28 Nisan 2016 Perşembe

Adamın biri hastalanıyor.

Adamın biri hastalanıyor. O gün canı, işe gitmek istemiyor. İçinden Allah'a şöyle bir dua edeceği tutuyor: 'Allah'ım, her gün işe gidip 8 uzun saat boyunca evim ve eşimin rahatı için çalışıyorum. Eşim ise sadece oturuyor. Ne olur, bir gün benim yerime geçip, ne kadar zor bir hayat yaşadığımı görmesini sağla.' Hikaye bu ya, birdenbire adamın dileği yerine geliyor. Ertesi sabah , karısının bedeninde uyanıyor. Hemen yataktan fırlıyor. Eşinin kahvaltısını hazırlıyor. Çocuklarını uyandırıyor. Elbiselerini hazırlıyor. Onların da kahvaltılarını yaptırıyor. Beslenme çantalarını hazırlıyor. Çocukları okula götürüyor.

Eve dönüp, evi toparlıyor. Yıkanacak bulaşıkları ve çamaşırları hallediyor. Temizleyiciye götürülecek olanları eline alıp telefon faturasını ödemek için bankaya gidip sıraya giriyor. Faturayı ödedikten ve temizlikçiye uğradıktan sonra, akşam yemeği için alışverişe gidiyor. Eli kolu dolu bir vaziyette eve dönüyor. Bu arada öğlen oluyor. Evi süpürmeye başlıyor. Eşyaların tozunu alıyor. Mutfağı siliyor. Çocuklarının okuldan gelince yiyeceği keki pişiriyor. Eee artık çocukları okuldan alma zamanı da geliyor. Yolda onlarla sohbet ediyor. Okulda olanlar konusunda akıl fikir veriyor. Eve geldiklerinde derslerini kontrol edip, çalışma masalarına oturmalarını sağlıyor. Süt ve kek getiriyor. Bu arada yıkadığı çamaşırları ütülemesi gerekiyor. Ütü bittiğinde ancak akşam yemeğini hazırlayacak kadar vaktinin kaldığını fark ediyor. Hemen patatesleri soymaya başlıyor. Salata malzemelerini yıkıyor. Pilav için pirinci ıslatıyor. Etleri çıkartıp, fırın için hazırlıyor. Kocası eve geldiğinde, onu sofraya tabakları yerleştirirken buluyor.

Akşam yemeğinden sonra, önce eşinin kahvesini pişiriyor. Masayı topluyor ve bulaşıkları hallediyor. Eşinin ve çocuklarının ertesi gün giyeceği kıyafetleri kontrol ettikten sonra çocukları yatırıyor. Onlara hikaye okuyor. Televizyon seyretmeye ve biraz da gazete okumaya salona dönüyor Biraz vakit geçirdikten sonra yatak odasına yatmaya gidiyor.. Ertesi sabah uyandığında hemen Allah'a yalvarmaya başlıyor : 'Allah'ım özür dilerim. Ben ne dediğimi bilmiyormuşum. Karımın hayatını rahat zannetmekle ne halt ettiğimi şimdi anladım.

Lütfen beni eski halime döndür.' Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti: : 'Evet, dersini aldığını görüyorum. Herşeyi değiştireceğim ama maalesef 9 ay beklemek zorundasın, çünkü dün gece hamile kaldın.

Güzel Sözler

*Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanabilecek hiçbir koz verme.
* İnsanlara doğru değer ver, hak etmeyenleri sil.
* Kimseye yalvarma.
* Asla dönüp arkana bakma.
* Sır tutmasını bil.
* Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı. Sevgilin için dostlarını, dostların için sevgilini satma.
* Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut.
* Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama.
* Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.
* Seni dinleyip anlamaya niyetli olmayanlarla tartışma.
* Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme.
* Eğer verdiğin o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme.
* Kendini öven insanlardan kaç. * Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma.
* Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma.
* Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorsa onların öğütlerini gözardı etme.
* Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üzerine sıçrar.
* Gözyaşlarının değerini bil. Onları hak etmeyenler için harcama.
* Senin zekana inanan insanları hayal kırıklığına uğratma.
* Kendini sev. * Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma.
* Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakarlık yapma.
* İnsanları kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil.
* Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat verme.
* İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma.
* Sana duyulan sevgiyi ve güveni istismar etme.

BİR KIZI OLMALI İNSANIN,

Canını emanet ettiğin, elin, ayağın, gözün, kulağın, her şeyin. Bir kızı olmalı insanın. Bir hata yaptığnda, gözlerinin içine baktığın, bakar bakmaz masumiyetiyle saniyeler içinde eridiğin, vefasına taptığın. Bir kızı olmalı insanın. Evinde babasına,annesine karşı nazlı niyazlı, Sokakta cadılığından ve hışmından korktuğun. Bir kızı olmalı insanın. Herkes terkettiğinde seni, varlığında da, yokluğunda da, evliyken de, bekarken de babacığım ya da anneciğim diye kucak açtığında, gözyaşlarıyla bağrına bastığın. Bir kızı olmalı insanın. Demlediği çayı süzülerek getirdiğini seyrettiğin, Pişirdiği kahvenin tadına gizlediğin, özenle bezediğin. Bir kızı olmalı insanın. Canıyla canlandığın, varlığıyla anlamlandığın, Özlemiyle ve iç çekişlerinle dağ dağ efkarlandığın. Bir kızı olmalı insanın. "Dünya bir yana, kızım bir yana" diyebildiğin.

1985 Yılından Önce Doğanlar :)) 50 - 60 - 70 - 80' li yıllarda mı büyüdün?

1985 Yılından Önce Doğanlar :)) 50 - 60 - 70 - 80' li yıllarda mı büyüdün? nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın?
1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.
2.- Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.
3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. Ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı.
4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu...
5.- Kasksız bisiklete biniliyordu.
6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu...
7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.
8,- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz ...
9.- Okul öğlen bitiyordu... Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.
10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu.Kendimizden başka kimse sorumlu değildi.
11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı - çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak ...
12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU. onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!!!
14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!!
15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu? Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.
16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoğa gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.
17.- Özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı ...ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk. Soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık??? Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik??? Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar - fakat- bizler çok güzel ve mutlu yaşadık!!!!! DİMİ AMA ?

Adam karısına pek hoş davranmaz,

Adam karısına pek hoş davranmaz, kalbini kırar. Sonra karısından sofrayı kurmasını ister. Kadıncağız hiç sesini çıkarmadan kurar sofrayı ve buyur eder kocasını. Adam sabırsızca sofraya oturur, iştah kabartacak bir zevkle yemeye başlar. Yemek tuzsuz olmuştur. Birkaç lokma yedikten sonra karısından tuz ister. Karısı; “Sen yemeğe devam et ben getiririm”, der ve içeri gider. Adam ikide bir; “tuz nerde kaldı hanım?” diye sorar. Kadın her seferinde “tamam getiriyorum” diye cevap verir . Fakat tuz bir türlü sofraya gelmez. Adam tuzu isteye isteye karnını doyurur. Sonra aklı başına gelir. Az önce hatununun kalbini kırdığı için özür diler. Hanım mutfağa gider, ve elinde tuzla geri döner. Adam merak eder ve sorar; “Bu ne şimdi karnım doyduktan sonra tuzu ben ne yapayım” der. Karısı da ona; “Senin kalbimi kırdıktan sonra dilediğin özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir, ihtiyaç kalmaz'' der. Hani derler ya öfke rüzgar gibidir, bir süre sonra diner ama birçok dal kırılmıştır bile. Yaşamı boyunca herkes birini bulur ama birbirini bulmak çok az insana nasip olur. O yüzden sevdiğinize sahip çıkın, onu önemseyin ve kırmayın. Kadın mutluysa güzelleşir, güzelse mutlu olur. Mutlu olursa sen de mutlu olursun. Sevdiğinizi üzmeyin... - La Edri

Bazı Kızlar Neden Evde Kalıyor?

Kadınların gidip kendilerine erkek(koca) seçebilecekleri bir erkek dükkanı(mağazası) açılmıştır.Mağaza 5 katlıdır ve her kat çıkıldıkça,erkeklerin nitelikleri de yükselmektedir. Mağazada sadece tek bir kural geçerlidir:Herhangi bir katın kapısından içeri giren kadın,o kattan alış-veriş etmek zorundadır ve eğer bir üst kata çıkmak isterse,tekrar aşağı katlara inemez. Bir gün bir grup kız arkadaş,kendilerine erkek seçmek için mağazaya gider,Ve...... 1.KAT:kapıda şunlar yazılıdır:"Bu kattaki erkeklerin çalışacak bir işleri var ve çocukları da severler."Kızlar yazıları okur ve şöyle derler:"Eh,hiç yoktan iyidir ama bir de üst kata bakalım." 2.KAT:kapıda yazılanlar:"Buradaki erkeklerin iyi bir işleri var,çocukları severler ve son derece yakışıklıdırlar."Kızlar:"Hımmmm hiç fena değil ama acaba bi üst katta ne var?" 3.KAT:"Buradaki erkeklerin çok iyi birer işleri var,çocukları severler , son derede yakışıklıdırlar ve ev işlerine de yardım ederler."Kızlar:"Aman Tanrım,çok etkileyici ama yukarıda başka katlar da var." 4.KAT:"Buradaki erkeklerin işleri çok iyi,çocukları çok severler,gayet yakışıklı olup,ev işlerine yardım ederler ve ayrıca son derece romantiktirler."Kızlar çığlık atmaya başlarlar:"İnanılmaz,bir üst katta bizi neyin beklediğini bi düşünün!"Ve bir kat daha çıkarlar... 5.KAT:şunlar yazmaktadır:"Bu kat boştur ve sadece kadınları memnun etmenin mümkün olmadığını kanıtlamak için konmuştur.Çıkış soldadır;umarız inerken merdivenlerden yuvarlanırsınız..."

KARI & KOCA Bir çift

KARI & KOCA Bir çift hiç konuşmadan arabayla yolda gitmekteydi. Daha önceki bir tartışma münakaşaya dönüşmüştü ve hiçbiri teslim olmak istemiyordu. Keçi, katır ve domuzlarla dolu bir çiftliğin yanından geçerken koca, alaycı bir biçimde sorar: 'Akrabaların mı?' Karısı 'Evet' diye cevap verir ve ekler, 'Senin taraftan akrabalarım' KELİMELER Kocası karısına kadınların bir günde kaç kelime kullandığına dair bir makale okuyordu... 'Erkeklerin 15,000 kelimesine karşılık 30,000 kelime' Karısı yanıtladı: 'Sebebi erkeklere her şeyi tekrar etmek zorunda olmamızdır.' Kocası karısına döndü ve sordu: 'Efendim?' YARADILIŞ Bir gün bir adam karısına sordu: 'Aynı zamanda nasıl hem bu kadar salak, hem de bu kadar güzel olabildiğini anlamıyorum.' Karısı yanıtladı: Allah beni sen çekici bul diye çok güzel yarattı; Allah beni seni çekici bulayım diye çok salak yarattı!' KONUŞMAMA CEZASI Bir karı koca evde problemler yaşamaktaydı ve birbirlerine konuşmama cezası uygulamaktaydı. Aniden adam ertesi gün karısının kendisini sabah 5:00 da iş için bir uçuşu olduğundan uyandırması gerektiğini hatırladı. Sessizliği ilk bozan ve kaybeden kendisi olmamak için, bir kağıdın 'Lütfen beni sabah 5:00 da uyandır.' yazdı ve notu karısının bulabileceği bir yere bıraktı. Ertesi sabah, adam uyandı ancak saatin 9:00 olduğunu ve uçuşu kaçırdığını fark etti. Çok kızdı, tam karısının onu neden uyandırmadığını soracakken yatağın yanında bir parça kağıt buldu. Kağıtta 'Saat 5:00 uyan' yazmaktaydı.

