırmaya çalışıyorlardı. Sonra da büyük Maraş katliamı gerçekleşti. Sıkı yönetim ilan edildi. Daha sonrasında 12 eylül 1980 darbesi oldu. Artık Pazarcık Narlı Ovasında huzur kalmamıştı. İnsanlarda göç dalgası başladı. Anadolu müslümanı insanlarımız ne kadar güzel anlaşırken, bazende nifak tohumları ekenlerde oluyor.
!!-Maraş olaylarını Pazarcıkta planlamak istemişler. Bakmışlar ki demokratlar insanlar fazla Maraş içinde planlamaya almışlar. Şimdi de büyük ortadoğu projesinde Suriye'yi insansızlaştırmak ve topraklarını İsrail devletine teslim etmek planı Suriye'den kaçan 3 milyon insan da demokrat oylarının fazla olduğu Hatay Kilis Antep ve Maraş'a yerleştimek. Demokrat oylarını eritmek Pazarcık ovasına yerleştirilen Suriyelilerde aynı. Demokrat oylarının dengesini değiştirmek ve 2. Maraş olayının bir anlamada fitilinin ateşlemek. Tekrar kardeşi kardeşe kırdırmak planıdır. Suriye'den insan ithal etmek.- !!
Pazarcık nüfusu 300000 i bulması lazımken göç dalgası ile 30000 de kaldı. Herkes birbirini seviyor sayıyordu. Atatürk gençliği idik. Ne güzel idealllerimiz vardı. Herhalde insanları rahat bırakmamak gerekirdi. Onu nasılda başardılar. Ellerine ne geçti ise. İnsanları birbirini düşman etmek kırdırmak. Ama halk kısa sürede kendini toparladı. Tekrar dayanışma içine girdi. Belediye ellerinde kalanlar ile yeni kurulmuş yeni Pazarcık düzenleniyordu. Cetvelle çizilmiş caddeler modern bir şehir havası veriyordu.
Belediye başkınından sonra en çok sözü geçen gençlere 93 harbinde göçmen olarak gelen bir ailenin çocuğu olan Aliyi halkta çok seviyordu. Belediye zabıtası idi. Güzel kıyafeti ve ütülü pantolon gıcır ayakkabıları ile dikkat çekiyordu. Şapkası da heybet katıyordu. Kimin belediye de bir sorunu olsa Ali beye söyerler veya belediye başkanına söylerler sorun kısa zamanda çözülürdü. Çünkü yeni kurulmuş bir kasaba ve herkes birbirini seviyor sayıyordu. Ne sorunları olabilir ki?
Ali bey de orada halka göre okumuş yazmış mürekkep yalamış biriydi. Otoriterliği sert konuşmaları kendine güveni ondan geliyordu. Bir şey olacaksa olacak olmayacaksa denemeye değmez. Pratik zekalıydı. Sevilmesinin bir sebebi ise yalan dolan bilmez delikanlı adamdı. İnsanlar arasında nifak çıksa gecelerde sahneye çıkar hafif çakır kafa ile bir nutuk döktürürdü herkesin nutku tutulurdu. 1000 yıldır bir arada yaşıyoruz. Birbirimize kız alıp vermişiz. Kan kardeş olmuşuz. Aynı türkülerle halay çekmişiz. Aynı ağıtlarla ağlamışız. Düğünlerimiz derneklerimiz hep beraber yürüdük. İnsanlar zenginleştikçe bazıları çekemiyorlar herhalde. İnsanlar zenginleştikçe toplumda zenginleşir diye güzel nutuk çektikten sonra herkes Ali beyi tebrik ederdi.
Bahar aylarında doğa canlanır, yağmurlar bereketini verir çiçeğe durur tabiat. Hayvanlar, kediler ,köpekler çiftleşir çoğalır. Evlerin bahçeleri ,sokaklar , caddeler kedilerin köpeklerin yavruları ile dolar.Köpekler koruyucudur, kimileri alır büyütür bahçesine bağlarına tarlasına koyar bekçilik yaptırır.
Hasan da kahveye giderken, yanına bir köpek yaklaştı. Oda hayvanın başını okşamak istedi . Köpek bir hamle ile kolunu ısırdı. Canı yanan Hasan çok da ürkmüştü.
Baktıki hayvan temiz pak ,
-Birşey olmaz iç güdüsel olarak ısırdı . Yabancıladı hayvan işte dedi.
Kahve de oturdu sabah çayını içmeye başladı. Fakat bir taraftan da korkuyordu.
Kolunun yarasını temizledi sardı .
Bir şey olmaz diyordu, kendi kendine .
Kahveci Asaf uyardı, Hasanı
- Bir hastahaneye git ne olur ne olmaz diye.
Birkaç gün sonra değişik rüyalar kabuslar görmeye başladı. İçindeki üpertiler, korkular artmıştı. Herkesi ısırmak istiyordu. Isırma güdüleri hissediyordu. Kendini hastahaneye zor attı.
Doktor
- Geç bile kalmışsın hemen gelmeliydin
Hasan ölüm korkuları yaşıyordu. Doktor müdalesine başladı . Aşılarını yaptı. Hastayı takibe karantinaya aldı.
Kısa bir sürede bu durum mahallede duyuldu. Mahalleli bu durumu halletse halletse zabıta Ali bey halleder dediler.
Çocuklarımız var , yaşlılarımız var koruyamazlar kendilerini diyerek zabıta Ali ye korkularını anlatıp yardım istediler.
Ali
-Ben durumdan haberdarım, gerekeni yapıp bu dertten kurtulucaz siz rahat olun dedi.
O günden sonra zabıta Ali başıboş nekadar köpek varsa takibe aldı. Nefes aldırmıyordu.
Mahalle de kudurmuş köpek olduğunda ilk başvurdukları zabıta Ali bey idi. Hayvanın kudurup kudurmadığının durumuna bakar sonrada zehirli etten verir hayvan sersemlemeye başladığı zamanda elindeki tüfeği ile vurur sonra belediye arabasına bindirir uygun yere gönderirlerdi. Ne kadar başı boş köpek varsa, sanki sokakları zenginleşmiş kasabaya hücum etmişlerdi. Bu şekilde çocukları ısırıyor, bazende o mahalleden geçilemeyecek duruma geliyorlardı.
Mahalleli ürküyor, ilk adresleri zabıta Ali oluyordu.
Sonra da şakadan anladığı için arkadaşları
-Takılır it Ali demeye başlarlar.
Artık lakabı itAli olmuştu.
O da gülüp geçiyordu ,olgun olgun milletin ağzı torba değil ki büzesin.
Namın yürüsün İT HALİ.

CEMAL BORANDAĞ

Ormanın birinde Aslanlar toplanmış.

Ormanın birinde Aslanlar toplanmış. "yahu" demişler, "hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader. Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük...
Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor, eee balık yakalayacak halimiz de yok... N'aapsak? "
Bir tanesi "en iyisi, öküzlere saldıralım" demiş, "iri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!"
Olur mu? Olur. Hücum! Ama evdeki hesap çarşıya uymamış;
Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer...
organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.
Aslanlar aç bilaç. N'aapsak, n'aapsak?
"tilkiye danışalım" demişler. Tilki "kolay" demiş,
"beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim..."
Kabul etmişler. Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş,
"saygıdeğer öküzler" demiş, "aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar...
Ama; Şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o...
Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü,
Kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın! "
Öküz heyeti düşünmüş taşınmış,
"bana dokunmayan yılan bin yaşasın" Mantığıyla,
verivermişler sarı öküzü...
Aslanlar da afiyetle yemiş.
Bir gün, iki gün ....
Tilki gene gelmiş.
"bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz" demiş
ve eklemiş: "ama şu var ya benekli öküz, benekli öküz,
O burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş,
Canları çekiyor, verin, kurtulun!"
Öküz heyeti düşünmüş,
"otlağın selameti için"
Teslim etmiş benekli öküzü...
Üç gün, dört gün...
Tilki gene gelmiş.
Kuyruğu uzun olanı...
Burnu beyaz olanı...
Tombul olanı...
Tek tek alıp, gitmiş.
Otlak seyrelmiş.
Semirmiş aslanlar.
Günlerden bir gün... Artık tilki gelmemiş!
Gerek kalmamış çünkü.
Doğrudan aslan gelmiş.
"hanginizi istiyorsam,
Canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz,
Adamı hasta etmeyin" demiş.
Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler,
"keşke sarı öküzü vermeseydik" demiş ama iş işten geçmiş.
İşte Öküzlük böyle bir şeydir...
..
Bu hikaye sebebiyle,
dünyaca ünlü alman şair ve tiyatro yazarı Bertolt Brecht akla geliyor...
Bir şiirinde aynen şunları yazmıştı:
"Naziler önce komünistleri tutukladılar;
Komünist değilim diye ses çıkarmadım.
Sonra Yahudileri tutukladılar,
Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım.
Sosyal demokratları tutukladılar,
Savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi çıkarmadım.
Sıra bana geldiğinde;
Etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!"
..
Şimdi bakın çevrenize.
çevrenizde ses çıkartacak kimse kaldı mı?
Umarım sıra size gelmez!..
O halde neymiş; ÖKÜZLÜĞÜN ALEMİ YOK !

