2 Kasım 2021 Salı

4 EVLİ ERKEK BALIĞA ÇIKAR

 1. erkek: -balığa çıkabilmek için karıma geçen hafta bütün evi badana yapma sözü verdim der 2. erkek: -o da bi şey mi ya ben karıma evdeki bütün elektronik eşyaları yenileme sözü verdim der 3. erkek: -siz gene iyisiniz ben karıma yeni araba sözü verdim der hepsi şaşırır döner 4. erkeğe sorarlar -ne o sen karına söz vermedinmi yoksa sesin çıkmıyo 4. erkek: - yooo ben hiçbirşeye söz vermedim saati sabah 5.30 a kurdum, çalınca karımın kulağına şunları fısıldadım 'karıcım benimle annemlere mi gelirsin yoksa balığa mı çıkayım' dedim karımın cevabı kesin ve netti... - Sıkı giyin üşütürsün

Kavak Ağacı

 Kavak Ağacı ile Kabak Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: -Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -On yılda, demiş kavak. -On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! -Doğru, demiş kavak. Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa: -Neler oluyor bana ağaç? -Ölüyorsun, demiş kavak. -Niçin? -Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için. Sonuç: Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Dev gibi eserler verebilmek için, karınca gibi çalışmak gerekir, derler.

Bir gün yaralı bir kuş

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz. Süleyman dervişi hemen çağırtır ve ona sorar: Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın? Derviş kendini şöyle savunur:"Sultanım, kuşu avlamak istedim.Önce kaçmadı, yaklaştım yine kaçmadı.Teslim olacağını düşünüp atladım.Yakalayacağım esnada kanadı kırıldı" Hz.Süleyman: "Bak, bu adam haklı, niye kaçmadın? O sinsice yaklaşmamış, hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kırıldı diye şikâyet ediyorsun" Kuş kendini savunur : "Onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsa hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez.. Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder. Ancak bu emre kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır. “Neden” diye sorar Hz. Süleyman. Kuş sebebini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkarın. Çıkarın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın !!

Garson: Efendim

 Garson: Efendim, sizleri burada görmek büyük mutluluk! Cemal Süreya: Kim istemez ki mutlu olmayı? Ama mutsuzluğa da var mısın? Garson: Anlamadım efendim? Can Yücel: Geldiğin kadar değil, göründüğün kadar mutlusun ve sakın unutma; gittiğin kadar değil, hak ettiğin kadar unutulursun… Garson: Anlıyorum efendim… Neyse, ne alırdınız? Nilgün Marmara: Sen ne getirdin bana çocukluğundan? Garson: Çocukluğumdan mı? Siz ne isterseniz mutfaktan onu getireceğim işte. Edip Cansever: Bu aralar ellerim hep üşür benim. Doktor ‘kansızlık’ der, ben ‘sensizlik’ derim. Nilgün Marmara: Üşümüşüm, düşlerimin üzeri açıktı. Garson: Ekrem klimayı aç oradan, çattık ya! Tomris Uyar: Bazen sensiz kalmak, kırıldığını göstermenin en iyi yoludur. Garson: Estağfurullah efendim, ne kırılması, bugün kötü bir gün sanırım benim için. Yaşar Kemal: Gülümse karamsarları şaşırt, gülümse güller açsın yüzünde, gülümsemenle yayılsın ışık, dünyayı ısıtmasan da güneş gibi çevreni ısıt. Garson: Ekrem klimayı kapat, gülümsüyorum

Hintli bir ermiş

 Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp "insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?" diye sormuş. Öğrencilerden biri "çünkü sükûnetimizi kaybederiz" deyince ermiş "ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?" diye tekrar sormuş. Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: "İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir." "Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir." Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: "Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz. "Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz, Eskici bağırır , antikacı bağırmaz, Söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz, Bağıran düşünemez düşünmeyen kavga eder..." Mevlâna

BİR KIZI OLMALI İNSANIN

Canını emanet ettiğin, elin, ayağın, gözün, kulağın, her şeyin. Bir kızı olmalı insanın. Bir hata yaptığnda, gözlerinin içine baktığın, bakar bakmaz masumiyetiyle saniyeler içinde eridiğin, vefasına taptığın. Bir kızı olmalı insanın. Evinde babasına,annesine karşı nazlı niyazlı, Sokakta cadılığından ve hışmından korktuğun. Bir kızı olmalı insanın. Herkes terkettiğinde seni, varlığında da, yokluğunda da, evliyken de, bekarken de babacığım ya da anneciğim diye kucak açtığında, gözyaşlarıyla bağrına bastığın. Bir kızı olmalı insanın. Demlediği çayı süzülerek getirdiğini seyrettiğin, Pişirdiği kahvenin tadına gizlediğin, özenle bezediğin. Bir kızı olmalı insanın. Canıyla canlandığın, varlığıyla anlamlandığın, Özlemiyle ve iç çekişlerinle dağ dağ efkarlandığın. Bir kızı olmalı insanın. "Dünya bir yana, kızım bir yana" diyebildiğin.