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken, yanına köpeğini de almış. Köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor. Şimdi başım dertte, diye düşünmüş köpek. Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken köpek kendi kendine konuşmuş: Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı..? Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış: Leopar tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım, diye düşünmüş. Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş, bildiklerini kullanarak bundan sonra kendisini leopardan kurtaracağını düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna: Atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım demiş. Az önceki yerde bekleyen köpek, bakmış kızgın leopar sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken, kaçmaya da kalkmamış. Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri kemirmeye devam etmiş. Tam leopar saldıracakken, yine kendi kendine konuşarak leopara duyurmuş: Şu aptal maymun da nerede kaldı..? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok..! Diplomasi Denen Şey Bu..! Yapabiliyorsan; Hızlı düşün, Sakin ol, Güçlü görün, Düşmanını kendi silahı ile yen..! Murat Tunalı | www.facebook.com/yazarmurattunali

ZEKİ İNSANLARDA DİKKATİ ÇEKEN 8 ÖZELLİK...

1- Zeki insanlar naziktirler ve nezaket kurallarına uyarlar. İnsancıl yönleri fazladır ve karşılarındakine değer verirler. Hangi zeki insanı araştırırsanız araştırın, nazik olduğunu görürsünüz.
2- Zeki insanların duyguları çok yoğundur. Mantıksal gelişim aynı zamanda duygusal gelişimi de etkileyecektir. Bu duruma göre çocuk kalmayı başarmış insanlar daha zekidir gibi bir sonuca ulaşabiliriz, çünkü çocuklar duygularını çok yoğun yaşarlar.
3- Özelliklerinden bir tanesi çok büyük fiziksel enerjiye sahip olmalarıdır. Bu doğuştan gelen bir enerji modellemesi olmayıp, tamamen kendini adapte ettiği konuyu tamamlamak için saatlerce çalışması gerektiği bilincine sahip olmasıdır. Bunun sonucu olarak da irade ve kalp koordineli bir şekilde enerjiyi temin için çalışırlar.
4- Üstün zekalı insanların diğer bir özelliği ise hem zeki görünüşlü olmaları ve hem de doğal görünmeleridir. Hem zekalarını belli ederler ve hem de çocukça bir yapıyla hareket ederler. Bu nedenden dolayı da sorgulanırlar; bu kişi gerçekten zeki mi?
5- Zeki kişiler hem disiplinle ve hem de oyun oynar tarzda işlerine eğilirler. Yaptıkları işi büyük bir ciddiyetle yaparlar, ancak oyun havası da vererek yaptıkları işten büyük bir zevk alırlar.
6- Zeki kimseler hem gerçek dünya ile bağlarını koparmazlar ve hem de hayal dünyası içinde yaşarlar. Ürettikleri şeyler gerçek dünyada kullanılacaktır, ancak olmayan şeyleri üretmek zorundadırlar. Normal insanlara göre üstün zekalı insanların düşünceleri fantastiktir, ancak bilimsel çalışmalar fantastik hayaller sonucu ortaya çıkmaktadır.
7- Üstün zekalı insanlar son derece inatçı yapılı kimselerdir. Başarısızlıkta asla yılmazlar ve asla pes etmezler. Düşünsenize, Edison ampulü bulmadan önce binlerce sefer deneme yapmıştır ve asla pes etmemiştir Sonunda da başarıya ulaşmıştır.
8- Üstün zekalı insanlar lider ruhlu insanlardır. Genellikle her konuda söyleyecekleri şeyler olduğu için her türlü insana hitap edebilirler. Sevecen ve babacan bir tavırları vardır. Genellikle öğrenciliklerinden itibaren lider ruhlu özellikleri belirginleşir.

Gülmenin Önemi ve Faydalari....

Araştırmacıların bulgularına göre gülmek vücudu rahatlatır, beyni sakinleştirir, insanlara zevk ve umut verir, insanların sorunlarını ve acılarını unutturur. Gülmek zevktir, vücut ve ruh için sağlıklıdır.Bir atasözüyle “en iyi ilaç gülmektir”. Bir Alman atasözüyle de: “gülmek hayatın şekeridir”
Bir öneri: ömrünü ikiye katlamak istiyorsan, yediğinin yarısı kadar ye, uyuduğunun iki katı uyu, üç kat daha fazla su iç ve dört kat daha fazla gül... Uzmanlara göre gülme, her insanda doğuşta var olan bir özelliktir; bir deyişle de “vücudun ötüşüdür.”

Gülmenin faydaları: Bağışıklık ve sindirim sistemini çalıştırır. Sinirleri ve vücudun üst kısmındaki kasları gevşetip aerobik yaptırır. Kendine güveni sağlar, iletişim aracıdır

Bir kahkaha bir kilo pirzolanın yanı sıra, bir kutu ilaca da bedel... Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Psikolojik Hizmetler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Musa Gürsel, iletişim ve başarı için gülümsemek gerektiğini belirterek şöyle konuştu:
"Sevgi ve saygının, kendine güvenin, sempatik olmanın, korkuyu azaltmanın, kolay iletişim kurmanın yolu gülümsemekten geçer. Öfkeli insanlar hem çevreye, hem de kendilerine zarar verir. Kendine güvenemeyen insan kolay iletişim kuramaz. Gergin ortam aynı zamanda başarıyı azaltır."
İletişimde en önemli unsurun güven olduğunu, güvenin ise insana gülümsemekle başlayacağını kaydeden Prof. Dr. Gürsel, "Kuşku insanları birbirinden uzaklaştırır. Yanlış anlamalar başlar. İnsanlara gülümsemek için kişinin kendine güvenmesi gerekir. Güvenle rahatlama sağlanır. Rahat insan daha kolay iletişim kurar" dedi.
Stresi yenmenin en iyi yolunun gülmek olduğunu da söyleyen Prof. Dr. Gürsel, yaşama ve insanlara gülümsemeyi önerirken gülmenin faydalarını da şöyle sıraladı:

Vücudun doğal mutluluk hapı olan endorfin hormonu salgılanmasını sağlar.
Sinirleri gevşetir.
Sindirim sistemini çalıştırır.
Vücuda 'aerobik' yaptırır. Vücudun üst kısmındaki tüm kasların, sinirlerin ve organların egzersiz yapmasını sağlar.
Bağışıklık sistemini güçlendirir.
Pozitif duyguları öne çıkarır.
Başarıyı olumlu yönde etkiler.
Çevreye ve kendine güven artırır.

Kolay iletişim kurulmasını sağlar.
Öfke, gerginlik ve korku gibi duyguları azaltır.

Bir dünya hayal edin ki, tüm insanlar, gülmece (mizah) kabiliyetli olsun ve ağlamaktan çok gülsünler, surat asmaktan çok gülümsesinler! Böyle bir dünyanın olabilmesi için gülenler kadar güldürenlere de ihtiyaç vardır. Şayet, doğuştan gelen güldürme yeteneğiniz yok ise, Müjdat Gezen ve Nasrettin hoca gibi güldüren bir kişi nasıl olursunuz?

Müjdat Gezen, Levent Kırca, Ferhan Şensoy, Ali Poyrazoğlu ve Cem Yılmaz’ı dinleyerek gülmek kolay. Nasrettin hoca, Temel, Bektaşi fıkralarını okuyarak gülmek de. Televizyonda Avrupa Yakası, Çocuklar Duymasın, En Son Babalar Duyar gibi dizileri izlerken de kolayca güleriz. Peki, siz hiç eş dostunuzu veya toplum önünde konuşurken insanları güldürmeyi denediniz mi?

İlk fıkrayı anlattığınız veya dinlediğiniz anı hatırlıyor musunuz? İlk defa neye veya kime güldüğünüzü?

Güldüren bir kişi olmak kararını verdikten sonra benim yaptığımı yapın! Çünkü ben de uzmanların söylediklerini yaptım!

İlk kural: ne kadar gülmece dinleseniz, fıkra kitabı okusanız, güldürü programları veya Kemal Sunal filmleri seyretseniz denemeden ve uygulamadan güldüren bir kişi olamazsınız! “Bir adım bin fikirden daha iyidir” deyişine uygun “size sevdiğim bir fıkrayı anlatsam!” demedikçe başarılı olunmaz. Bunun için de uğraş ve çaba gerekli. Bunun için de araştırmacıları dinleyelim ve yapılması gerekenleri listeleyelim:

Gülmenizi tetikleyen fıkra, karikatür, atasözleri, ve bunun gibi şeyleri toplayın biriktirin arşivleyin.
Gülmece (Mizah) dergilerine abone olun ve gülmece (mizah) ve fıkra kitapları, görüntü bantları alın. Böylece bir gülmece (mizah) arşivi veya kitaplığı oluşturun.
İnternet’ten günlük fıkra gönderen sitelerin listelerine katılın.
Sizi güldüren okuduğunuz veya karşılaştığınız olayları kaydedeceğiniz bir günlüğünüz olsun.
Her gün en az bir defa içten gülün, bunun için başkalarını güldürmeniz gerekebilir; çünkü güldüren insan daha candan güler.
Yaşadığınız güldürücü olayları, eş dostla paylaşmaya gayret edin. Duyduğunuz veya okuduğunuz güzel bir fıkrayı, eş dosta anlatın.
İş yerlerinde de hep ciddi olunması gerekmez... Gülmeceyi (Mizahı) iş yerine de taşıyın. Kahve molalarında, dedikodu yerine biri birinizi güldürmeyi seçin. Kahve yerine fıkra arası verin!
Eleştiri ve şikayetlerinizi gülmeceyle (mizahla) ve gülümseyerek yapmaya gayret edin
Gülmece (Mizah) kabiliyeti olanlarla arkadaşlık yapın.
Kendinize gülmeyi öğrenin.
Sıkıntılı ve hoş olmayan durumlarda bile gülünecek bir şey bulmaya çalışın.
Gülmeceyi (Mizahı) kendiniz de yaratabilirsiniz. Deneyin.
Sözcük (kelime) oyunları ve taklitler de insanları güldürür. Deneyin.
Bir Alman atasözüyle de: “gülmek hayatın şekeridir”

FİLLER

Çark,döndü.
Yaş elli,hesap belli.
Yaşlı,şişman bir adam oldum.
İlk aşkımı tattığım,
Şehre geldim.
Yaşlandığı zaman filler,
Doğduğu şehre gidermiş.
Aşkım,sonsuzlarda,
Şehrim kalmış.
Romantik duygular,
Aşk mektupları...
Şiirler ezberimde şimdi.
Aşk acısı,ayrılık acısı,
Yıllarca sürer.
O sıcak nefesinle,yaşar gibi,
Aşkla yaşıyorum.
Yeter ki aşk olsun.
Aşk olsun hayat.