4 EVLİ ERKEK BALIĞA ÇIKAR

4 EVLİ ERKEK BALIĞA ÇIKAR 1. erkek: -balığa çıkabilmek için karıma geçen hafta bütün evi badana yapma sözü verdim der 2. erkek: -o da bi şey mi ya ben karıma evdeki bütün elektronik eşyaları yenileme sözü verdim der 3. erkek: -siz gene iyisiniz ben karıma yeni araba sözü verdim der hepsi şaşırır döner 4. erkeğe sorarlar -ne o sen karına söz vermedinmi yoksa sesin çıkmıyo 4. erkek: - yooo ben hiçbirşeye söz vermedim saati sabah 5.30 a kurdum, çalınca karımın kulağına şunları fısıldadım 'karıcım benimle annemlere mi gelirsin yoksa balığa mı çıkayım' dedim karımın cevabı kesin ve netti... - Sıkı giyin üşütürsün.

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman(a.s.)’a gelerek

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman(a.s.)’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz. Süleyman dervişi hemen çağırtır ve ona sorar: Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın? Derviş kendini şöyle savunur:"Sultanım, kuşu avlamak istedim.Önce kaçmadı, yaklaştım yine kaçmadı.Teslim olacağını düşünüp atladım.Yakalayacağım esnada kanadı kırıldı" Hz.Süleyman: "Bak, bu adam haklı, niye kaçmadın? O sinsice yaklaşmamış, hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kırıldı diye şikâyet ediyorsun" Kuş kendini savunur : "Onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsa hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez.. Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder. Ancak bu emre kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır. “Neden” diye sorar Hz. Süleyman. Kuş sebebini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkarın. Çıkarın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın !!

Garson: Efendim

Garson: Efendim, sizleri burada görmek büyük mutluluk! Cemal Süreya: Kim istemez ki mutlu olmayı? Ama mutsuzluğa da var mısın? Garson: Anlamadım efendim? Can Yücel: Geldiğin kadar değil, göründüğün kadar mutlusun ve sakın unutma; gittiğin kadar değil, hak ettiğin kadar unutulursun… Garson: Anlıyorum efendim… Neyse, ne alırdınız? Nilgün Marmara: Sen ne getirdin bana çocukluğundan? Garson: Çocukluğumdan mı? Siz ne isterseniz mutfaktan onu getireceğim işte. Edip Cansever: Bu aralar ellerim hep üşür benim. Doktor ‘kansızlık’ der, ben ‘sensizlik’ derim. Nilgün Marmara: Üşümüşüm, düşlerimin üzeri açıktı. Garson: Ekrem klimayı aç oradan, çattık ya! Tomris Uyar: Bazen sensiz kalmak, kırıldığını göstermenin en iyi yoludur. Garson: Estağfurullah efendim, ne kırılması, bugün kötü bir gün sanırım benim için. Yaşar Kemal: Gülümse karamsarları şaşırt, gülümse güller açsın yüzünde, gülümsemenle yayılsın ışık, dünyayı ısıtmasan da güneş gibi çevreni ısıt. Garson: Ekrem klimayı kapat, gülümsüyorum.

Cem yilmaz'dan... Demokrasinin en tuhaf tarafi oylama sistemidir.

Cem yilmaz'dan... Demokrasinin en tuhaf tarafi oylama sistemidir. Yani her secmenin bir oy hakki vardir ama hicbir ise yaramamaktadir. Cunku her insanin bir oy hakki olmasi adaletsizlik. Adini yazmayi bilmeyenle yaziyi icat edenin esit oy hakki olmasi butun duzensizligin kaynagidir. Bence saglam bir bilgisayar agiyla vatandaslarin uretime katkisi, odedigi vergi tutari, yaptigi hayirli ve hayirsiz is sayisi ogrenilip belli bir katsayiyla carpildiktan sonra kisinin verebilecegi oy sayisi hesaplanabilir. C Dusunsenize ikiyuz milyar vergi verenin de bir oy hakki var o tutardan fazla vergiyi kaciranin da.

Orman yakanin da bir oy hakki var agac dikenin de... Secme durumu bu. Secilenlerde de durum farkli degil. En fazlasindan ilkokul bitirmis olma sarti araniyor o kadar. Yani heykel yapan da secilebiliyor, icine tukuren de! Memlekete katki ne kadar fazlaysa oy hakkinin da o kadar fazla olmasi gerekir. Varolan durum bence hukuka aykiridir.

Oylamada bu haksizlik yapilirken sonuclari degerlendirmede de yanlis yapilmaktadir. Enflasyon devletin alenen suc islediginin kanitidir. Cunku devlet besbelli ki kalpazanlik yapmaktadir. Yani devlet acik acik sahte para basmaktadir ve bunlari aslindan ayirmak imkansizdir. Ekonomi neden batti soyleyeyim: Bir kere ekonomi ureticiler arasindaki bir tuketici iliskisine donmedikce refah gelmez. Her uretici ayni zamanda bir tuketicidir ama pek cok tuketici sadece tuketicidir. Hicbir sey uretmez, hicbir ise yaramazlar. Hicbir meslek erbabi degildirler. Hicbir konuda yetenekleri yoktur. Ya da o boyle olduguna inanmistir. Mukemmele yakin okey oynar ama bu spor henuz olimpiyat kapsamina alinmamistir maalesef. Bir ekonomide bu kadar TUKETICI olursa batar tabii.

Dünyanin en az icat yapilan ulkesi Turkiye'dir. Zaten 'basimiza icat cikarma simdi!' diye bir deyimin uretildigi bir ulkede sonuc baska turlu olamazdi. Ama ulkende saglam bir telif haklari yasasi yoksa insanin icinden icat yapasi da gelmez herhalde. Yani demem o ki en azindan bir vantilator filan icat edebilirdik. Ya da tost makinesi. Bunlar atla deve degil diye soyluyorum.

Yani MR cihazi demiyorum mesela. O zor tamam ama herhalde bir teflon tava yapabilirdik. Ama kendi icatcilarimiza deli muamelesi yapinca uygarliga katki saglanamiyor tabii. Her mahallede vardir kendisi hakkinda 'Bu mu? Manyagin teki mucit o! Kendi kendine acayip seyler icat eder..' diye bahsedilen biri. Bir tek uluslararasi ismimiz Behcet Bey'dir. Kendisini tanimiyorum ama Behcet Hastaligi dunya tip literaturune girmistir. Tabii gonul isterdi ki hastaligi degil ilacini bulsaydi ama zamanla o da olacaktir. Yani koca tarihe baktiginizda bula bula bir hastalik bulmusuz. O da tam bir icat sayilmaz aslinda. Hastaligi Behcet Bey uretmedigine gore. Mesela matbaayi biz bulmadigimiz gibi bulani da ciddiye almamisiz. O yuzden hala buyuk harfleri ya da kucuk harfleri ya da hicbirini tanimayan insanlar yasiyor aramizda. Soylememe gerek yok ama onun da sizin gibi bir oy kullanma hakki var. Tarih boyunca bilime hic katkida bulunmamis bir topluma bir cok icattan yararlanma imkani verdigi icin dunyaya sukran borcluyuz. Adamlar telefonu buldu, biz de bari en azindan jetonu bulsaydk.

Bizim orta ogretimimizde akilda kalan cumle sudur Yahu bu matematigin gunluk hayatimizda bize ne faydasi olacak?.... Hemen herkes matematikten nefret eder ve faydasiz bir sey oldugunu dusunurler. E bir toplum ya dayak yememis ya da hesap bilmiyor durumundaysa batar tabii. Matematik insanoglunun buldugu en yararli derstir. Matematikten anlamamak bir kusurdur. Ama bununla ovunmek esekliktir. Cunku bu basarisiz ogrenciler arasinda yaygindir.

Onlar akillari sira matematikten anlayani ve basarili notlar alani marjinal yapmak isterler... Yani onlara gore matematikten kalmak degil ondan gecmek tuhaftir. Caliskan ogrenciye inek derler ama tembel ve sorumsuz ogrenciye takilmis herhangi bir hayvan ismi yoktur. Matematikten hoslanmayan ogrenciler sonraki hayatlarinda genellikle tercihlerini hep yanlis yapan insanlar olurlar. Sanirim ulkemizdeki secim sonuclari buna kanit olusturmaya yeter. Kendi yerel zenginliklerimizin de farkinda degiliz.