Henüz ilk sayisini

 Henüz ilk sayisini çikaran Ariza dergisinde "bir Türk'ü nasil >tanirsiniz" baslikli güzel bir yazi
* Tek abdestle bes vakit namaz kilmak için iki büklüm kivranan kisi tabii ki Türk'tür.

* Desenlerini çok begenerek aldigi yeni bir mobilyanin üstünü baska bir örtü örterek kullanan kisi Türk'tür.

* Çayi, çay tabagina döküp içen bir Türk degil midir?

* Geçirdigi bir trafik kazasindan sonra kanlar içinde çikip,çarpilmis arabasina üzülen kisi Türk'tür.

* Tüp kaçiriyor mu, kaçirmiyor mu diye kibrit yakip kontrol eden Türk'ten baskasi olabilir mi?

 
 
* Yemekte eti biçakla degil, çatalin yaniyla kesmeye çalisan bir kisi Görürseniz gözlerinden öpün, o bir Türk'tür.

* Kirmizi isikta durdugunuz için size ancak bir Türk bagirabilir.

* Otoyolda, otomobilin gaz pedalina tugla koyup, yorulmadan kullanma fikri bir Türk'ündür.

* Ancak bir Türk, Cola'yi çalkalayip fiskirtarak asitsiz içmeyi akil edebilir.

* Elektonik hesap makinesini, uzaktan kumandasini naylona sarmis, üzerine de ambalaj lastigi geçirmis birini görürseniz hemen boynuna sarilin. Türk'tür o.
* On yillik bir otomobilin koltuk ambalaj naylonlarini çikarmadan Kullanma becerisini ancak Türkler gösterebilir.

* isinde iyiolan birisini överken hakaretle iltifat eden bir Türk'ten baskasi olamaz. (serefsizin oglu ne is yapmis be kardesim, helal olsun)

* Ancak bir Türk aracin sinyal lambalari dururken kolunu çikararak "dönüyorum" hareketi yapabilir.

* Yemegin etini en sona birakan kisi tabi ki Türk'tür.

* Ancak bir Türk trafik isiklari kirmizidan yesile döndügünde önündeki herkesi salak sanarak kornaya basabilir.

* Dingildeyen bir masanin ayagina kagit sikistirma fikri bir Türk'ündür.

* Dislerinin arasindan "viij viij" diye ses çikaran birini görürseniz selam verebilirsiniz çünkü o kesinlikle Türk'tür.

* Tv'de film seyrederken filmin oyunculariyla muhatap olan (dur oraya gitme öldürecekler seni) Türk sinema severlerdir.

* Ancak bir Türk kulagini kalem ya da örgü sisiyle karistirabilir.

* Arabasina öküz, köpek, horoz sesli korna taktirma fikrinin patenti bir Türk'e aittir.

* Gazete kagidini en iyi sekilde kullanan Türk'tür(Cam silme bezi, külah, mendil, sofra bezi)

* Ancak bir Türk kadini, denize dikkat çekmemek için elbiseleriyle girip, bütün dikkatleri üzerine çekebilir.

* Plastik yogurt kabini saksi yapan elbette ki Türk'tür.

* Arabasinin arkasina yazi yazan bir Türk degil de nedir? (Rahmetli de sollardi,)

* Uçakta bulunan tanidiklarina uçak havalandiktan sonra görmeyecegini bildigi halde el sallayan birini görürseniz hemen boynuna sarilin çünkü o Türk'tür.

Sözler

 Benjamin Franklin
Dişlerinin arasında olmasına rağmen bazen kendi diline bile hâkim
olamıyorsan, başkalarının söylediklerini önemsememelisin.

Fatih Sultan Mehmet
İmkânın sınırını görmek için imkansızı denemek lazım.(Gemilerin karadan
yürütüleceğini söylerken)

Mevlâna
Gözyaşının bile görevi varmış; ardından gelecek gülümseme için temizlik
yaparmış.

Bukowski
Gittiğinde ağlarsın, şarkılarda, filmlerde, ona-buna, her şeye ağlarsın.
Aklın başına gelince de boşa harcadığın zamana ağlarsın.

Ali Şeriati
Okuyun, diyor okuyun. Çünkü mürekkebin akmadığı yerde kan akıyor.