Cemal Borandag.22 Nisan 2016

21 Nisan 2016 Perşembe

Adamın biri Afrika’da safariye çıkarken

Adamın biri Afrika’da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. !
Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor. ‘Şimdi başım dertte’ diye düşünmüş minik köpek.

Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yöne çevirerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş; ‘Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?’

Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış. ‘Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım’ diye düşünmüş leopar.

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan kurtulabileceğini düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış.

Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna: ‘Atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım’ demiş. Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş.

‘Şimdi ne yapacağım’ diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş.

Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş. Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş;
‘Bu maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok!’

Diploması böyle bir şey işte:

Hızlı düşün,
Sakin ol,
Güçlü görün..

DİPLOMASİ...

Diplomatım biri,fakir bir dostunun yanına gider ve der ki;
Oğlunun evlenmesini sağlaya bilirim.
Adam cevap verir :
Oğlumun hayatına asla karışmam!
Diplomat : ama kız Lort Rothschild'in kızı.
Adam : ha o zaman iş başka
Diplomatın ikinci durağı lordun yanıdır:
Kızınız için bir kısmet buldum lordum.
Lord : Benim kızım vlenmek için küçük.
Diplomat:Ama bu delikanlı dünya bankası başkan yardımcısı...
Lord : Bak o zaman iş başka
Diplomat soluğu Dünya Bankası Başkanı'nın yanında alır:
Size başkan yardımcısı olarak tavsiye edebileceğim çok iyi bir delikanlı var.
Dünya Bankası Başkanı: Şu an ihtiyacımdan fazla yardımcım var.
Diplomat: Ama bu çocuk Lord Rothschild'in damadı.
Dünya Bankası Başkanı:
Bak o zaman oldu, gelsin başlasın.
İşte diplomasi böyle bir şey...

İSMET İNÖNÜ bir gün yorgun ve sinirli bir halde Çankaya'ya çıkıyor.

Kahveden sonra Atatürk soruyor: - Hayrola İsmet?.. Sende bir fevkaladelik var bugün... Ne oldu?.. Neye sinirlendin?

- Türk Hava Kurumu'nun toplantısı vardı da...
- Eee, ne olmuş varsa?
- Fuat beyi (THK Başkanı) epey terlettim... İstifaya falan kalktı.
- Çalışkan çocuktur Fuat... Kurumu da iyi yönetiyor.
- Bunlara bir diyeceğim yok... Fakat canımı sıkan bir şey oldu.
- Neymiş o?
- Hesaplarda bir kuruş oynuyor.
- Bir kuruş.

İnönü:
- Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti... Bu bir kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat vermiştim. Bulamamışlar... Fuat beyin hassasiyetini anlıyorum... Ama milletimiz ondan daha hassastır... Verdiği paranın nereye gittiğini mutlaka bilmek ister... İstifa bu gibi hallerde en kolay çıkar yoldur... Ama kimseyi rahatlatmaz... Hatta söylentilere bile sebep olur.

Atatürk:
- Demek mesele bu... Bir kuruşun hesabı seni bu kadar üzdü... Haklısın... Kırk para (bir kuruş) günün birinde 40 lira, 40 lira da 400 lira olur... Bu da giderek büyür halkın ağzında... Cumhuriyet'i kurarken böyle bir kuruşlara çok ihtiyacımız oldu.. Peki ne yaptın sonunda?

İnönü:
- Memurları seferber ettim... Ve bir kuruşun yanlışlıkla başka bir hesaba geçirildiğini bulup, çıkarttırdım... Bizim milletimiz cömerttir, elindekini, avucundakini verir... Ama verdiğinin doğru, dürüst yerlere harcandığını görmek ister... Buna inanmak ister.
Atatürk'ün "manevi kızı" Sabiha Gökçen anlatıyor (Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti-Türk Hava Kurumu Yayını- 1982)
1 Kuruşun hesabını soran Milletten, ÇALIYORLAR AMA ÇALIŞIYORLAR diyen bir Millet olduk...!!!

BİLMENİZ GEREKEN 50 FELSEFE FİKRİ

KİTABIN ADI : BİLMENİZ GEREKEN 50 FELSEFE FİKRİ
YAZARI : BEN DUPRE
(Kitap, her biri dört sayfaya sığdırılmış 50 felsefe fikrini irdeliyor. İrdelenen konular, bu güne kadar felsefe tarihini ve filozofları, düşünürleri derinden etkileyen düşünceler. Ben her konunun ayrı ayrı özetini çıkarmak yerine, dikkatimi çeken cümleleri sizlerle paylaşmak istedim. Konuya ilgi duyarsanız ve felsefeye merakınız varsa kitabı almanızı ve bütününü okumanızı öneririm. n.a.)
1. Zorunlu bir gerçek, başka türlü olamayandır. Her konuda ya da bütün olası dünyalarda doğru olmalıdır.
2. Darius Pers hükümdarı iken, sarayındaki Yunanları huzuruna çağırdı ve onlara babalarının cesetlerini yemek için ne kadar istediklerini sordu. Dünyanın parasını verse de böyle bir şey yapmayacaklarını söylediler. Daha sonra Yunanların hazır bulunduğu bir sırada, gerçekten anne-babalarının cesetlerini yiyen Kallatiye adındaki bir kabileden olan Hintlilere (Yunan geleneğinde olduğu gibi) cesetlerini yakmak için ne kadar istediklerini sordu. Onlar da dehşete düştü ve hükümdara, bir daha asla böyle bir şey teklif etmemesini söylediler.
3. Gelenek her şeyden üstündür.
4. Bir ahlaki yargıda bulunurken mutlaka ilgili grubun toplumsal normlarına bakmak gerekir.
5. Aslında ahlaki yaşamımız tartışma ve kınamalarla doludur elbette. Hele ölüm cezası gibi konularda rengimizi güçlü bir şekilde belirtiriz.
6. Küçük veya büyük olsun, bir şekilde ortak bir zemin paylaşmadan mantıklı tartışma yapılamaz. Anlamlı bir iletişim kurabilmek için herhangi bir şey, bir doğru üstünde hemfikir olmak gerekir.
7. Hiçbir ahlak otoriteye dayandırılamaz, otorite dini olsa bile.
8. Erdemli davranışlar tanrılar tarafından sevildiği için mi erdemlidir, yoksa erdemli oldukları için mi tanrılar tarafından sevilirler?
9. Amaç yöntemi haklı çıkarabilir, yeter ki amacı haklı çıkaracak bir şey olsun..
10. Eylemler mutluluğu artırmaya yöneldiği ölçüde doğru, mutluluğun tersini üretmeye yöneldiği ölçüde yanlıştır.
11. Kant'a göre yalan söylememek ahlakın temel ilkelerinden biri, başka bir deyişle "kesin buyruktur", yani bir kimsenin sonuçlarına bakmaksızın, koşulsuz olarak yapmak zorunda olduğu bir şeydir.
12. Eylemini belirleyen ilke öyle olmalı ki, aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını da dileyebilmelisin.
13. İki şey var ki, biz onlar hakkında daha sık ve daha düzenli kafa yordukça, ruhu hep artan bir hayranlık ve huşuyla dolduruyor; tepemizdeki yıldızlı gökyüzü ve içimizdeki ahlak yasası. (Kant)
14. Bir kararda belirli bir muğlaklık seviyesinin kaçınılmaz olması, o kararın alınamayacağı ya da alınmasının doğru olmayacağı anlamına gelmez. Sınırı nerede koyacağımız önemlidir.
15. Yaşamın bazı alanlarında, bazı olaylarda, kişinin yaptığı şeyden ötürü onun övgüye layık olduğunu düşünürüz, ama farklı davransaydı da onu suçlamazdık. (Siperden çıkınca yaralanan, buna rağmen savaşmaya devam eden ve bir süre sonra kan kaybından ölen; ya da bunu yapmayıp yaralandığında yerde kalıp, gelen sıhhiyeler tarafından hastaneye götürülüp, yaşamaya devam eden bir asker..n.a.)
16. Yukarıdaki kuramın özeti; görev zaten yapılması sıradan bir görev olamaz, övgüye değer olmalıdır, gerçekleştirilmemesi durumunda kimse suçlamada bulunamaz.
17. Paranızın bir kısmını düzenli olarak muhtaç insanlara harcıyorsunuz. Bu ahlaksal bir zorunluluk değildir. Başkaları, bağışta bulunduğunuz için sizi övebilir ama size uymadıkları için kendilerini kötü hissetmezler. Ancak, bu olaya faydacı açıdan bakarsanız; böyle bir eylem genel faydayı artırıyorsa bunun yapılması gereken şey olmadığı nasıl söylenebilir?
18. Ne tür insanlar olmamız gerektiğinden ziyade, ne tür şeyler yapmamız gerektiğine karar vermeliyiz.
19. İyi bir insan olmak ve doğruyla yanlışı ayırt etmek öncelikle bazı ahlak kurallarını ve ilkelerini anlama ve uygulama meselesidir. Daha doğrusu bu, doğru eğitim ve uygulamalar yoluyla bilgelik kazanarak koşullara uygun davranışları sergileyecek bir insan olma ya da böyle bir insana dönüşme meselesidir. Kısacası, doğal ya da sonradan edinilmiş olsun, doğru kişilik ve huylar, doğru davranış biçimlerini ortaya çıkarır. Söz konusu huylara erdem denir.
20. Yunanlar dört ana erdemden söz eder; cesaret, adalet, kendine hakim olma, pratik akıl.
21. Herhangi bir geçmiş olayın ya da olaylar dizisinin ne kadar düşük ihtimalli olduğu (rastgele ve bağımsız oldukları sürece) gelecekteki olayların ihtimallerini ilgilendirmez. Başka türlü sanmaya "kumarbaz yanılgısı" denir.
22. İnsan konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır.
23. İki iddiadan birini seçmemiz gerektiğinde, daha az varsayıma gerek duyan açıklamanın daha muhtemel olduğunu düşünürüz.
24. Bir insanın eylemlerini anlamaya çalışırken kaçınılmaz olarak niyetleriyle ilgili varsayımlarda bulunuruz. Bir sanat yapıtının yorumlanması da kısmen benzer varsayımlar ve çıkarımlar yapılmasına bağlı değil midir? Sonuç olarak, yazar veya sanatçının yapıtının hangi anlamı taşımasına niyet ettiğinin yapıtın gerçekte hangi anlamı taşıdığıyla bağıntısız olduğu düşüncesi yenilir-yutulur gibi değildir.
25. TANRI İLE İLGİLİ GELİŞTİRİLEN "KÖTÜLÜK PROBLEMİ"..
· Tanrı alim-i mutlaktır; mantıksal olarak bilinmesi mümkün olan her şeyi bilir,
· Tanrı kadir-i mutlaktır; mantıksal olarak yapılması mümkün olan her şeyi yapmaya gücü yeter,
· Tanrı rahim-i mutlaktır; evrensel iyi niyet sahibidir, yapılması mümkün olan her iyi şeyi yapmayı arzu eder..
Kötülük problemini özellikle göz önünde tutarak, bu üç temel sıfattan akılla şu çıkarımlar yapılabilir:
· Eğer Tanrı alim-i mutlaksa, yaşanan bütün bu acı ve ızdırabın baştan aşağı farkındadır,
· Eğer Tanrı kadir-i mutlaksa, bütün acı ve ızdırabı önlemeye gücü yeter,
· Eğer Tanrı rahim-i mutlaksa, bütün acı ve ızdırabı önlemeyi ister.
Tanrı, bütün bunların sonucu olarak; Tanrı neler olup-bittiğini ya bilmiyordur, ya umursamıyordur, ya bu konuda elinden bir şey gelmiyordur, ya da Tanrı yoktur.
26. Dünyanın herhangi bir andaki durumu, bir önceki durumu tarafından zorunlu kılınmış ya da belirlenmiştir, ki o durum da kendinden bir önceki tarafından belirlenmiştir.
27. Tanrı'ya inanmak, nihayetinde akıl değil, iman meselesidir.
28. İman gönüllü bir teslimiyet halidir ve ancak Tanrı'nı lütfuyla kazanılabilir. Bununla birlikte yine de kişinin samimi bir irade göstermesini gerektirir. Dinsel inancın akılcı zeminde doğru dürüst savunulamayacağı olgusu, imancının elinde artı bir değere dönüşür. Eğer Tanrı'ya inanmaya giden tam anlamıyla akılcı bir yol olsaydı, imana gerek olmazdı, ama akıl bu doğrulamayı sağlayamadığı için iman devreye girer ve boşluğu doldurur.
29. İbrahim, Tanrı'nın buyruklarını sorgusuz sualsiz kabul etme açısından dini imanın bir numaralı örneği kabul edilir; hatta bu doğrultuda öz oğlu İshak'ı kurban etmekten bile çekinmemiştir. Ne var ki, dinsel bağlamdan çıkarıp rasyonel açıdan bakılacak olursa İbrahim'in davranışı deliliktir.
(İslam alemi, bu olayda İsmail'in kurban edileceğini bilgisine sahiptir, bu bilgi yanlıştır, İbrahim'in çok ileri yaşlarda çocuk sahibi olmak istemesi, Tanrı'nın bunu kabul ederek İbrahim'e verdiği oğlan çocuk İshak'tır. İsmail evlatlık olarak alınmış olan çocuktur. n.a.)
30. Hıristiyanlığı gerçeklerden daha çok severek yola koyulan kişi, bir süre sonra kendi mezhebini Hıristiyanlıktan daha çok sevmeye başlayacak, en sonunda da hepsinden çok kendini sevecektir.
31. Dinsel inanç özümüzde var olan pek çok ilkel ihtiyaç ve kaygılara açık yanıtlar sağlar.
32. Otoriteye kolayca itaat eden insan, ahlakı ve yasaları kendilerince yorumlayan cemaat ve tarikatların etkisine de daha kolay girer, bu da bazen bağnazlık ve yobazlığa dönüşebilir.
33. TANRI'YA İNANMA KONUSUNDA, "PASCAL'IN KUMARI" ARGÜMANI
· Tanrı'ya inanabilir ya da inanmayabiliriz. Eğer inanmayı tercih edersek ve haklı çıkarsak, yani Tanrı varsa, sonsuz mutluluğu yakalarız. Eğer haksız çıkarsak pek bir şey kaybetmeyiz.
· Öte yandan inanmamayı tercih eder ve haklı çıkarsak, yani Tanrı yoksa, hiçbir şey kaybetmeyiz ama fazla bir şey de kazanmayız.
· Ama eğer haksız çıkarsak, muazzam bir kaybımız olur, en iyi ihtimalle sonsuz mutluluğu elimizden kaçırmış oluruz, en kötü ihtimalle sonsuz cehennem azabına mahkum oluruz.
· Kazanacak şey bu kadar çok, kaybedecek şey bu kadar az olduğuna göre Tanrı'nın var olduğunu düşünerek hareket etmemek hata olur.
34. Negatif özgürlük, dış müdahalelere karşı özgür olmaktır. Pozitif özgürlük ise genellikle birtakım amaçlara olaşma özgürlüğü olarak nitelenir.
35. İnsan toplumlarının dinamikleri inanılmaz karmaşıktır, ama genel olarak adil toplumların adil olmayanlardan daha istikrarlı ve uzun ömürlü olduğunu varsayabiliriz. Bir toplumun üyeleri, toplumu bir arada tutan kurallara uymanın ve toplumun kurumlarını yaşatmanın adil olduğuna inanmalıdır.
36. İnsanlar hepsini birden korku altında tutacak ortak bir güç olmadan yaşadıkları zaman, savaş denilen durumda olurlar; ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.
37. Böylece ilk sıraya, bütün insanlarda var olan ve ancak ölümle sona eren, sürekli ve durmak bilmez bir kudret, daha fazla kudret eğilimini koyuyorum. (Thomas Hobbes)
38. Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir.
39. Ahlaki düşüncelerimizin altında yatan temel sezgi hakkaniyettir.
40. Roma İmparatorluğu'nun dördüncü yüzyılda Hıristiyanlığa geçmesi, Hıristiyanlığın erken dönemlerinde görülen barışçı eğilimler ile imparatorluk yöneticilerinin askeri ihtiyaçları arasında bir uzlaşmayı gerektirmişti.
41. Bazen eylem ne kadar beyhude görünse de bir saldırgana karşı koymak kesinlikle doğrudur; direnmemek ise ahlaksızlık, hatta korkaklıktır.
42. Siyaset kan dökülmeyen savaştır, savaş ise kan dökülen siyasettir. (Mao Zedung)