Sözgelimi Bodrum'daki otellerin neredeyse hicbirinde Bodrum zeytini yoktur. Koylerinde yuzlerce cesit peynir yapilan turistik bir beldede oraya uc yuz kilometre uzaktan gelmis ve otelin satin alma mudurunun zimmetine gecirdiginden artanla alinmis bir beyaz peynir sunulur. Yani otelin hemen arkasindaki tepenin yamacindaki koyde yapilan muhtesem keci peynirinden otelde kalan Italyanin haberi olsa sirf o peynir icin seneye bir daha gelecek ama maalesef bu olmamaktadir. Ustelik getirilen peynirin yanina bir parca hiyar, biraz da maydanoz konarak turiste 'bizim yalnizca peynirimiz degil sebzelerimiz de igrenctir' mesaji verilmektedir. Cem YILMAZ

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp "insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?" diye sormuş. Öğrencilerden biri "çünkü sükûnetimizi kaybederiz" deyince ermiş "ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?" diye tekrar sormuş. Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: "İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir." "Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir." Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: "Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz. "Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz, Eskici bağırır , antikacı bağırmaz, Söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz, Bağıran düşünemez düşünmeyen kavga eder..." Mevlâna

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış Büyüğü Halil... Küçüğü ise İbrahim... Halil, evli çocuklu. İbrahim ise bekarmış... Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin... Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.. Bununla geçinip giderlermiş... Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı. İkiye ayırmışlar.... İş kalmış taşımaya.... Halil, bir teklif yapmış : İbrahim kardeşim ; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle. Peki abi demiş İbrahim... Ve Halil gitmiş çuval getirmeye.... O gidince, düşünmüş İbrahim: Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine Böyle demiş ve, Kendi payından bir miktar atmış onunkine... Az sonra Halil çıka gelmiş. Haydi İbrahim...! Demiş, önce sen doldur da taşı ambara. Peki abi...! İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.. O gidince, Halil'i düşünür bu defa: Der ki: Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekar. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek. Böyle düşünerek, Kendi payından atar onunkine birkaç kürek..... Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider..... Ama birbirlerinden habersizdirler. Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile.... Hak teala bu hali çok beğenir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki ... Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler. Şaşarlar bu işe... Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları. Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir. Bu bereketin adı : Halil İbrahim bereketidir.. Düşündüren Bilgilendiren

SUUDi ARABININ ŞEYTANLA ORTAKLIĞI

Hacca giden müslümanlar üç gün üst üste şeytan taşlamaya gider. Her gün her şeytana yedi taş atılır Önce büyük şeytan,sonra küçük şeytan ve en son, Orta şeytan taşlanır.. Peki şeytana atılan bu taşlar ne oluyor. Suudi Arap bunu düşünmüş. Atılan taşlar resimde görüldüğü gibi aşağıdaki delikten iner, orada kurulan tesiste yeniden yedişerli olarak yeniden poşetlenir. Bu poşetlenmiş taşlar hacılara poşeti 3 dolardan yeniden satılır. 5 milyon hacı,herbiri 9 poşet taş alıyor.ettimi 45 milyon poşet taş.. Tanesi 3 dolardan eder 135 milyon dolar. Ne güzel değil mi. Arabın şeytanla ortaklığının çıkarı yine saf müslümanlara patlıyor Her bir hacının haccı kabul olsun diye koyun kesmesi şart. Onu hesaplayan var mı ? Beş milyon hacı, koyunu 300 USD dan hesaplayın. (1.5 milyar USD) Parayı bırakın, peki et nereye gidiyor? Yarım milyona yakın koyun. Sudan tam Mekke'nin batısında, uçakla yarım saatten daha az vakittle varılır. Ama, Sudan ve Somali'de açlıktan insanlar ölüyor.....

Helâl (Doğan Cüceloğlu)

Helâl (Doğan Cüceloğlu) Amerika’dan gelen bir misafirime su verdim, boğazına kaçtı, öksürdü, “helal” dedim. Anlamadı. Ne anlama geliyor, diye yüzüme baktı. Anlatmaya çalıştım. Amerika’da yirmi beş yıl bulunmuş, orada üniversite düzeyinde ders vermiş birisi olarak kavramın bizdeki anlamını veremediğimin farkındaydım. Daha doğrusu Amerikan İngilizcesinde bu denli güçlü bir kavram bulamıyordum. Benim anlatımım yüzeysel kalıyordu; benim dilimdeki o vurucu gücü hiç ifade edemiyordu. “Helal” kavramını daha iyi anlatabilmek için “haram” kavramını anlatmaya çalıştım. Suyu ben verdim; verdiğim suyu helal ediyorum, bu sana haram değil, sana bir kötülük olmasın, suyumu helal ediyorum, diyerek niyetimi belli ettim. Bu niyet önemli. Bildiğim bir öyküyü anlattım. Tanıdığım genç kız evlenmeden önce mobilyacıları geziyor ve güzel bir koltuk takımı görüyor. Bu takımı satan kişi belirli bir fiyattan aşağı inmiyor. Genç kız bu takımı çok beğendiğini belli ettiği için çok pişman; beğendiğim için fiyatı yükseltti ve pazarlık gücümü kaybettim, diye düşünüyor. Bütün çabalarına rağmen fiyatı düşüremeyince genç kız, peki, alıyorum, ama hakkımı sana helal etmiyorum, diyor.

Adam soğukkanlılıkla, Hanım kızım, o zaman bu koltuk satılık değil, sana satmıyorum, diyor. Üniversite bitirmiş, modern kız, niye satmayacakmışsınız, parasını veriyorum ya, gayet tabii satacaksınız, diyor. Adam gayet sakin, artık satılık değil, diyerek sırtını dönüp o yokmuş gibi davranıyor. Ve bu çağdaş Türk kızı kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Ağlayarak babasına gidiyor; durumu anlatıyor. Baba, kızım sen ne yaptın, esnafa öyle konuşulur mu, diyerek devreye giriyor. Yanına bir de tanıdığı müftüyü alarak mobilyacıya gidiyor. Neticede genç kız babasının ve müftünün şahitliğinde, “verdiği parayı canı gönülden helal ettiğini,” ifade ederek istediği mobilyayı satın alabiliyor.

Bu genç kız o dönem asistanım olarak çalışıyordu, bu öyküyü tüm ayrıntılarıyla biliyorum. Amerikalı misafirime bu öyküyü anlattım. Benim su içmemle bunun ne alakası var, gibisinden baktı. Suyu sana helal ediyorum, için rahat olsun dedim. Helal etmesen ne olur, dedi. “Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” anlayışından söz ettim. Dikkatle dinledi. Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık haline gelmiş bir söz mü, diye sordu. Ne fark eder eder, diye sordum. Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa sizin ülkenizde rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir, insanların birbirini kazıklamadığı bir toplum olmanız gerekir, diye düşünüyorum dedi. Yüzüne baktım.

Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim. Biz dedim, yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz. Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz. Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor. Örneğin, rüşvet vermeden bir inşaat ruhsatı alman mümkün değildir. Ve bunu herkes bilir. Rüşvet alanların çoğu oruç tutar, rüşvet alan belediyeler ramazanda iftar sofraları kurar. Ve bu sofralarda hakkını helal etmekle ilgili konuşursan, Yüce Allah’ın “karşıma kul hakkıyla çıkmayın,” dediği bir dinimiz olduğu söylenir. Bunu rüşvet alanlar söyler. Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız. Ama senin içtiğin suyu helal etmeyi de ihmal etmeyiz. Peki, neden böyle, diye sordu.

Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz, dedim. “Mış Gibi Yaşamlar” adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim. Mış gibi tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı. Neden mış gibi, diye sordu. Güldüm, çok sorma, suyumu haram ederim, dedim. * * *

1950'li yıllarda

1950'li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye'ye. Küçük Amerika olacağız diye ilk heveslendiğimiz günler... Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda bizde yol güzergahını belirleyecek alet yok, eleman yok. Nafia mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şeritmetre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış . Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş: - Ne yapıyorlar böyle? - Rampada yolun güzergahını belirliyorlar. - Nasıl yani, anlayamadım? - Eşek % 7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergahı belirliyoruz demişler. Amerikalı katılarak gülmeye başlamış. Yatışınca da sormuş: - Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz? Yetkili cevap vermiş: - Amerika'dan mühendis getirtiyoruz.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Hasta olarak kaldığı akıl hastanesine yönetici olarak dönen kadın

* MARİE BALTER kendisine bile bakmaktan aciz, alkolik bir annenin evlilik dışı dünyaya gelen çocuğuydu. Beş yaşına geldiğinde çocuk bakım yurduna yerleştirildi.

* Daha sonra bir çift tarafından evlat edinildi. Sadist çift, küçük kızı evin mahzenine kapayıp, ona sistematik bir biçimde işkence etti. Çiftin toplum içindeki saygın konumu, küçük kızın yaşadıklarını çevreden kolaylıkla gizliyordu.

* Marie on yedi yaşına geldiğinde depresyondan felç geçirdi. Kas spazmları ve boğularak ölmesine sebep olabilecek denli yoğun astım krizleri geçiriyordu. Halüsinasyon da gördüğü için doktorlar ona yanlışlıkla şizofreni teşhisi koydular.

* Bundan sonraki onyedi yılı akıl hastanesinde geçti. Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan kız, yemek yiyemiyor, fazla kımıldayamıyor ve intihar etmeyi sıkça düşünüyordu.

* Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie'nin durumunu yeniden değerlendirdiler. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verdiler.Arkadaşlarının ve kendisini seven birkaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaneden çıktı.

* Artık yaşamını nasıl sürdüreceğine kendisinin karar vermesi gerekiyordu. Terk edilmiş, işkence görmüş, tacize uğramış, hayatının otuz dört yıllı ziyan olmuştu. Kızgın, öfkeli, umutsuz olmak onun en doğal hakkıydı. Yaşamının sorumluluğunu üstlenmeden, devlet yardımıyla hayatının sonuna kadar yaşayabilirdi. Ama o, bu yolu seçmedi.

* Marie üniversiteye girdi ve mezun oldu. Evlendi. Harvard Üniversitesi'nde mastır yaptı. Psikiyatrik hastalarla çalıştı. Konferanslar verdi. Biyografisini yazdı.

* Elli sekiz yaşındayken, on yedi yılını geçirdiği hastaneye yönetici olarak atandı. Haber ajansları onun yeni görevini haber yaparken, o zaferinin açıklamasını şöyle yaptı: "Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir adım bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim."

Zengin Birisi ile Evlenmek İsteyen Kıza Cevap!