BABA EVİ

El sallamıştı,babam.
Yolun açık olsun.
Sende bir babasın artık.
Kulağıma fısıldadı,annem
Anlatırdı,misallerle
Babam,ruhuma.
Anlatılanlar,yaşantım dı, sanki.
Harpler,darpler,yokluklar,
Kıtlıklar,gördü.
Of demedi bir gün.
Mücadele etmek,şevk verirdi sanki.
Yetiştikçe evlatları.
Onlarla büyür gibi,neşeli,şen
Şakrak.
Böyle durulur ancak,
Hayatla mücadele,yaşayarak!

Cemal Borandağ Tuzla-İstanbul 14 Nisan 2016

13 Nisan 2016 Çarşamba

Öküz ve Kuş

Gramafon Avrat

Azime bu kızı eline geçireli bir sene bile yoktu. Fakat adı şimdiden bütün Konya hovardalarının arasına yayılmış bunun sayesinde Azimenin çıkınına yeşil yeşil bangonotlar dolmağa başlamıştı.
Yaşı daha yirmi sularında idi. On beş senelik oturak avratlarından güzel oyun oynuyor, bütün türküleri en zorlarını bile, gözünü kırpmadan söylüyordu. Bir yanık sesi vardı ki... Bu ses için ismi Gramafon Avrat olmuştu. Asıl adı pek malûm değildi. Nereden geldiğini de bilenler azdı. Dilinin epeyce düzgün olduğuna bakılırsa herhalde şehirde bir efendi yanında evlâtlık kalmış olacaktı. İki sene evvel ilk defa olarak Dereköylü bir delikanlının yanında Meramda bir oturağa gelmiş, ondan sonra bir iki ay bu çocukla dolaşmıştı. Dereköylü bir gece kavga arasında vurulup ölünce bütün öteki kimsesiz ve efesiz oturak kadınları gibi Azimenin eline düştü. Azime ne tükenmez hazine yakaladığını bilmez değildi. Kızı evvelâ terzi Mürüvete götürüp hanımlar gibi giydirdi. Ayağına tokalı papuçlar aldı, bir hafta, on gün istirahat ettirdi. Ondan sonra bir geceliğine oturağa göndermek için otuz, kırk yerine göre yüz lira alarak ve sürüyüp götürmesinler diye yanına kendi adamlarından bir silâhlıyı "efesidir, yalnız göndermez" diye katarak kazı çalıştırmağa başladı.Anasının beşibiryerdelerini, babasından kalan iki dönüm tarlayı, Araplar mahallesindeki eski evi satan bir delikanlı paralarını kuşağına basıp Azimeye geliyor ve bir gececik oynatmak için Gramafon Avradı istiyordu.

Öteki avratlar hep yaşlı kadınlardı. Oyundan anlıyan hovardaların beğenebileceği bir oyun, ancak on beş yirmi senede öğrenilebiliyor ve bu müddet içinde yüzler, kalın düzgün tabakaları altında saklanacak kadar çöküyordu. Az ışıklı çıraların veya sönük lâmbaların ziyasında oynayan bu kadınların yüzlerinden çok ayaklarına ve türlü türlü ahenklerle kıvrılan vücutlarına bakıldığı için yüzlerinin ve yaşlarının pek ehemmiyeti yoktu.

Fakat bu Gramafon Avrat... Daha bu yaşta, yıllanmış kadınlardan güzel ve ustaca oynayan, en kıvrak şarkıları, konuşuverir gibi kolayca söyleyen, rakı verirken adamın gözlerinin içine bakıp gülen bu yaman bu yaman kadın öbürlerine benzemiyordu. Bu kız için millet birbirini kırıyordu. Azime kızı oynatacak olanların akıllı uslu olmalarına ne kadar dikkat ederse etsin, her oturakta muhakkak kavga çıkıyor, silâh atılıyor, adam vuruluyordu. Fakat şeytan kız, bunların hepsinden yakayı kurtarmasını biliyordu. Tam kavga alevlenip kendi yüzünden dövüşenler kendisini unutunca usulcacık sıvışıyor, onu getiren ve asla kavgaya karışmayan adamla beraber, kapının önünde bekleyen arabaya atlayıp bağlar arasından dolaşarak "Azime yengesine" geliyordu.

Gramafon avradın acayip bir huyu vardı: Bir gördüğün bir daha hiç hatırlamıyordu. Uğruna evini barkını harcıyanları bile ikinci görüşünde tanımamazlıktan geliyor, daha doğrusu sahiden tanımıyordu. Çünkü karşısındaki kendisini ona hatırlatmak için: "Nasıl bilmezsin canım, Sillelinin bağına gittik ya... Orada küçük Ali beni çıkaldar da dört ay hastanede yattım ya!..." dedikçe öyle mâsum bir tavırla: "Bilemedim hay efendiciğim, bilemedim işte!" der ki, yalan yaptığını söylemek insafsızlık olurdu.

Kendisini alıp götüren ve oynatanların, hattâ bir iki gece yanlarında alıkoyanların ne zengin ne de "Aslan gibi delikanlı" olmaları, bunların Gramafon Avradın kafasında yer bırakmalarına yetmiyordu. Yalnız bir kişiyi ve uzun zaman unutmadı:

Azimenin eski dostlarından Rumelili bir Hüseyin Ağa vardı. Konya da istasyondan çıkınca insanın karşısına dizilen bir sürü çift atlı paytonların belki dörtte biri bu adamındı. Azimeye araba lâzım oldu mu, buna haber salar, Hüseyin ağa da işin sonunda bazan vukuat da çıkabileceği için en genç ve kuvvetli arabacısı Murad'ı yollardı.