"Dünyanın en büyük finans şirketlerinden J.P. Morgan’ın CEO’su James Dimon’un, zengin koca avcısı bir kızın kendisine attığı bir elektronik postaya verdiği ilginç cevap. Zengin birisi ile evlenmek isteyen bir kızın J.P. Morgan’a yolladığı elektronik posta : Sayın Morgan, Sizinle dürüst olacağım. Bu yıl 25 yaşına giriyorum. Çok güzelim, iyi bir stilim var ve kaliteli şeyleri severim. Yıllık geliri en az 500 bin dolar veya daha fazla olan bir adamla evlenmek istiyorum.
Aç gözlü olduğumu düşünebilirsiniz fakat New York’ta yıllık geliri 1 milyon dolar olan insanlar maalesef orta sınıf sayılıyor. Çok şey istemiyorum. Sizin sitenizde yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan biri var mı? Hepiniz evli misiniz? Bu konuları merak ediyor ve sormak istiyorum, sizin gibi zengin insanlarla evlenmek için ne yapmam gerek? Bugüne kadar birlikte olduğum erkekler arasında en zengini yılda 250 bin dolar kazanıyordu. Central Park’ın batı yakasında, yüksek bütçeli rezidanslarda yaşamak isteyen biri için yıllık 250 bin dolar yeterli değil. Size alçak gönüllülükle soruyorum:
1) Zengin bekârlar nerede takılır? (Lütfen bar, restoran, spor salonu, kulüp, vs. gibi mekanların isimlerini ve adreslerini yazar mısınız?)
2) Hangi yaş kategorisine odaklanmalıyım?
3) Çoğu zenginin eşleri neden ortalama güzellikte? Bir kaç kızla tanıştım; güzel veya ilgi çekici değiller ama zengin erkeklerle evlenebiliyorlar.
4) Kimin karınız, kimin yalnızca sevgiliniz olabileceğine nasıl karar veriyorsunuz? Benim hedefim evlenmek. Zengin bir adamla evlenebilmek için ne yapmalıyım ?
Saygılarımla Bayan Güzel James Dimon’un kıza yanıt olarak yolladığı elektronik posta : Sevgili Bayan Güzel, Yazınızı büyük bir ilgiyle okudum. Tahmin ediyorum ki sizin gibi aynı soruları soran pek çok genç kız var. Lütfen profesyonel bir yatırımcı olarak durumunuzu analiz etmeme izin verin. Benim yıllık gelirim 500 bin doların üzerinde, sizin kriterlerinize uyuyor, bu sebeple zamanınızı boş yere çalmadığımı umut ediyorum. Bir iş adamı gözünden bakarsak, sizinle evlenmek kötü bir fikir. Nedeni ise çok basit, lütfen açıklamama izin verin. Detayları bir kenara bırakırsak, yapmaya çalıştığınız şey “güzellik” ile “para” ikilisini takas etmek: A kişisi güzelliği sağlar,
B kişisi de bunun için ödeme yapar, gayet adil. Fakat burada ölümcül bir problem var; sizin güzelliğiniz kaybolacak ama benim param iyi bir sebep olmadıkça tükenmeyecek. Aslına bakarsanız, benim gelirim yıldan yıla artabilir, ancak siz yıldan yıla güzelleşemezsiniz. Bu sebeple, ekonomik açıdan bakarsak, ben değer kazanan bir varlıkken siz değer kaybeden bir varlıksınız. Hem de sıradan bir değer kaybı değil, katlanarak artan bir değer kaybı. Eğer güzellik sizin tek varlığınızsa, değeriniz 10 yıl sonra çok daha düşük olacak.
Wall Street’te kullandığımız bir terimden yola çıkarsak, sizin için “takas pozisyonu” diyebiliriz, “satın al ve bekle” değil. Sizi satın almak iyi bir fikir değil, bu sebeple kiralamayı tercih ederim.
Çünkü alışveriş değeri düşen bir şeyi uzun süre elde tutmak hiç de akıllıca değildir. Şüphesiz; aynı şey sizin istediğiniz evlilik için de geçerli. Bu yazdıklarım size zalimce geliyorsa bir de şöyle düşünün; tüm paramı kaybetseydim, beni terk etmez miydiniz? Aynı şekilde güzelliğinizi kaybettiğinizde, benim de çıkış yolunu bulmam gerekmez mi? Yıllık geliri 500 bin doların üstünde olan insanlar aptal değil; sizinle yalnızca çıkarız ama evlenmeyiz. Size, zengin bir adamla evlenme fikrini unutmanızı öneririm. Bu arada, yılda 500 bin dolar kazanan o zengin siz olabilirsiniz. Zira o kadar parayı kazanmak, zengin bir aptal bulabilme ihtimalinizden daha yüksek… CEO J.P. Morgan

GÜLÜNÜZ Kahkaha gücü karşısında, hiçbir şey ayakta duramaz.

GÜLÜNÜZ Kahkaha gücü karşısında, hiçbir şey ayakta duramaz. Mark Twain Toplumsal boyutta çağdaşlaşmanın, kültürel ve sanatsal alandaki gelişmelerden bağımsız düşünülmesi olanaksızdır. Demokratik, çağdaş, çoğulcu ve katılımcı bir toplum yaratmak, kendini tanımaktan ve açıklamaktan geçer. Bunu yapmaktan kaçınmayan bir toplum oluşturmak istiyorsak, demokrasi kültürünün yerleşmesini kaçınılmaz bir gerçek sayıyorsak; fikir, kültür ve sanat ürünlerini yaymak, desteklemek ve halka ulaştırmak zorundayız.
Mizah, kişilere yönelik hicvin sınırlarını aşarak, siyasal ve toplumsal olaylara, sorunlara, insanlığın zaaflarına yönelir. Ne olursa olsun mizah demek, bozguna uğrayan bir gururun dengesini kaybetmesi, gülümsemenin verdiği güven ve dengi ile açıkça ortaya konan bir ihbar demektir. Gülünüz; çünkü gülmeden geçirilen bir gün, kaybolmuş bir gündür. İnsan nelere güler acaba? Nelere olacak; her şeyden önce kendi kendine, daha sonra da başkalarına... Kimi düşen birine, kimi cimriye, kimi Bektaşi’ye, kimi aşıklara, kimi de politikacılara... İnsanın mizah gücü, zekasıyla doğru orantılıdır.
Fıkranın öyle bir gücü var ki, “Fısıltı Gazetesi” olarak vasıflandırabilinir. Bir fıkra anlatın. Eğer güçlü bir fıkra ise, onun bütün çevreye, bölgeye, memlekete, hatta dünyaya yayıldığını göreceksiniz. İnsanlar daima birbirine gülüp duruyor. İnsanlık ancak böyle aşama atlayabiliyor. Gülmek, özgürlüktür, neşedir, mutluluktur. Geleceğin güzelliğidir. Neşelenin, kızın, öfkelenin, bağırın, sonra da katıla katıla ciğerden gümbür gümbür gülün, güldürün. En acımasız rejimleri yıkan, gülmektir. Bizler Nasrettin Hocaların,
İncili Çavuşların, Bektaşilerin, Neyzen Tevfiklerin, Aziz Nesinlerin, denkbejlerin yetiştirdiği evlatlarız. Haksızlığa gülünüz, zulme gülünüz, hukuksuzluğa gülünüz. Karikatürlerin, fıkraların gücü olunuz. Kahkaların gücü karşısında, tüm kötülüklerin basitleştiğini göreceksiniz. Mizah, insanın en eleştirel bakışıdır. Mizah, topluma masal gücü katar. Meşhur bir fıkra vardır: Padişahın birisi vergileri arttırmış. Sonra vezirini halkın arasına göndererek ‘’Bak bakalım halk ne yapıyor?’’ demiş. Vezir gitmiş, gelmiş, “Söylenmeye başladılar Sultanım.” demiş. “İyi, iyi...” demiş Padişah, “Arttırın vergileri!” diye de emir vermiş. Bir süre sonra vezire, “Git bak bakalım, halk ne yapıyor?” demiş. Vezir bakmış, “Çok kızmışlar Sultanım, bağırıyorlar.” demiş. Padişah, “Yine arttırın vergileri!” diye emrini yenilemiş. Ardından, yine vezirine halkı kontrol etme emri vermiş. Vezir korkuyla Sultana, “Sultanım, halk öfkeyle sokaklara döküldü. Kavga, dövüş var.” demiş.
Sultan gülümsemiş. “Arttırın vergileri!” demiş. Vezir yine sokaklara halkın arasına inmiş. Saraya dönünce gülümseyerek, “Padişahım, halk katıla katıla gülmeye başladı.” deyince, Padişah, “Tamam yeter, başka vergi yok, bu iyiye işaret değil.” demiş. Padişah gülmenin gücünü görünce geri adım atar. Gülmek, akarsu gibidir. İçindeki bütün kötülükleri, pislikleri, dolandırıcılıkları, alavere dalavereleri alıp götürür. Gülen hayvan yoktur. Düşüncenin gücü insanoğlundadır. Güler, eğlenir, alay eder. Tiyatroyla, operayla, heykelcilikle, resim sanatıyla, türkülerle, şarkılarla, dansla, -gülerek- bağnazlığın ve gericiliğin üstesinden gelir. Demokrasinin, cumhuriyetin nimetleri ile aydınlanmış gençlerimiz birlik olduktan sonra, üstesinden gelinmeyecek sorun yoktur. Cemal Borandağ

Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adam

Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar yorum yapmaktan kendini alamaz; 'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!' Adam bunun üzerine; Yanlış kadınla evlendim de ondan!' diye karşılık verir. yazar bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar; 'Peki ya bu adam doğru adam mı?
Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş? Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir çünkü. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!' Yazar kitabında şu öyküyü anlatır.. 'Yıllar önce Hawai'de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir. Ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır.
Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.
Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!.. O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir. Aslında Johny'i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir.
İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği,cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler.
'Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; 'Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.'Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında 'doğru adam', 'doğru kadını'inşa eder, 'doğru kadın' da 'doğru adamı'

Bir babanın, evlenecek oğluna nasihati

Âkil adam, Peygamber Efendimiz’in (asm) sözlerinden ve tecrübelerinden hareketle, oğluna evlenmeden evvel birkaç öğüt verir. İşte onlardan bir demet: Oğlum! Şimdi sana 30 yıllık evliliğimin tecrübelerine dayanarak bazı nasihatlerde bulunacağım. Bu nasihatle uyarsan dünyada mutlu bir ömür geçirdiğin gibi, ahirette de ebedî saadete ulaşırsın inşaallah.

* Doğup büyüdüğü, senelerce yaşadığı bir yuvadan çıkarak, yabancı bir yere gelecek, huyunu-suyunu tam olarak bilmediğin bir insanla yaşayacak, bir yastıkta kocayacaksınız.

* Sen ona dost ol ki, o sana sevgili olsun.

* Sen evin direği ol ki, o da kirişi olsun.

* Sen ona hizmetkâr ol ki, o da sana cariye olsun.

* Ona sıkıntı verme ki, o da sana huzur kaynağı olsun.

* Sen ondan uzaklaşma ki, o da sana yakın olsun!

* Onun eğe, kaburga kemiğinden (mecazdır) yaratıldığını unutma ki, doğrultmaya kalkmayasın!

* Gözü ol, kulağı ol, kolu ol, gücü ol, onu koru ki, başkasına sığınmasın!

* Dışarıda işlerinle, içeride eşinle, çocuklarınla meşgul ol!

* Yiyecek, içecek hususunda cömert ol; “kanaati, iktisadı öğret”, ancak

“Çok harcıyor, israf ediyor” diye asla şikâyette bulunma!

* Karının hakkını kendi hakkına tercih et!

* Eşinin akrabasını gözet!

* Evde asla asık suratlı olma, onu sevdiğini sık sık ifadeden çekinme!

* Eşinin senden ne istediklerini dikkatle not al! Meşrû isteklerini geri çevirmemeye çalış. Gücünün yetmediklerini ise, belirli bir takvime bağla. Tarihî geldiğinde de vaadini yerine getir.

* Evin idare ve düzeni ona aittir, her şeye karışma!

* Çocuklarının en büyük ve en tesirli hocası anneleridir.

* Eşinle sık sık istişare et.

* Yaptığın işleri, iyilikleri başına kakma! İyilik olarak ektiğin her tane, yüz tane olarak sana döner!

* Emirler yağdırmaktan kaçın. Ona güzellikle, iyilikle ve yumuşak sözle nasihat et.

* Hanımının hatalarını sakın çocuklarının ve başkalarının yanında söyleme. Yalnız iken, yumuşak bir şekilde söyle!

* Aile sırlarınızı kimseyle paylaşma.

* Kötü alışkanlıklardan ve yalandan uzak dur! Bunlar yuvayı içten içe yıkan birer kurttur.

* Sen ona katlanırsan, o da sana katlanır. O katlanmazsa da Allah’ın seni onunla imtihan ettiğini düşün. Ona her yönüyle iyi bir hayat arkadaşı olmaya çalış!

* Önemli gün ve bilhassa bayramlarda küçük ve basit de olsa, ona hediyeler al!

* Unutma, eşine merhamet edersen, sana da merhamet edilir.

* Daima tefekkürde ol. İbadetlerini ifâ et. Namazlarını vaktinde ve mümkünse cemaatle kılmaya çalış!

* Sen Allah’tan razı ol ki, Allah da senden razı olsun! Senin rızan, nimete şükür, nikmete rıza ve sabretmektir.

* Şu sözü çerçeveleterek başının üzerine as: “Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlâkın gereğine göre davran.” (Tirmizi, Birr, 55.)

* Evliliğin de senin için bir imtihan olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarma. Düşündüren Bilgilendiren.

İnsanları teklifsizce bir gruba eklemeyin

1- İnsanları teklifsizce bir gruba eklemeyin! 2- Biriyle yazışmaya başlarken nezaket kurallarını unutmayın! 3- Dürtmek de ne demek?! Bu ne münasebetsizce bir iletişim kurma biçimi?! 4- Mankenlik ya da dizi oyunucusu ajansına başvuru fotoğrafı gibi fotoğraflarınızı yayınlamayın! 5- Deniz ve havuz fotoğrafı diye kendinizi teşhir etmeyin! 6- Değişik ruh hallerine kendinizi kaptırıp mesajlar atmayın. kimse sizi çekmek zorunda değil. 7- Güvenlik cahili olmayın! Her türlü bilginizi paylaşmayın! 8- Yediğinizi, içtiğinizi görgüsüzce fotoğraflamayın. Hakkınızda basit bir yargı oluşturuyorsunuz… 9- Mıç mıç ilişki yaşayanların balayında otel odasınınfotoğraflarını görmek zorunda da değil kimse. Ayrıca 2 gün sonra o ilişki bitince siz ne duruma düşeceksiniz? 10- “Facebook nikahı” diye bir nikah türü yok. “İlişkisi var” yazarken ya da yazdırırken geleceğinizi düşünün! 11- “Klavye delikanlılığı” tabiriyle, insanların siyasi, kültürel veya dini fikirlerine saldırıda bulunmayın! 12- Paylaşımlarınızda cinsiyetçi bir dil ayrımına gitmeyin. “Erkkeeekk” ya da “Kadın gibisin” türünde mesela… 13- Komplekslerinizi sergilemeyin. Paylaşımlarınızı en az iki kere düşünerek yapın:) 14- Kültürlü insan portresi çizeyim derken, cehaletinizi ortaya dökmeyin:) 15- “Trafik canavarı” gibi, siz de “facebook canavarı” olmayın! 16- Kopyala / yapıştır şiirlerden bıktık. 17- “Özlü sözler” gittikçe daha fazla kamyon arkası ya da minibüs yazılarına dönüştü. 18- Birlikte fotoğraf çektirdiğiniz insanları izinsiz etiketlemeyin! Her anını sizin gibi facebook üzerinden paylaşmaya meraklı değildir belki de! 19- Dini duyguları, hastalık gibi olayları kendi reytinginize alet etmeyin! Utanç verici bir duruma düşüyorsunuz! 20- “Bu yazıyı paylaşırsanız üç gün içinde başınız göğe erecek, ama paylaşmazsanız cin çarpmışa dönersiniz” gibi, batıl inançlarınıza engel olamayıp paylaştığınız şeylerle başkalarını ne derece rahatsız edebileceğinizi biraz düşünün! Paylaşım kirliliği! 21- Hastalık bilgilerinizi, hastane görüntülerinizi paylaşmayın. İnsanlardan bu görüntüleriniz aracılığıyla ilgi dilenmeyin. Aciz ve acınası istekler bunlar. “Yarın ameliyat olacağım, dualarınızı eksik etmeyin”, ya da, “Sayfamda 3000 arkadaşım var, kimse ziyaretime gelmedi” gibi durumunuzu paylaşmak da ne demek? Dostunuz, yakınınız zaten Facebooktan yanınızda olsa ne olacak?

Bir Çin prensi tahta çıkacaktı

Bir Çin prensi tahta çıkacaktı ama yasalara göre, daha önce evlenmesi gerekiyordu. Uygun bir aday bulmak için bölgedeki genç kızları huzuruna çağırdı. Saraydaki hizmetçilerden birinin kızı prensi çok seviyordu. O da prensin huzuruna çıkmak istedi. Annesinin uyarılarını dinlemedi, çünkü sevdiği adamı bir kere bile görmek onu mutlu edecekti. Beklenen gece geldi. Genç ve güzel kızlar en güzel giysilerini giymişler, süslenmişler, kendilerini beğendirmek için her çareye başvurmuşlardı. Prens kızlara birer tohum verdi. Bunu saksılarına dikmelerini, altı ay sonra gelmelerini söyledi. En güzel çiçeği yetiştiren kızı kendine eş olarak seçecekti. Herkes tohumu alıp heyecanla evlerine geri döndü. Genç kız da kendisine verilen tohumu alıp saksıya ekti. O kadar bakmasına, özenmesine karşılık toprakta tek bir filiz bile görünmedi. Her şeyi denedi, uzmanlara danıştı ama bir fayda göremedi. Altı ay dolmuştu ama saksı hâlâ bomboştu. Prens sunacağı bir çiçek olmadığı halde gene de belirtilen gün ve saatte boş saksıyla saraya gitti. Oysa diğer kızlar güzel çiçekli saksılarla gelmişlerdi… Sonunda beklenen an geldi. Prens salona girdi, kızların arasında dolaştı, saksıları birer birer inceledi. Hizmetçinin kızını kendine eş olarak seçtiğini duyurdu. Herkes şaşırmıştı. Diğer kızlar bu karara tepki gösterdiler, itiraz ettiler. Boş saksıyla gelen kız nasıl eş olarak seçilirdi? Prens durumu şöyle açıkladı: “Bu genç hanım en değerli çiçeği yetiştirip bana sundu. O çiçeğin adı dürüstlük çiçeğidir. Çünkü sizlere dağıttığım tohumların hepsi sahteydi ve çiçek açmaları olanaksızdı.”