Bu delikanlı, hiç konuşmadan, hiç arkasına bakmadan kendisine söylenen yere atları sürer, hangi bağa gidilirse kapısının önünde bekler, çağrılsa bile içeri girmez, ve sabaha karşı oturak bitince yahut bir vukuat çıkıp silâh sesleri ve bağrışlar arasında Gramafon Avrat bağdan dışarı fırlayınca hemen atların torbalarını alır, dörtnala şehre dönerdi.

Ne kadın ona, ne o kadına bir lâf söylemiş değildir. Aylardan beri onun doru atları ve hafif arabası kadını birçok yerlere götürdüğü, birçok yerlerden, bazan arkalarından atılan kurşunlara rağmen, selâmetle eve getirdiği halde, belki bir kere adamakıllı birbirlerinin yüzüne bakmamışlardı.

Fakat bir gece Murat hastalanıp yerine başka arabacı gelince Gramafon Avrat bindiği arabadan atladı ve gitmem diye dayattı; ne yalvarmak, ne bağırmak fayda vermedi. Azime pohpohlamak için birkaç gün sonra bunu oğlana söyleyince o, aldırış etmezmiş gibi, omuzlarını silkti.

Bir gün Meramın tâ öbür başında bir oturağa gittiler. İçerde sazlar çalınıp şarkılar titreşen dut yapraklarında dolaşırken, dönen ve aynıyan kadınların kaşık sesleri taşlı bir yolda dörtnala koşan at nalları gibi geceye yayılırken, her zamanki şey oldu: bağırmalar, sövüşmeler başladı. Birkaç silâh sesi duyuldu: Murat başını çevirerek bağın tenha kapısına baktı, neredeyse bu kapıdan çıkıp arabaya atlıyacak olan kadını ve "efesini" gözledi. Fakat bunun yerine içerden keskin bir kadın sesi çınladı:

"Amanın Murat yetiş, beni vurdular!"

Oğlan yerinden sıçrayarak bahçe kapısını omuzladı. İçerde hâlâ boğuşanlar vardı. Birkaç kişi kadını kucaklayıp bağevine sokmağa çalışıyorlardı. Kadın Muradı görünce ellerini ona doğru uzattı ve ilk defa olarak ona, hem de çok şeyler söyleyen gözlerle, baktı. Murat yavaşça ceketinin cebinden iri nagantını çıkararak oradakilere doğru sıktı; onlar, nereden geldiğini anlamadıkları bu ateşten şaşırdıkları sırada çabucak kadını yakalayıp dışarı fırladı ve arabaya atlıyarak şehrin aksi tarafına, dağlara doğru sürdü.

Fakat buraları iyi tanımadığı ve sığınacak kimsesi olmadığı için birkaç gün sonra candarmaların eline düştü, kendisini hapishaneye, kadını hastaneye kaldırdılar. Gramafon Avrat hastaneden çıkınca ilk işi Muradı sormak oldu. Tabanca attığı zaman yaralananların biri öldüğü için, delikanlı, esbabı muhaffefesi filân çıktıktan sonra, tam on iki buçuk sene yemişti.

Bu günden sonda kadın ne bir oturağa gitti, ne eline kaşık alıp oynadı, ne de güzel ve yanık sesini duyan oldu. Evvelâ yaşlıca birinin yanına kapatma girdi. O kendisini kapı dışarı edince de umumhaneye düştü. Fakat her Salı günü muhakkak hapishaneye gidip Muradı görür, ya birkaç kuruş para, yahut da yağ, bulgur, cıgara gibi bir şey bırakırdı. Aralarında bir iki kelime bile konuşmadıkları halde kendi uğruna hiç düşünmeden adam vuran bu çocuğu, vücudunu satıp kazandığı paralarla besliyor, belki de artık yalnız bunun için çalışıyordu.

Sabahattin ALİ

8 Nisan 2016 Cuma

Usta ve çırak ilişkileri

Usta ve çırak ilişkileri çoklukla zanaatkârlar için kullanılır. Özellikle bir mesleğin öğrenim kurumları yok iken, sadece pratikle öğrenildiği meslek sınıflarında usta olmak ve çırak yetiştirmek becerisine sahip olabilmek önemli bir haslettir. TDK Sözlüğü, usta sözcüğünü şöyle tanımlar; “bir zanaatı ve mesleği gereği gibi öğrenmiş olan ve kendi başına çalışabilen kimse. Usta niyetine de ‘eli uz, işinin eri ve mahir’ gibi ek tanımlamalar yer alabilir.

Çırak ise, bir mesleği öğrenmek üzere ustanın nezaretinde çalışan kişidir. Tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkisinden sıklıkla söz edilir. Büyük olasılıkla tıp öğreniminin medrese tedrisatı günlerinden kalma bir yaklaşım olmakla birlikte, günümüzde de tıp öğreniminin ustalık hasletleri ve sabırla izlenecek çıraklık evreleri söz konusudur. Genç doktorlar, günümüzde büyük olasılıkla modern tıp eğitimi kurumlarının yadsınamaz katkısı ile teorik olarak çok şeyler bilerek hayata atılırlar. Ancak deneyimlerimle iyi biliyorum ki, kalın kitapların bile içeriğinde olmayan bazı gündelik yöntemleri ve usulleri onlara usta doktorlar, yani kıdemlileri öğretirler. Burada işin püf noktası, usta konumundaki doktorun yılların deneyimleri ile elde ettikleri pratik becerilerini kıskanmadan ve yüksünmeden genç meslektaşları ile paylaşabilmek hasletleridir.

Çırak konumunu içine sindirmeyi bilebilen genç doktorlarında, yılların imbikten süzülmüş deneyimlerini kolayca sahiplenebilmek olanağını elden kaçırmamaları için ustalarına karşı saygılı davranabilmeyi unutmamaları gerektiğidir. Size, tıp mesleğindeki usta ve çırak ilişkisine ilişki bir küçük fıkra sunacağım. Sanırım böylece konuyu daha iyi değerlendireceksiniz.

Uzun yıllar küçük bir kasabanın tek ve yaşlı hekimi olan tıp insanının emeklilik günü gelmiş çatmış. Yerine de okuldan henüz mezun bir genç doktor atanmış. Yaşlı doktor, genç meslektaşını karşısına alarak kısaca kasabayı kısmen tanıtmaya çalışmış. Sonra da, o gün için evlerinde muayene olmak talepleri olan birkaç hastayı birlikte gezerek muayene etmek kararını almışlar. İlk gittikleri evde nispeten yaşlı bir kadın yatağında yatıyormuş.

Şikâyeti sorulan kadın hasta, sindirim sistemi ile ilgili yakınmalarını anlatmış. Her ikisi de hastayı kısaca muayene etmişler. Muayene sonrası yaşlı doktor hasta kadına hitaben konuşmuş; “Senin sorunun bolca çiğ meyve tüketmenden kaynaklanıyor. Bu nedenle çiğ meyveleri azaltmalı ve kısmen komposto halinde tüketerek sindirimlerini kolaylaştırıcı önlemi almalısın!” Yaşlı kadın bu tavsiyeden memnun olmuş ve teşekkür ederek önerildiği gibi davranacağını ifade etmiş. Bu evden çıkar çıkmaz, genç doktor kıdemli doktora nasıl kolayca bu tanıya varabildiğini sormuş. Yaşlı doktor; “Dikkat etti isen elimdeki stetoskobu bilerek yere düşürdüm ve yatağın altına göz attım. Yatak altında bolca taze soyulmuş meyve kabukları vardı”, demiş. İki doktor, birlikte ikinci adrese gitmişler.

Burada da hasta olan genç bir kadın varmış ve yatakta yatıyormuş. Kadının şikâyeti ise; şiddetli halsizlik ve yorgunluk hissi ve nerede ise yataktan hiç çıkmamak arzusu imiş. İki doktor ayrı ayrı kısaca muayene etmişler. Yaşlı doktor teşhisini bildirmek üzere genç doktora öncelik tanımış ve ‘buyurun’ diyerek geri çekilmiş. Genç doktor, yatakta yatan genç kadın hastaya yönelerek; “Anladığım kadarı ile kendinizi ruhani dünyaya terk etmiş ve yaşamınızı nerede ise kiliseye koşut kılmışsınız. Yataktan kalkarak biraz da dünyevi meşgalelerle oyalanın”, demiş. Her iki doktor dışarı çıktıklarında, yaşlı doktor genç arkadaşına dönerek tebrik etmiş ve kendisinin de bu hasta kadını nerede ise her gün kiliseye giderken gördüğünü anlatmış. Ve eklemiş; “Merak ediyorum, bir defada nasıl bu tespite varabildiniz?” .

Genç doktor; “ Siz kadını muayene dereken ben de geçen defa sizden öğrendiğim gibi stetoskobumu kasten yere düşürdüm ve çaktırmadan yatağın altına baktım. Orada, rahibi gördüm, yatağın altında büzülmüş yatıyordu”. Değerli ve arif okurlarım, sanırım kolayca anlamış oldunuz tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkilerinin önemini!..

Erdal Akalın (10.03.2015)

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş. Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin ´gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasınıda elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam , bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan "BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER ŞİMDİ, BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM Kİ?" demiş.

Beyaz kardeşlerimiz

Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu Bu yüzden aramızdan serseri de çıkmazdı …

Hapishane yoksa serseri de yoktur … Kapılarımızın kilidi de olmazdı bu yüzden, hırsızlar da bulunmazdı. Eğer aramızdan biri; at,çadır ya da battaniye edinemeyecek kadar yoksul ise …

Bu durumda bütün ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi..

Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık …

Para nedir bilmiyorduk …

Bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi …

Yazılı hiç bir yasamız ,dolayısı ile avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu …

Bu yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık …

Demek ki Beyaz adam gelmeden önce çok berbat durumdaymışız …

Bilmem ki Beyaz Adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği …

Bu temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başarabildik …?

Şef John Fire Lame Deer

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayak...kabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini öntarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle..

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp: - Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!. Çocuk, ona dönerek: - Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik. - Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu.

Adam ise konuşmayı sürdürdü: - Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi. Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp: - Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki? - Çok basit!. dedi, adam. Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler... Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek: - Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin? Çocuk, başını yanlara sallayıp: - Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!. İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp: Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki? - Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek: - Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır. - Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek - Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.

- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi? - Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder. Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek: - Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip: - Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!' demişti. * Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur, * Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur, * Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur * Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir.

ERKEK NEDİR? Bir Bayanın Kaleminden...

'Erkekler ağlamaz.' 'Erkekler korkmaz.' 'Erkekler karı gibi gülmez.' Derken ortalık dul kadından geçilmiyor. Zira erkekler genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuşuyorlar. Siz hiç kapı komşusuna sabah kahvesine gidip karısinı çekiştiren erkek gördünüz mü? Fare görünce bağıran? 'Bu ara sinirlerim zayıf' deyip habire ağlayan? Oysa onlar da kadınlarla aynı duygulara sahip olarak geliyorlar dünyaya. Lakin daha ilk gün ayaklarına mavi patik giydirmek suretiyle 'Ağır ol bakalım! ' diyoruz. 'Ne alákası var mavi patikle? ' demeyin. Mavi soğuk ve ciddi bir renktir. Kime isterseniz sorun. Ve katiyen tesadüf değildir o patiklerin rengi. Düşünülmüş, taşınılmış, seçilmiştir. Ayağa giydirildiği anda kulağa şunlar fısıldanmış demektir: Sen erkeksin. Erkek olmanın gerekleri vardır. Ömrünün sonuna kadar bunları yerine getirmekle yükümlüsün. Ömrünün süresi ise çatlama kat sayına bağlı. İçine ata ata ne kadar yaşayabilirsen artık. Bize sorarsan pek uzun süreceği kanaatinde değiliz. Dikkat edeceğin husus, en dramatik hallerde bile mavi patikli olduğunu unutmamandır.

Misal, Ásık oldun. Sakın belli etme. Bırak karşındaki yansın tutuşsun. Sen ağır ol. Molla desinler yeter ki aşık demesinler. Misal, Sevgilinden ayrıldın. Sakın ağlayıp sızlama. Yine bırak karşındaki yıkılıp sürünsün. Gözyaşı dediğin kadın kısmına yakışır. Zaten senin gözyaşı bezlerin mavi patik operasyonuyla alınmış bulunuyor. Misal, Eve hırsız girdi. Tıkırtı duydunuz ya da hırsızla burun buruna geldiniz. Kim boğuşacak adamla? Bak bakalım karının ayaklarına! Ne renk patikleri? Pembe. Ya hırsızınkiyle seninki? Mavi. Kural, Mavililer boğuşacak. Pembeliler bağıracak. Herkes görevini bilsin. Ta doğumhane de yapıldı bu iş bölümü.

Misal, Eşinle kavga ettin. Ne yapacaksın? Hiç. İşine gidip hiçbir şey olmamış gibi çalışacaksın. 'Ay İsmail çok sinirim bozuk, benimki sabah sabah anneme laf etti' diyemezsin. Karın o esnada telefonun başında, bir sigara ve bir kahve eşliğinde arkadaşlarına seni çekiştiriyor olabilir. Olsun. Onun mazereti var, patikleri pembe. Misal, Evde aniden bir böcek peydahlandı. Kim gidecek üstüne? Tabii ki sen. Zira karının gitmesi hiçbir işe yaramaz. Böcek renk körü mü?

Maviyle pembeyi ayıramaz mı? Ve sorarım sana, hangi böcek pembeden korkar? Ama mavi... Birrrrr. Misal, Savaşa gidilecek. Kim gidecek? Tabii ki Mehmetçik. Sen hiç 'Vatan sağolsun' diye bağıran Ayşecik gördün mü? Benim bildiğim Ayşecik kameranın karşısında 'Size baba diyebilir miyim amca? ' diyordu. Ve hatırladığım kadarıyla omuzunda tüfek falan da yoktu. Diyeceğim, Mavi patikli olmak zor zanaat. Özellikle de seviyorken...

EDEBİYAT BAHÇESİ | Aşk Tadında Hikayele

Bana su getirtmeyin

1- Bana su getirtmeyin, bana da su getirmeyin. Aramızda hizmetçi yok, herkes kendi işini yapsın. Evde küçük yaşta iş gücü kullanmaya ve sevgi istismarına son.
2- Hata yapmama izin verin ki, gerçekten hataysa sonuçlarını görüp ders alayım. Hata değilse siz ders alın.
3- Her istediğimi bana almayın. Size karşılıksız kimse bir şey vermiyor. Her şeyin bir çalışma karşı elde edileceğini öğrenmeme izin verin. Sonuçlar, çalışmanın ürünüdür.
4- Benim özgürlüğüm sizin özgürlüğünüzdür. Bir yere gitmek istediğimde beni bırakın. Bana kaçta döneceğimi değil, ilkeler söyleyin. İyi insanlarla birlikte ol ve kendini koru gibi bir söz benim için saat kaçta döneceğimden daha anlamlı ve yararlı. Yoksa ben yapacağımı gündüz gözü de yaparım.
5- Okulun amacı öğrenmektir. Derslerden kaç aldığım değil, bir şey öğrenip öğrenmediğime bakın. Beni yarın yaşamda ayakta tutacak olan aldığım notlar değil, öğrendiklerim olacaktır.
6- Benimle ilgili fikirleriniz elbette var. Ama arada benim ne düşündüğümü, ne hissettiğimi sorun ve gerçekten dinleyin. Aramızdaki sorunların çoğu iletişimsizlikten kaynaklanıyor. Konuşmak kadar dinlemeyi de öğrenelim.
7- Ben dürüst olmak istiyorum, beni yalan söylemek zorunda bırakmayın. Size yalan söylemeye başlarsam, bazen bilmeniz gerekenleri de öğrenemeyeceksiniz.
8- Söylediklerinize karşı çıktığımda size değil, söylediklerinize karşı çıkıyorum. Sizde bana değil, söylediklerime karşı çıkın. Kelimeler incinmez, ama bizler inciniriz. Yani, “sen aptalsın” değil, “bu söylediğin fikir güzel değil,” diyelim birbirimize.
9- Toplum içinde gurur duyacağınız bir birey olmam, sizin bana bir birey gibi davranmanıza bağlı.
10- Sizden beklediğim şey tek başına sevgi değil, aynı zamanda saygı. Küçüklerime sevgi, büyüklerime saygı hikayesi, geçen yüzyılda kaldı. Benden saygı istiyorsanız, ben de sizden saygı istiyorum.

Boğaz azgın bir nehir gibi akıyordu Marmara’ya doğru.

Boğaz azgın bir nehir gibi akıyordu Marmara’ya doğru. İstanbul’un üzerine çöken manevi ağırlığı kaldıracak bir evliya beklentisi vardı sokaklarda. Karayelden esen rüzgar, yağmur getirecekti şehit mezarlarına. Fatih’in fethettiği İstanbul beş yüzyıl sonra, kansız savaşsız İngilizler’e teslim edilmişti bir Mayıs sabahı. Dolmabahçe önünde son silahlı birlik de silahlarını teslim ediyordu. Yüzbaşı Şeref ve birliği manga manga tüfeklerini, tabancalarını hatta süngülerini İngiliz subaylarına makbuz karşılığı teslim ediyordu. Birliğin sonu geldiğinde İngiliz Çavuş Şeref Yüzbaşı’ya bağırdı : -Sör ! Tabancanız… Şeref hiddetle döndü, elinin tersiyle çavuşa vuracak oldu. İngiliz Binbaşı araya girdi ve “Tabancanız kalsın, mermileri boşaltınız yüzbaşı” dedi. Şeref hiddetle tabancasını çekti, ateş edebileceğini düşünen İngiliz askerleri silahlarını Yüzbaşı Şeref’e doğrulttular. Şeref “altı patlar”ını gökyüzüne çevirdi, tambur pimini çekti, prinçkovanlı ve uçları çentikli altı mermi iki metre yükseklikten yere boşaldı. Kabzası laz işi, baba yadigarı tabancasını kılıfına soktu, asker dönüşüyle birliğinin karşısına geçti. Hazır olda bekleyen 120 asker yumrukları sıkılı, dişleri kenetli, Galiçya’dan Hicaz’a, Trablusgarp’tan Fizan’a peşinden gittiği o mert adamın ağzının içine bakıyordu. Bir emir verse, evet o bir emir verse bir avuç züppe İngiliz’i elleriyle boğabilirlerdi. -Şimdi dağılıyoruz arkadaşlar. Sizleri 10 yıldır sabırla bekleyenlerin yanına gidin. Ama unutmayın bu iş daha bitmedi, bu millet esaretini yenmek için sizin gibi yiğitlere ihtiyaç duyacaktır. Hakkınızı helal eder misiniz? Bir an sessizlik oldu. Elleri cebinde ve cebinde tuttuğu yuvarlak metal çerçeveli gözlüğü olduğu halde bekledi. Bekledi, bekledi… Birliğin çavuşu bir adım öne çıktı ve: -Bizim helalimiz seninle şehit düşmektir komutanım. Şeref’in gözlerinden hiç de istemediği halde iki damla yaş süzüldü, ellerinde tuttuğu gözlük tuzla buz olmuştu.

Avuç içi kanıyordu ve daha sert bir sesle bağırarak : - Hakkınız helal midir bana? Yağmur yağıyordu. Gökyüzündeki martılar birkaç dakika önce yaşadıkları gök gürültüsünden beter bir “Helal Olsun!” sesinden duydukları ürküntüyü üzerilerinden atamamışlardı. Kan damlaları Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru birer metre aralıklarla Şeref’i takip ediyorlardı. Neden sonra elinin kanadığını fark etti. Dolmabahçe Sarayı Harem Dairesi ardındaki yüksek duvarın altında omuzundaki yıldızlı apoletleri söküp eline sardı. Kanı emen apoletin ipek örtülü yıldızları kıpkırmızı oluverdiler. Şeref Bey sabahın yağmurlu hüznünde Beşiktaş’a vardı. Balıkçı kahvesinde oturmak istedi ancak “hırpani halim bir Türk subayına yakışmaz” diyerek sahile indi. Oturup tekne altını onaran balıkçıyı seyre daldı. Kan çanağına dönen gözlerinin ardında fırtınalar kopuyordu. Sırtına dokunan elle irkildi. Kafasını kaldırdı. Biraz önce teknesini onarırken seyrettiği denizci bir şeyler söylüyordu. Ama Şeref duyamıyordu onu. Sararmış dişlerine bakarak denizcinin, anlamaya çalıştı söylediklerini. - Asker aga, asker aga ?

- Efendim - Okuman, yazman var mıdır? - Evet. Hayrola? - Agam be teknenin adını yazsan olur mu? - Tamam. Nedir teknenin adı? - Kardelen - Sevgilinin adı mı? - Hee… Nerden bildin? Harp Okulunda aldığı öğrendiği “Hat” sanatı ilk kez işine yarıyordu. Şeref Osmanlıca ve bir kardelen şekline benzer motifle yazdı tekneye genç denizcinin sevgilisinin adını “KARDELEN” - Aga, kardelen mi bu şimdi? Ya aga çok güzel oldu. Sana borçlandım şimdi ben. - Bir gün ödersin. Nerelisin sen? - İnebolulu’yum. İstanbul’daki Rum meyhanelerine tuza basılmış torik getiririz. Rumlar lakerda diyorlar. Fener’i dönerken teknenin altını vurdum. Burada onarıyorum. Kısmetse öğlen namazı tekneyi indirip İnebolu’ya yelken basacağım. *** Yüzbaşı Şeref Akaretler Yokuşu’ndan Osmanoğlu Konağı’na yürüdü. Konağın kapısını müstahdem açtı.