KADIN VE ERKEK - KADIN:

KADIN VE ERKEK - KADIN: Kadın dünya gibidir... 20 yasında Afrıka gibidir, yarı patlayıcı. 30 yasında Hindistan gibidir, sıcak, insancıl, mistik. 40 yasında Amerika gibidir, tekniği mükemmel. 50 yasında Avrupa gibidir, deneyimli ve yorgun. 60 yasında Sibirya gibidir, herkes yerini bilir, ama gitmek istemez. ERKEK: Erkek tren gibidir... 20 yasında Posta treni gibidir, her istasyona uğrar. 30 yasında özel trendir, ancak büyük kasabalarda durur. 40 yasında ekspres gibidir, büyük şehirlere uğrar. 50 yasında eski bir lokomotif gibidir, sık sık yağlamak gerekir. 60 yasında bir yere gitmez, depoda kalır.

Mahkeme salonunda

Mahkeme salonunda, seksen yaşlarındaki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı... Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözlerini ve bıkkın bakışlarını süzüyordu. Hakim tok sesiyle, yaşlı kadına: - Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun? Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı: - Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan... Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu, mahkeme salonunda... Sessizlik, bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu... Kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından? Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı... Kadın neler diyecekti? Herkes, onu dinliyordu... Yaşlı kadının gözleri doldu ve devam etti: - Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez... 50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş doğmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye. İyi gelirmiş derlerdi. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Taa ki geçen geceye kadar... O gece takatim kesilmiş uyuyakalmışım... Ben, böyle bir adamla 50 yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim. Ondan hiçbir şey görmedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim. Hakim yaşlı adama dönerek: - Diyeceğin bir şey var mı, baba? dedi. Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle, hakime yöneldi. Tane tane konuştu: - Askerliğimi Reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin, görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadime'mi de orada tanıdım. Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. Yeni evlendiğimizde, boyun ağrısı nedeniyle, onu hekime götürdüm. Hekim "Çok uzun süre uyanmadan yatarsa, boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir" dedi. "Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin" dedi. Hekimi pek dinlemedi bizim hatun... Lafım geçmedi... O günlerde; tesadüf, bu çiçek kurumaya yüz tuttu. Ben ona: "Çiçeği geceleri sularsan geçer" dedim. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım ve onu seyrettim. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece, o çiçek ben oldum sanki... dedi adam. O yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle... - Her gece, o yattıktan sonra uyandım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef, gece sulanmayı sevmez, hakim bey... Geçen gece de... Yaşlılık... Ben de uyanamadım. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı ama kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım... Sesimi çıkartamadım... O anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu... "Sevgide cömert, ama sevdiklerimizi kırmada oldukça cimri olalım!"

Adam karısına pek hoş davranmaz,

Adam karısına pek hoş davranmaz, kalbini kırar. Sonra karısından sofrayı kurmasını ister. Kadıncağız hiç sesini çıkarmadan kurar sofrayı ve buyur eder kocasını. Adam sabırsızca sofraya oturur, iştah kabartacak bir zevkle yemeye başlar. Yemek tuzsuz olmuştur. Birkaç lokma yedikten sonra karısından tuz ister. Karısı; “Sen yemeğe devam et ben getiririm”, der ve içeri gider. Adam ikide bir; “tuz nerde kaldı hanım?” diye sorar. Kadın her seferinde “tamam getiriyorum” diye cevap verir . Fakat tuz bir türlü sofraya gelmez. Adam tuzu isteye isteye karnını doyurur. Sonra aklı başına gelir. Az önce hatununun kalbini kırdığı için özür diler. Hanım mutfağa gider, ve elinde tuzla geri döner. Adam merak eder ve sorar; “Bu ne şimdi karnım doyduktan sonra tuzu ben ne yapayım” der. Karısı da ona; “Senin kalbimi kırdıktan sonra dilediğin özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir, ihtiyaç kalmaz'' der. Hani derler ya öfke rüzgar gibidir, bir süre sonra diner ama birçok dal kırılmıştır bile. Yaşamı boyunca herkes birini bulur ama birbirini bulmak çok az insana nasip olur. O yüzden sevdiğinize sahip çıkın, onu önemseyin ve kırmayın. Kadın mutluysa güzelleşir, güzelse mutlu olur. Mutlu olursa sen de mutlu olursun. Sevdiğinizi üzmeyin... Hakan Mengüç

DOMATES YAŞAR

Sevdalandığım şehrim Pazarcıkta yaşamak ayrıcalıklıdır. Çünkü yeni doğan bebeğin göbeğini ya ziyaret tepesinin göbeğine veya kartalkaya barajının tam ortasına ya da okul bahçesinin güllerinin köküne gömerler. Filler yaşlandığı zaman doğduğu yere belkide göbeğini aramaya geliyorlardır. Gerçi herkes çocukluğunun geçtiği yerleri çok severmiş. Oranın dağına tepesine ormanına suyuna çiçeğine böceğine benzermiş. Belkide biz ana rahmine düşmeden önce arının konup bal topladığı çiçektendik. Doğanın gücünü düşündüğünde insan aklı almayacağı derecede düşünüyor. Belkide insan ,düşüne düşüne ya saz şairi ya ozan ya da filozof olur herhalde.

Bu dünyaya yaşamaya geldiğimize göre, çok derin düşünmeye gerek yok denilebilir. Ama belkide derin düşünüp yaşamın zevkine daha fazla varıyorsunuzdur. Düşünmeden yaşanan hayat bence hayat değildir. Hayatın güzellikleri belkide çok küçük bir ayrıntıdadır. Tatlı bir gülüştedir. Bir nezakettedir. Tatlı bir sözdedir. Sazın telinde davulun tokmağında çekilen halayın çoşkusundadır Bence ,bir gülmü güzel yoksa onu gören göz mü güzel. Güzellik hem gülün güzelliğinde hemde onu gören gözdedir. Belki kokladığı kokuda belkide sevgilisine sunduğu güzelliktedir. Gül ortamı güzelleştirir. Onun için insanlar doğada bulunduğu zaman daha çok mutlu oluyor. Kurtla kuşla börtü böcekle beraber olmak doğaya yakın olmak gerçeklere yakın olmak demektir.

Bizim oralarda sigara içmeyeni, rakı içmeyeni pavyonlara gidip hava atmayanı adamdan saymazlar. Birde saz çalabiliyor türkü söyleyebiliyorsa o zaman o adamların hası demektir. Onun adı Yaşar ,Yaşarsa istemem anneciğim istemem. Onun adı Yaşar alır beni boşar.
Kahramanın Yaşar' da çocuk yaşlarda yaramaz mı yaramaz. Yazamazlık onda komşu kızına hava atma onda. Çayırlara çimenler gidip arkadaşları ile dolaşıp türkü söylemek onda. Arkadaşları ile güreş tuttuğu zaman yenmediği kimse yok. Babası bir bisiklet aldı, bisikleti ile gezmediği cadde mahalle sokak kalmamıştı. Sonra çokta bitirimdi canım ,yeni yeni delikanlı oluyordu . Bıyıkları terlemeye başlamıştı.Devamlı kornasını çalıp dikkatleri üstüne çekiyor, kızlara hava atıyordu. Bir süre sonra onu ,bisiklet kesmemeye başladı. Boyu hızla büyümeye başlamıştı. Yakışıklı yağız bir delikanlı olmaya başladı. Ayna karşısından ayrılmıyor saçlarını kulak arkasına yatırarak tarıyor çok ta yakışıklıyım der gibi kendini seyrediyordu. Babasını sıkıştırarak zor bela bir motosiklet aldırdı. Motorun zevki bir başka oluyor canım. Çalışırken sürerken ses çıkarması yok mu dersinki havalı magirus geçiyor. Nerde Pazarcık'ta motosiklet. İlle de ilk defa o binecek. Zaman geçtikçe nakliyat artmaya başladı. Artık minibüsleride kullanacak hale geldi. O zaman şoför olmak ne demek. Nerde ise direksiyon sallamak millet vekili olmakla eş değerdir. Neydi o günler. Yaşar iyice gelişmiş erkekleşmişti. İri pazıları esmer teninde pekte çakalı duruyordu. Her zaman ki gibi saçlarını geriye tarar kızlara hava atardı. Sonrada minibüsçülüğe başladı. İyide para kazanıyordu. Herkeste Yaşarı seviyordu. Bin yaşa Yaşar. Şakalaşmalar övgüler sevgiler gırla gidiyordu. Kazancı yerinde olunca yardakçıları da yalakaları da çok olur. Yogunluğunu atmak içinde akşamları arkadaşları ile demlenirdi. Şarkılı türkülü oturak alemleri yapar, bunları Yaşar düzenlerdi ve hesabı hep o öderdi.
Sonra oralada toprak ağaları pamuk ve çentik tüccarları bir birlerine hava atarak pavyonlara gidiyorlardı hacı ağalarla. Yaşarın hacı ağladan ne eksiği vardı ki? Epeyde para kazanıyordu. Oturak alemleri kesmeyince de,Maraş Antep pavyonlarını münübüsüne ne kadar yalaka yağcısı varsa toplayıp gidiyorlardı. Hesaplar hep Yaşardandı. Buna can mı dayanır Yaşar? Pavyon karılarına parayı bastırınca arkadaşları tempo tutuyorlardı. Bas bas paraları Leylaya bir daha mı geleceğiz dünyaya.
Sonrada başlarlardı Yaşar türküsü hep bir ağızdan söylemeye.

Ben Giderim Oduna (Yaşar)

Ben giderim oduna
Şahan derler adıma
Geleli üç ay oldu
Doyamadım tadına

Yalan mıydın Yaşar
Karakolda doğru söyler
Mahkemede şaşar

Karşıdan gelen atlı
Altında kilim katlı
Anam babam sağolsun
Hepisinden yar tatlı

Yalan mıydın Yaşar
Karakolda doğru söyler
Mahkemede şaşar

Sarı yayımın bendi
Ne tez unuttun beni
Düşmanlar bile etmez
Bana ettiğin fendi

Yalan mıydın Yaşar
Karakolda doğru söyler
Mahkemede şaşar

Mahkemenin salonunda
istidası elinde
Kendi gidip adı kaldı
Koca köyün dilinde

Yalan mıydın Yaşar
Karakolda doğru söyler
Mahkemede şaşar

Konakta duran kadı
Cemilem gelsin dedi
Biz nasıl ayrılalım
Yaşlarımız on yedi

Yalan mıydın Yaşar
Karakolda doğru söyler
Mahkemede şaşar

Yirmidir benim yaşım
Karadır yarim kaşım
Üç sene de sönmedi
Ciğerimde ateşim

Yalan mıydın Yaşar
Karakolda doğru söyler
Mahkemede şaşar

Herkes hayatından memnundu. Para bol kazanç bol. Ne yapacaksın bu kadar parayı Yaşar? Yaşa Yaşar diyorlardı. Yaşar ne yaşar ne yaşamaz olmaktansa yaşayarak ölmek daha iyi diyorlardı. Mahallenin en nazlı en güzel kızı Nerimanı da almıştı. Hep ona en güzel kıyafetleri bilezikleri alıyordu. Bir anlamda sus payıydı. Yaşantıma karışma. Eve zil zurna geldiğinde de hanımı bir şey demiyordu. Kazanıyor yiyor erkektir çapkınlıkta yapar, hovardalıkta yapar pavyona da gider, rakısını da içer, bu kadar hoş görülü olmak herhalde melekelere mahsup bir harakettir.

Mahallede düğün dernek olur halayın başını hep Yaşar çeker. Davul zurna ekibine bol bahşiş verir. Gölünce eğlendiği için helal olsun Yaşar. Geriye servet bırakacasında ne olacak? Çok servet bıraksanda az servet bıraksanda yine sana arkandan küfür edecekler. Onun için aptallık etme kazandığını ye. Birgünlük beylik beyliktir. Aslanlar gibi çalışıyorsun. Para kazanıyorsun. Aslanlar gibi yemek haktır. Herşeyin hakkını vermek en güzeli değil mi? Derlerdi.

Yıllar geçtikçe Yaşar içkiye alemlere çok alışmıştı. İçtiği içkiden yüzü kızarır yanakları al al olurdu. Artık lakabı Domates Yaşar olmuştu.
-Domates Yaşar aşağı ,domates Yaşar yukarı. Şakalar gülüşmeler
herkesin dilinde

Domates Yaşar, çevresinde sevilen sayılan bir adamdı. Parasını çok iyi kazanıyordu. Bir otobüsü vardı artık. Herkes onun otobüsüne özellikle binmeye çalışıyordu. Domates Yaşarın otobüsünde ne kadar güzel söz varsa içinde de dışında da yazılıydı.. 46 aynen Maraş plakalıydı.

- Güzel günler göreceğiz çocuklar diyordu yazıda.
- Domates Yaşar daha ne kadar gidip mutlu olacağız güzel günler göreceğiz diyordu.

Şakalar espriler gırla giderdi. Şapkasını ensesinden elleriyle iterlerdi sinirlenir gibi olurdu gür bıyıklarını tutar, şapkasını yerden alır başına yerleştirir, kendini yatıştırırdı. Hayata gülerek bakan bir insandı. Öylede yaşamak ne kadar güzel.

Ama yaşlandıkça takatten düşüyordu. Evde de pek huzuru yoktu. Hergün bir büyük rakı içerdi. yanakları kıpkırmızı oluyordu.

İnsanlar.
-Neden bu kadar içiyorsun dedikleride
-Eski sevgiliyle karşılaşmış ihtiyarlar gibiyim, eski rüyanın peşinde dolanıyorum der güler geçerdi.
Onlarda
- Domates Yaşar , Domates Yaşar diye gülüşür dururlardı.
- Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş, der oda gülerdi.

Bir süre sonra ,otobüsünü satmak zorunda kaldı. Yaşlıydı artık kullanamıyordu. Kaza yapmaktan da korkuyordu. Sonra da çok alkol alıyordu. Evde huzuruda kalmamıştı. Kavgalar dövüşler gırla gidiyordu. Parası azalınca da bu sefer şarap içmeye başladı. Ama herkesin sevdiği bir insandı. Sevgisinden bir şey kaybetmemişti. İnsanlar onun için üzülmeye başlamıştı.
-Bu duruma düşecek adammıydı?
Derlerdi.
Domates Yaşar daha sonra çok kötü duruma düştü. İnsanlardan para istemeye utanıyordu. ama dostları arkadaşları para vermeye başladı. Bir süre böyle devam etti. Onlarda devamlı para vermekten bıktı. Sonra da yokluğa kanaat edip ispirto içmeye başladı. Devamlı sarhoş olduğu içinde evde huzuru kalmamıştı. Bir süre sonra evini terk etmek zorunda kaldı.
Bu sefer de çarşıda bulunan kulübenin içinde yatıp kalkmaya başladı.
O koca yürekli eli bol, babayiğit adam Domates Yaşar.

CEMAL BORANDAĞ

5 Mayıs 2016 Perşembe

YILLARCA GÜLMEMİŞTİM

Gülmek insani bir duygudur. Hayvanların güldüğü görülmemiştir. Demek ki gülmek birazda söylenen sözde davranışta harakette bir güzellik bir değişiklik bir tuhaflık görüp düşünüp değerlendirilip aniden yapılan bir harakettir.

Gülmeği bilmek, bir anlamda gergin olan vücudun deşarj aracıdır. Vücudun teneffüsüdür. Eğer gülme olmasaydı düşünce olmasaydı, neşe, şen şakraklık olmasaydı neye yaradı yaşamak. Hayvandan farkımız olunmazdı herhalde. Düşünüyorum o halde gülüyorum.
Gülen neşelenen insanın hareketlerine baktığımızda sosyal bir insan olduğunu ,insanlarla çabuk diyalog kurduğunu görürsünüz.

Birinde bir arkadaşım “İnsanlarla ne çabuk iletişim kuruyorsun” demişti.
- Ben de “ben bir insanım karşımdaki de bir insan. O halde aynı lisanı konuştuğumuza göre niye konuşmayalım” demiştim. Şaşırmıştı.
-Arkadaşlarıma önce merhaba diyen benim, hal hatır soran benim. İçimde fırtınalar kopsa da daima yüzümden tebessümü eksik etmiyorum. Toplum içinde bulunduğunmuz için kıyafetime özen gösteriyorum. Parfümümü döktükten sonra mis gibi çiçek gibi koktuktan sonra geriye arıların toplanması kalıyor. Seviyeli dengeli insana herkes güven duyuyor.

-Sıcak ve samimi insana herkes yaklaşır. Her hayrın bir şerri her şerrin bir hayrı vardır. Gülmek motivasyonu arttırır. Gülmeyen insan gördüğüm zaman çok üzülüyorum. Duygulanıyorum. Allah bilir ne derdi vardır. Ama mutlaka her derdin de çaresi vardır. Hayat bir düz asfalt yol değil, o halde elbette hayatımızda güzel günler, neşeli günler ve bir o kadarda zor günler sıkıntılı günler acı günlerde olacaktır. Sonuçta hayat devam ediyor.

-Belki belirli bir zaman insan bocalar ama sorun bir şekilde giderilir. Sadece ölüme çözüm olmuyor. O da inançlı insan olduğumuza göre Allah'ın takdiri. Bazıları küçük sorunları tepeleri dağ gibi büyütür. Belki de kolay çözülecek bir yönü vardır. Bir bilene sormanın ne zararı var. hem içindeki sıkıntıyı atmış oluruz, hem çözümünü aramış oluruz. Ona rağmen çözülemiyorsa her müsibeti belkide tecrübe etmiş oluruz. Sonuçta Allah bir kapıyı kapatırsa öbür kapıyı açar. Bir müsibet bin nasihatten iyidir.
-Nasihetle geçen zaman dünyanın en boş zamanıdır.
Onun için derim ki;
-Yüzü gülmeyen insan canlı bomba gibidir. Nerede ne zaman patlayacağını bilemezsin. Bazıları küçükte olsa sorunları büyütür biriktirir. İnsanın içi patlama noktasına gelir. Bir bit için yorgan yakmaz, ama evi yakar, yakarımda Romayı da yakarım. Neron ruh hali düzgün olsaydı normal bir insan olsaydı yakarım Romayı da yakarım der miydi?

Sorunları biriktirip çözülmeyecek duruma getirdiğinde zaten Allah'ın yarattığı can da stop eder. Sonuçta hepimiz can taşıyoruz. Onun için psikologlar, aile büyükleri sevilir. Neden herkes içini döktükten sonra bir anda rahatlar. Sonuçta çözümünü yine kendi bulur.