- Şeref Beyim, hoş gelmişsin Beşiktaş Jimnastik Kulübü (BJK) Divan Kurulu üyesiydi. Eskrim takımında kılıç hocasıydı ve futbol takımında da kalecilik yapıyordu. Şeref konağın ahşap merdivenlerini hışımla çıkıp çatıdaki malzeme deposuna girdi. Kısa çatı camının altına oturdu. Tabancasını çıkardı. Cepkenindeki enfiye kutusunu eline aldı. Kutuyu kulağına götürüp iki salladı. Sedef kakmalı enfiye kutusu tıkırdamaya başladı. Kutuyu açtı, içinden pamuğa sarılmış gümüş bir kurşun çıktı. Kurşunu çizme derisine süre süre iyice parlattı. Kurşunu tabancasının tamburuna sürdü, tamburu hızla çevirip kapattı. Kırlaşmaya başlayan şakaklarına götürdü. “Affet” dedi. TIK… boş TIK… boş *** Kapı hiddetle açıldı. Ahmet Fetgeri içeri girip dördüncü kez tetiğe basmakta olan Şeref’in elindeki silahı kaptı. Şeref kendinden geçmiş bir durumda ağlamaya başladı. - Ne yapıyorsun sen, delirdin mi Şeref ?

- … Koltuk altından tutup Şeref’i aşağıya indirdi. Sade kahve ile birer sigara içtiler. “Her şey bitti” dedi Şeref. “Daha değil” dedi Fetgeri. “Dün akşam Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul’u terk edip Anadolu’da mücadeleyi başlatmak için gemiyle Samsun’a doğru yola çıktılar” Gözleri parladı Şeref’in. Birkaç dakika önce Azraille Rus ruleti oynayan o değildi sanki. Bir kuş olup o gemiye yetişmeyi geçirdi aklından. “Nasıl giderim ben de?” dedi. “Çok zor. Salmazlar seni İstanbul’dan” dedi Fetgeri. Çaresiz hissetti Şeref kendini. Birden Kardelen geldi aklına. Kardelen vardı ya İnebolu’ya giden. “Neden olmasın?” diye söylendi. “Dur cellalenme hemen” diyen Fetgeri’ye Kardelen’i anlattı. “Dostum fındık kabuğu kadar bir tekneyle gidemezsin oralara. Sakin olunuz, bir çare düşünürüz elbet” dedi Fetgeri. Artık Şeref’i durdurmanın imkanı yoktu. Yukarı çıktı, üç beş parça eşyasını bez asker torbasına sıkıştırdı. İki dost sarıldılar.“Ha, unutmadan bu torbayı da al, lazım olur belki” dedi Fetgeri. “Nedir bu?” diye sordu Şeref. “Denize açılıncaya kadar sakın açma” cevabını aldı. *** Kardelen denize inmiş, yelken açmaya hazırlanırken bir sesle irkildi denizci : - Tayfa lazım mı? Gözleri ışıldadı genç denizcinin.

- Buyuragam. Ama hayırdır, nereye? - Senin gittiğin yere, hatırlarsan bana borcun vardı, ödeşmiş oluruz. *** Kardelen, Anadolu Feneri’ni geçip Karadeniz’e yol alırken, Şeref erguvanlara son kez baktı. Erguvanların güzel renklerini İngilizler’e bırakıyordu. Yaralı elini Karadeniz’in az tuzlu temiz sularında yıkadı. Temiz bir bez parçası aradı sarmak için. Fetgeri’nin verdiği çantanın düğümünü açtı. İçinde beyaz bir beze sarılı yuvarlak bir şey vardı. Bu bez olur diye açtı bezi ve Kardelen’in içine bir futbol topu yuvarlandı. Gözlerine inanamadı. Bu top mahalli ligde gol yemeden şampiyon oldukları ve hatıradır diyerek sakladıkları “Ertolhd” marka, içten lastikli pahalı futbol topuydu. “Ah be! Fetgeri” dedi içinden ve güldü. *** Ara sıra esen sert rüzgar ve serpiştiren yağmura rağmen Şile açıklarını neşeyle geçtiler. Ağva limanında gece demirlediler. Lakerdanın satılmamış kısmıyla, mısır ekmeği ve erik rakısı akşam yemekleriydi. Gece denizci gence Beşiktaş’ı, Ahmet Fetgeri’yi ve bu futbol topunun hikayesini anlattı hiç susmadan. Şeref içtiği rakının ardından yüzüne doğan yakıcı güneşle uyandı. Kardelen, Pazar başı burnunu aşmış, Karasuya doğru yelkenleri doluyordu. Kardelen’in genç reisi Asiye türküsünü söylüyor, tekneyle yarışan yunuslara mısır ekmeği atıyordu.

Ara sıra “Kardelenim” diye mırıldanıyordu. Ertesi gece Akçakoca, diğer gece Amasra limanında yattılar. Yüzbaşı Şeref denizciliği de öğrenmeye başlamıştı. Amasra limanı çıkışı denizci hayıflandı. “Hava patlayacak agam” Şeref baktı, baktı. Keyifli ve güneşli bir 19 Mayıs sabahından başka bir şey göremiyordu. Önemsemedi. Teknedeki topun bir o yana, bir bu yana gittiğini gören Şeref başını kaldırdı. Deniz tarafı tamamen kararmıştı ama daha öğlen bile olmamıştı. “Karadan neden bu kadar uzaklaştık?” diye sordu Şeref. “Agam, kaba dalga vuruyor, burnu çevirdim” *** Bir süre sonra yağmur eşliğinde öyle bir fırtına başladı ki, Şeref’in midesi dışarı çıkarcasına kusuyordu. “Yelken ipinden uzak dur agam, ayağına dolanmasın” dedi genç adam. Bir büyük dalga geçti üzerilerinden. Sonra bir daha, bir daha. Dümen tutan avuçları ezilmişti denizcinin. Şeref yelken ipini tutmaya çalışsa da bir süre sonra direk kopup, denize düştü. Denizcinin çığlığı bardaktan boşalırcasına yağan yağmura karıştı.

“Agam ipi sal” Şeref duyamadı, tekne boyunun beş katı bir dalga sancak tarafından tekneyi alabora etti. Dalga çukurunun dibindeki tekne denizin altında kaldı. Denizci büyük bir çeviklikle kendini yukarı itip sudan çıktı. Yüzbaşı Şeref su çekmiş asker üniformasının ağırlığı ve çizmesine dolanan yelken ipiyle tekneye bağlı karanlık dibe doğru hızla batıyordu. Yarım dakika dibe hızlı gidiş, ayağından çözülen iple durdu. Artık tekneden kurtulmuştu ama üzerindeki ağırlık onun yüzeye çıkmasına mani oluyordu. Bulanık denizde gözleri açık çırpınırken, yanından geçen beyaz bir şey gördü. Bu, yukarı doğru hızla çıkan futbol topuydu. BJK 'ın gol yemez kalecisi “Panter Şeref” topa doğru uzandı, uzandı… *** Kerempe Burnu’nda baygın yatan genç denizci ve yanında Ertolhd marka futbol topu dalgalarla birlikte salınıyordu. Genç denizci yüzünü paramparça eden kayalıkların üzerine çıkıp bağırdı : “Agam !Agam!” Yüzbaşı Şeref hayatının golünü Karadeniz’in soğuk sularında yemişti. Topa yetişememiş ve karanlık sular onu dibe doğru sürüklemişti. Elbet Karadeniz onu Anadolu’ya verecekti.

*** Ahmet Fetgeri’ye 1924 yılında bir hanım gelir ve bir torba bırakır. Ahmet bey kadının getirdiği torbadan çıkan topa bakar ve kadına sorar. - Nedir bu bacım? - İstiklal savaşında şehit düşen kocamın vasiyetiydi, size vermemi istedi.Ahmet bey sorar - Adın ne bacım? Kadın yanıt verir. “KARDELEN” *** Mustafa Kemal’in ardından Kurtuluş mücadelesinde yer almak için Anadolu’ya geçen Yüzbaşı Şeref ‘ten tam 17 yıl sonra 19 Mayıs 1936’da Şeref’in takımı Beşiktaş Jimnastik Kulübü, her yıl 19 Mayıs’ta kutladığı spor gününün “Atatürk’ü Anmak- Gençlik ve Spor Bayramı” olarak milletçe kutlanması için öneride bulunacaktır; Öneriyi Beşiktaş Jimnastik Kulübü adına veren Ahmet Fetgeri Bey’dir. **

1 Nisan 2016 Cuma

Kabağın Sahibi Vaktiyle bir derviş berbere gider.


Kabağın Sahibi Vaktiyle bir derviş berbere gider. Berberden saçını dibinden kazımasını, sakal ve bıyığını kısaltmasını ister. Tereddütsüz bir şekilde berber koltuğuna oturan derviş: - “Vur usturayı berber efendi!” der. Berber, dervişin saçlarını kazı maya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın …mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- “Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!” diye kükrer. Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Ses çıkarmaz, biraz çaresiz, biraz mütevekkil usulca kalkar yerinden. Berber, bu gariban müşterisine karşı mahcup olmakla beraber kabadayının pervâsızlığından da korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da boş durmaz; sürekli aşağılar dervişi, alay eder: - “Kabak aşağı, kabak yukarı!..” Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası, yokuştan aşağı hızla kabadayının üzerine doğru gelir.
Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına batıverir. Kaşla göz arasında babayiğit kabadayı oracığa yığılır kalır, ölmüştür. Herkes bir anda olup biten bu olayın hayret ve şaşkınlığı içindedir. Berber de şok olmuştur; bir manzaraya, bir dervişe bakar ve dervişin beddua ettiğini düşünerek gayr-i ihtiyarî sorar:
- “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?” Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- “Vallâhi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir de sâhibi var. O gücenmiş olmalı! Ne güzel Söylemiş Yunus Emre ‘’Olsun be aldırma yaradan yardır. Sanma ki zalimin ettiği kârdır. Mazlumun ahı indirir şâhı, Her şeyin bir vakti vardır.’’

Dikkat! Göz göre göre kanser oluyoruz!

Dikkat! Göz göre göre kanser oluyoruz! Nasıl mı? Daha öncesine kadar kimseden duymadıklarınızı okuyacaksınız. İşte Prof Erkan Topuz, öyle şeyler söyledi ki; göz göre kanser oluyoruz... 'Gerçekleri anlatırsam Türkiye sarsılır' diyerek verdiği bilgiler şoke etti. 04.02.2015 - 15:55 Dikkat! Göz göre göre kanser oluyoruz! Nasıl mı? "Gerçekleri açıklarsam Türkiye sarsılır" diyen Prof. Erkan Topuz'un verdiği bilgiler tüyler ürpertici! İşte kansere yol açan nedenler... Esra Ceyhan'ın Kanal D'deki programına konuk olan İ.Ü. Onkoloji Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Erkan Topuz, yine herkesi ekran başına kilitleyen açıklamalarda bulundu.Topuz, kanserle mücadelenin anne karnında başladığına dikkat çekerek hamile kadınların ve bebek sahibi insanların evde dikkat etmeleri gereken noktaları anlattı. Bulaşık deterjanlarından, halıların temizliğine kadar çok önemli ayrıntılar... "Benim mücadelem bu yaştan sonra halkımızı kanserden korumaktır. Kanser tedavisi sonra geliyor. Bir korunma bin tedaviden evladır. Bunları ilk defa duyuyorsunuz ama gerçek bunlar. Ben bunları kendimi bu işe adadığım için anlatıyorum. Bu anlattıklarımı Türkiye ilk defa duyuyor. Belki dünyada da çok az duyan vardır" diyen Prof. Dr. Erkan Topuz, herkesi şaşırtan açıklamalar yaptı.