Antakya'da bulunan M.Ö 3.yy daki ,mozaikteki iskelette olan yazı dikkat çekti. Neşeli ol hayatı yaşa.
Gazinoda oturmuştuk, birşeyler yiyip birazda içecektik. Garsona siparişi verdik, o arada servis açılana kadar gazetemi okuyayım dedim. Yanımıza tarihi eser gibi canlı ,tarih gibi gecmiş yılların kalıntılarını benliğinde taşıyan ,bir kadın yanında da yeğeni olan kadınla yanımıza oturmak istedikleri söylediler. Biz de menuniyetle kabul ettik. Bilakis memnun olacağımızı söyledik. Aklaşmış saçlarına ten beyazlığı solgun teniyle uyum içinde oturmuştu. Kalın camlı gözlüklerinin ardında iki iri siyah gözleri , hiç gülmeyen ince dudakları ile taş bir antik eser gibiydi., titreyen elleri ile arasıra başını sallayarak güçlükle konuşuyordu. Nezaket konuşmalarında sonra, garsona sipariş verirken isminin N.Ataman olduğunu,söyledi.
-Benim arkadaşımında soyadının Ataman , akrabalığınız var mı diye sordum.
-Yok dedi yaşlı kadın konuşmaya başladı. Babasının Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşı olduğunu söyledi. Soyadınında Atatürk tarafından verildiğini söyledi.
Askeri müzeye babasının emanetlerini teslim ettiklerini. Sergilendiğini ve anı defterlerinin imzaladığını söyledi. Sağolsunlar askeri müzedekiler çok sevgi ve saygı gösterince çok memnun olduğunu da söyledi.
Doğa güzel, bayrağımızda tepemizde dalgalanıyordu. Biraz da anılardan parçalar anlatıldı. Sonra da kafam hafiften çakırdı. Alkol aldığı zaman insan, gelen insanın hayat senaryosunu bir şekilde tahmin edebiliyor. Şaire bayan şarabi bir güzellikte,arada bir sigara içmeye kalkınca masadakiler ayağa kalkıyor. Yandan yandan da süzüyorlardı.
-yaşlı kadın kendi güzel de vücududa çok güzelmiş dedi.
-Bu güzellik herkesi hazırola geçiriyor dedim. Birde kırmızı başlığı taksın ormana gönder kurdu yesin gelsin değince kadın eli ile ağzını kapatarak kısılan gözleri ile gülmeye başladı.
-Sizde güzel bir kadınsınız.
-Teşekkür etti.
-Belki de size zamanında şiirler yazılmış şarkılar bestelenmiştir. Belkide türküler yakılmıştır değince çok hoşuna gitti. Eliyle ağzını kapatarak kıs kıs gülmeye başladı. Hoşuna gitmişti iltifatım.
- Sizin mesleğiniz nedir diye sordu yaşlı kadın.
- Emekliğim dedim . Edebiyat ve sanatla ilğileniyorum .
-Yaşlı kadın o zaman siz emekli sayılmazsınız edebiyat ve sanatla ilğilendiğinize göre topluma hizmet ediyorsunuz dedi sevgi dolu bir ifade ile.
İltifatlar biranda güzel dostluğu oluşturdu. Dilim çözülmüştü sanki , başladım anlatmaya.
-Düşünen ve seven insanın işidir şiir yazmak. Felsefi boyut kazanmadan bir insan şiir yazamaz. Geri kalan zihniyetleri ancak felsefe okutarak öğreterek şiirler türküler şarkılar söyleterek ancak uyandırabiliriz. Şiirde bir düşünce derinliği vardır. Hür ve demokratik ortamın güzelliğinden en iyi şekilde haz duyarak yaşamak için şair ruhlu adamlara çok ihtiyaç vardır.
Yazmadan yaşayamam. Yaşamadan yazamayı yüreği olan sevebilir ve yazabilir ancak. Mavi gözlü şehirde yaşıyorsun. İstanbulun aşkları sevdaları güzellikleri bir başka olur. İstanbul dünya başkenti. Aşklarının tadı bir başkadır. Mutlu olan insanın tavırları bir başka olur. Ruhu yüzüne yansır. Mutlu olduğunu hissedebilirsiniz. Acı çektiğini de. Yüz bedenin ruhudur. Yüksek sesle devamlı konuşur. Şiirsiz hayat eksik yaşamış demektir.
Seni tanıdıktan sonra gökkuşağının altından geçiyor gibi hissediyorum kendimi. Dünyayı seninle rengarenk görüyorum aşkım diyebilmeliyim. Yüksek sesle delikanlıca seni seviyorum diyebilmeliyim. Delice aşık olmaktan bende nasibimi almalıyım. Hayat devam ederken eğlenmene bak. Bazı aşklar bazı yaşları bekler. Her yaşın aşkı başkadır derler.
Melih Cevdet Anday ben dünyaya şiir gözüyle bakıyorum diyor. Bizde şiir gözüyle bakalım dünyaya. Dünya ne kadar güzel.
- Yiğenide , şiirin ruhunu ne güzel ifade ettiniz diye iltifatlarda bulundu.
Konuşmama devam ettim
-Bir ulus şiire müziğe türkülere şarkılara önem vermezse ilerleyemez. Bazen insanlarda umutsuzluğa kapılabilir. Ama ne olursa olsun umudu elden bırakmamalı. Otuz yıldır kadın ruhunu araştırıyorum ama hala ne istediklerini anlamadım diyor Sigmund Freud. Anladıktan sonra bir anlamı yok. Araştırmaya düşünmeye çıkarsın sevmeye devam edelim.
Kadın annedir. En büyük görevidir. Cenneti tek hakkeden insandır. Eşimizdir. Sevgilimizdir. Çocuğumuzdur. Eşimiz ve sevgilimiz için en güzel şiirleri yazıp okuyalım ki onlarda sevmeyi öğrensin. Erkekleri şiir okumayan toplumlarda kadınlar sevmeyi öğrenemezler. Annemiz için de belkide en güzel türküler yakılmış, şiirler şarkılar yazılmıştır. Kızlarımız nice delikanlıların yüreğini dağlayacak, en güzel şiirler onlar için yazılacak. Şair ruhlu adam gibi adama çok iş düşüyor. Hele Anadolu'nun taşında toprağında doğmuş yetişmiş büyüyen insan zaten şair ruhlu adamdır.
-Nice güzel şiirler yazılması dileğim ile, en güzel şiir henüz yazılmamıştır. Dedim.

Yaşlı kadının hatıraları birden canlandı. Sonra yeğeni devreye girdi.
-Zamanında teyzem çok güzeldi. Mahallenin delikanlıları teyzeme kur yapar aşkları için kavga ederlerdi. Konakta oturuyorlardı. Evin altında erkekler müzikler resitaller düzenlerlerdi. Teyzemin gönlünü çelmek için.
Bu sefer teyze yine ağzını kapatarak zevkle gülmeye başladı. Sonra da espriler peş peşe sıralanınca ağzını kapatmayı unuttu. Kahkahalarla gülmeye başladı.
-Allah sizden razı olsun yıllarca gülmemiştim. İki oğlumda doktor oldu, büyük oğlumu trafik kazasında kaybedince gülmeyi yıllarca unuttum.
Üzülmüştüm sonra tekrar konuşmama devam ettim.

-Bebekler günde üç bin defa gülermiş. Yetişme çağına geldiklerinde gülmeleri azalıyormuş. Yetişkinlerin çok az güldükleri görürlür. Gençleri yakışıklı gösteren candan gülüşleridir. Gülmeninde bir çok faydası vardır. Batı Avrupa'da Amerika'da gruplarla gülme seansları düzenlendiğini duymuştum.

Araştırmacıların bulgularına göre gülmek vücudu rahatlatır, beyni sakinleştirir, insanlara zevk ve umut verir, insanların sorunlarını ve acılarını unutturur. Gülmek zevktir, vücut ve ruh için sağlıklıdır.
Bir atasözüyle “en iyi ilaç gülmektir”. Bir Alman atasözüyle de: “gülmek hayatın şekeridir”
Bir öneri: ömrünü ikiye katlamak istiyorsan, yediğinin yarısı kadar ye, uyuduğunun iki katı uyu, üç kat daha fazla su iç ve dört kat daha fazla gül... Uzmanlara göre gülme, her insanda doğuşta var olan bir özelliktir; bir deyişle de “vücudun ötüşüdür.”
Bir dünya hayal edin ki, tüm insanlar, gülmece (mizah) kabiliyetli olsun ve ağlamaktan çok gülsünler, surat asmaktan çok gülümsesinler! Böyle bir dünyanın olabilmesi için gülenler kadar güldürenlere de ihtiyaç vardır. Gülmeden geçirilen bir gün yaşanmamış sayılır.
-Ama hayat devam ediyor. Sonuçta çocukları vardır. Onlarda yaşıyor dedim. Anılarla da yaşanıyor dedim. Ama efkarlanmamak elde değil. Sonra da başka konulara geçtik. Bir anlamda atmosferden uzaklaşmak gerekiyordu. Farkı konularla zamanı geçirdik.
Bütün güzellikler sizinle olsun. Allah gülmekten ayırmasın, sıkıntılarınızı içinize atarsanız hasta olursunuz. Allah'ın takdiri. Fazla da üstelerseniz Allah'ın zoruna gider. Sonuşta can verende alanda Allah. Allah'a isyan etmenin anlamı yok dedik.
-Gülümsemeniz , gülmeniz hiç eksik olmasın dedik.
Allaha ısmarladık dedik, gülümseyerek ayrıldık.

CEMAL BORANDAĞ