Dayamuşlar Matamatiği :))

Dayamuşlar Matamatiği :)) Trabzonlu Temel Ağa'nın sevgili torunu Eda'ya verilen ödev ile başı derttedir. Eskişehir'e göç eden arkadaşı Niyazi'ye başına gelenleri yazar: Niyazicugum. Hani benim küçük torun var ya. Geçen akşam, geturdi ödevini önüme koydi. Bi yandan da aglay. Zaten dertlerini hep baga açar. Dedi ki; 'Habunlari anliyamadum. O yüzden da yapamadım. Yarin ögretmen beni dövecek.' Dedum ki; 'Aglama usagum, bunun içun ögretmen adam dövmez. Simdi oni çözeruk.' Ne mümkün Niyazi kardasum: Bi tirenlan, bi otobos ayni istasyondan kalkmislar. Tiren otobostan üçte bir daha hizli gidiy. Otobos iki yerde onbeser dakka istirahat vermis. Tiren da bi yerde durmis, 20 dakka su almis. Otobos saatte 60 kilometro gidiymis. Tiren 5 saat sonra gidecegi yere varmis. Otobos ise ne vakit sonra oraya varacakmis. Ograstum yapamadum. Usak aglay. Derken bubasi geldi. O da çözemedi. Diyrum oga ki, ' damat, senun tanidugun tahsilli bi otobos sofori var ise oga soralim, belki o bilebilur. Yahutta sabah olsun ben usagi soforler cemiyetine götüreyum. Onlar arasinda belki tirenle yaris etmis bi sofor vardur da bize nasihat verur. 'Ha, biz bi yandan da usaga tireni tarif ediyruk. Tiren görmemis ki... Ne anasi görmis, ne bubasi. Ben da bi tek askerlukte Erzurum'dan Sivas'a gittiydum. Neysa kardasum, o gece çok kizdum. Diyeceksun ki niye? Usak daha incir agacindan duti ayiramay; mezgiti gosteriyrum, hamsi diy; efendum, yumurtanun fabrikada yapilduguni sanay. Biz gelduk araba yaristiriyruk. Yani efendi, otobos saatinda varsa ne olur, geç varsa ne olur? Gurbetten yolci mi bekliysun? Eger varacagi saat onemliysa, edersun yazihaneye bi telefon, derler saga otobosun inecegi zamani.. Bu kadarluk mesele içun sabiyi subyani niye telef edersun? Usakcuklarda sarki yok, türki yok, oyun yok; dayamis matamatigi. Ayiptur....!=)

TEMEL İLE FADİME EVLENİRLER

TEMEL İLE FADİME EVLENİRLER . Fadime Temel’e karşı son derece isteklidir. Gelin görün ki; Temel sanki büyülenmiş gibidir. Gerdek gecesi bağlanıp kalır. O gece ve ertesi geceler de aynıdır; halvet bir türlü gerçekleşmez. Etraflarında bir Haydar Dümen de yoktur ki; sorsunlar. Sonunda iş Oflu Hoca’ya intikal eder ve Oflu Hoca, Fadime ile Temel’e büyü yapıldığını söyleyerek okur, üfler ve sonunda da bu işin ancak fındık ağacının altında olabileceğini söyler. Gençler sevinerek dönerler köylerine ve Oflu Hoca’nın dediği gibi fındık ağacının dibinde halvet olurlar. Ancak zaman içinde bir sorun baş gösterir. Zira Fadime ev işlerine bakmak, Temel de fındık bahçesinde çalışmak zorundadır ve fındık bahçesi evden bir hayli uzaktadır. Sonunda Temel kendine göre bir çözüm yolu bulur ve bulduğu yolu Fadime’ye şöyle açıklar; -“Fadime, ben bahçede çalışırken tahrik olduğumda bir el tüfek atarak sana haber veririm, sen de tüfeğin sesini duyunca koşar gelirsin bahçeye. Böylece…” Fadime bu güzel haberi duyunca çocuklar gibi sevinir ve bu iş epey bir süre böyle devam ederken yine bir sorun baş gösterir ve Temel yine başlar kara kara düşünmeye. Bu düşünce ile kahvede otururken Oflu Hoca çıkar gelir ve Temel’in durumuna bakar ve arkasından sorar; -“Ula Temel, ne düşünüp durayisun? Yoksa okuyup üflemem işe yaramadi mi? Finduk Ağaçi formülü tutmadi mi uşağum?” Temel içini çekerek şu cevabı verir; -“Hocam finduk ağaçi formülü tutmasına tuttu da. Bizim finduk bahçesi eve bir hayli uzak. Fadime ile ancak tüfek atarak haberleşebiliyoruz. Başlarda hiçbir problem yoktu. Ancak şimdi bizim köyde av mevsimi paşladi. Bizim Fadime nerede tüfek atilsa oraya koşayi…”

Öyle Bir Aşk

Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de. Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum, Oynadım. Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım. Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime. Sonra dedim ki söz ver kendine Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin, Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin, Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin, Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin. Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım. Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım. Nietczhe

85 yaşından da bir adam

85 yaşından da bir adam doğum hanenin kapısında beklemektedir. Doğumhaneden çık...an doktor şöyle bir bakındıktan sonra yaşlı adama sorar: Doktor- "içerde doğum yapan bayan yakınınız mı?" Adam- "Evet,eşim.” Doktor- "Ama bayan 25 yaşlarında..." Adam- "Tamam işte, eşim o. Niye şaşırdınız, baba olamaz mıyım yani?" Doktor- "Yoo, aklıma benim dedem geldi de." Adam- "Nesi varmış dedenizin?" Doktor- "Kendisi av meraklısı idi. sürekli ava çıkardı. Ancak yaşlanınca zorlanmaya başladı. Bir gün ava çıkacakken kendisini uyardık, aman yapma dedecim, sen yaşlandın, ava gidemezsin diye. Kendisi Israr etti ve hazırlandı. E, tabi yaşlılık, çıkarken tüfek yerine baston aldı eline. Ben de kendisiyle gittim. Ormanda bayağı yol yürüdükten sonra bir geyik gördük. Dedim ya, dedem yaşlı. Bastonu omzuna koydu, doğrulttu ve geyiğe bastonla ateş etti. Geyik o anda vurulup yere düştü..." Adam- "Olur mu, başkası vurmuştur onu." Doktor- "Ben de onu demeye çalışıyorum işte .. başkası vurmuştur

HEYAMOLA'dan Bir Öykü Kitabı Prinkipo Fırtına Burcunda

HEYAMOLA'dan Bir Öykü Kitabı Prinkipo Fırtına Burcunda - Zeynep Aliye Prinkipo Fırtına Burcunda, Zeynep Aliye’nin Büyükada üzerine yazdığı öykülerden oluşuyor. MS. 569’da II. Justin’in kendisine bir saray ve bir manastır inşa ettirip yerleşmesiyle Prinkipo yani Prens adası olarak anılmaya başlanan ancak kısa zamanda sürgün prenslerin, devrik imparatorların adası halini alan Büyükada’yı, pek de bilinmeyen yanlarıyla öyküleştirmiş Zeynep Aliye. Akşamları krallığın altın tacını uzun bukleleri üzerine geçiren bir imparatorun ertesi gün kafası kazınmış olarak bir manastır hücresinin gönülsüz sakinine dönüşmesini ya da oğlu tarafından kendi yaptırdığı manastırda sürgüne mahkum edilen bir imparatoriçenin, zindanın taş duvarlarında yankılanan çığlıklarını duymak mümkün oluyor. Aynı şekilde, Stalin tarafından sürgüne gönderilen Troçki’yi de, 4,5 yıl yaşadığı köşkün çatısındaki baykuşların gözünden anlatmayı başarıyor yazar. Sık sık adayı kuşatan sisin, bin bir ayağı, bin bir kolu ve dört bir yanı aynı anda gören gözleriyle Kadıyoran, Türkoğlu, Maden, Tepeköy, Alpaslan ve Nizam’ı kavrayışı; Taş Mektep, Perili Köşk, Troçki Köşkü, John Paşa Köşkü, şairlerin kulesine iç geçirerek baktığı Kırmızı Kuleli Köşk, ağırladığı konuklarla bir döneme damgasını vuran Çankaya’daki Beyaz Köşk dahil, ahtapot kollarıyla önüne çıkan her şeyi ele geçirişi de bir diğer öyküde işleniyor. Aya Yorgi’den sisin kalktığı müjdesini verecek olan yüz yıllık çanın sesi duyulana dek adalıların, tesbih çekerek, ikonların önünde diz çöküp bu felaketin bir an önce sonlanması dileğiyle adaklar adayarak ya da mum yakarak korku ve çaresizlik içinde bekleşmeleri masalsı bir dille hikaye ediliyor. Aya yorgi manastırının yokuşunu tabanları kan revan içinde tırmanan rahiplerin yürek yakan duaları rüzgar tarafından kulaklarımıza fısıldanırken, bir zamanlar nüfusunun neredeyse tamamını oluşturan Rum balıkçı ve denizci ailelerinin zorunlu sürgünle ayrılmak zorunda kaldıkları Büyakada’ya duydukları sonsuz özlemi de denizin hırçın dalgaları haykırıyor. Hristos tepesindeki Rum Yetimhanesine de düşüyor yolumuz. Binada çıkan yangın sonucu iki çocuğun yanarak can verdiği, bahçedeki kuyuya düşen çocuklardan birinin de oraya bakmayı kimsenin akıl edemeyişi yüzünden öldüğü söylentisiyse bir başka öyküde işlenmiş. Su perisi Martha’dan, Lefter’e, gazeteci Necmi Tanyolaç’a, lodosun fiyakasını usta dümen kırışlarla bozan Yusuf Kaptana, gönüllü sürgün Reşat Nuri’ye; adanın ünlü sakinlerinin sokaklarda gezdiğini, görür gibi oluyorsunuz kitabı okurken. Fakat günümüzde, kanatları kırık martılar, kulakları kesik köpekler, terk edilmiş kediler, seferden kaldırılmış gemiler, kilitli tutulan kapılar, kurumaya terk edilmiş kızıl çam ormanıyla, Büyükada alabora olmak üzere bir gemiden farksız artık. Uğradığı ihanetler, terk edilişlerle yalnızlaşıyor, içine kapanıyor ada. Kuğuyu çağrıştıran köşkleri; çınçınlı faytonları; şık zarif kadınları ve erkekleri, mis gibi yasemin ve zambak kokuları yavaş yavaş geri çekiliyor. Sansar Hilmi gibi uyanık kişilerin yaşlılık ve yalnızlık gibi iki amansız düşmanla boğuşan köşklerin yerine apartman dikme planları kurduğunu görüyor ama ne yazık ki elinden bir şey gelmiyor. Fırtına burcundaki Prinkipo’yu sonsuza dek yok olup gitmesinin hemen öncesinde, yaseminler zambaklar hala kokarken, sakalar hala bahar ziyaretlerini sürdürürken, son derece şiirsel diliyle fotoğraflamış Zeynep Aliye. Heyamola Yayınları www.heyamola.net