Nasrettin Hoca
Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:
"Kimsin?"
"Hiç" demiş Hoca, "Hiç kimseyim."
Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:
..."Sen kimsin?"
"Mutasarrıf" demiş adam kabara kabara.
"Sonra ne olacaksın?" diye sormuş Nasrettin Hoca.
"Herhalde vali olurum" diye cevaplamış adam.
"Daha sonra?" diye üstelemiş Hoca.
"Vezir" demiş adam.
"Daha daha sonra ne olacaksın?"
"Bir ihtimal sadrazam olabilirim."
"Peki, ondan sonra?"
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:
"Hiç."
"Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra
gelebileceğin makamdayım: "Hiçlik makamında!"

Kanuni Sultan Süleyman
Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki, padişah
olan Kanuni bile bu dünyadan eli boş gitmiştir.

Şems-i  Tebrizi
Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile,
sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda
göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var.
Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği
gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

Montaigne
Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor. Sadece sen, yanlış
insanlar üzerinde hayal kuruyorsun.

N. Parra
Toprak bir gün yağmurun kıymetini anlayacak; fakat o gün yağmur yağmayacak.

Dostoyevski
Sevmek; güzel birinde aşkı aramak değil. O kişide, bilmediğin bir zamanın
beklenmedik bir anında, 'kendini bulmaktır'.

Tolstoy
İnsanlar çok değişti; dikkat etmek lazım. Biriyle el sıkıştıktan sonra,
beşide yerinde mi diye parmaklarını saymak zorundasın.

Mark Twain
Her zaman doğruyu söyle; ne dediğini hatırlamak zorunda kalmazsın.

W.SHAKESPEARE
Biz güle başka bir şey deseydik de o gene güzel kokacaktı!

Abraham LINCOLN
Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız,
Söyleyeyim: ANNEM'dir.

Marquez
Gitme zamanı gelmişse 'dur' demenin; zaman geçmişse 'dön' demenin ve aşk
bitmişse 'yeniden' demenin; hiçbir anlamı yoktur.

Halil Cibran
Bir gün, güzellik ve çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar ve dediler,
'haydi denize girelim.' Giysilerini çıkartıp suda yüzdüler.
Bir süre sonra, çirkinlik kıyıya dönüp, güzelliğin giysilerine büründü ve
yoluna gitti. Güzellik de denizden çıktı, kendi giysilerini bulamadı; ama
çıplak olmak utandırıyordu onu, çaresiz çirkinliğin...
giysilerine büründü ve yoluna devam etti güzellik. O gün bugündür, erkekler
ve kadınlar onları birbirine karıştırır. Ancak içlerinden güzelliğin yüzünü
önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu. Ve
yine çirkinliğin yüzünü bilen kimileri vardır ki, gözlerinden tanırlar
çirkinliği.

Murathan Mungan
Bir gün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış
birine, bütün hayatını anlatmak istersin.

Özdemir Asaf
Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar
sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.

Oscar Wilde
Ne kadar çok kişi benimle aynı fikirdeyse, o kadar çok yanıldığımı
düşünürüm.

Eflatun
Bir insanın akıllı olmasına birşey dediğimiz yok. Yeter ki; aklını
başkalarına kabul ettirmeye çalışmasın.

Victor Hugo
Kadını güzel yapan Allah, sevimli yapan şeytandır.

Alphonse Karr
Herkesin üç kişiliği vardır; Ortaya çıkardığı , sahip olduğu , sahip
olduğunu sandığı.

Bertolt Brecht
Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek
zorundadır. Bugün yarına dünle beslenerek yol alır.

Whoopi Goldberg
Cehaletle deha arasındaki gerçek fark nedir biliyor musunuz? Dehanın
sınırları var cehaletinse hiçbir sınırı yoktur.

Herman Melville
Her şeyi denerim; ama yapabildiklerimi yaparım.

Pestalozzi
Yaşamımda edindiğim en büyük bilgi şudur; Kendi kendine yardım etmeyi
bilmeyene , hiç kimse yardım etmez.

S. M. Power
Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.

Tagore
Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır.

Wendell Phillips
Doğruluk sonsuzluğun güneşidir. Nasıl olsa doğar.

Usta ve çırak ilişkileri

 Usta ve çırak ilişkileri çoklukla zanaatkârlar için kullanılır. Özellikle bir mesleğin öğrenim kurumları yok iken, sadece pratikle öğrenildiği meslek sınıflarında usta olmak ve çırak yetiştirmek becerisine sahip olabilmek önemli bir haslettir. TDK Sözlüğü, usta sözcüğünü şöyle tanımlar; “bir zanaatı ve mesleği gereği gibi öğrenmiş olan ve kendi başına çalışabilen kimse. Usta niyetine de ‘eli uz, işinin eri ve mahir’ gibi ek tanımlamalar yer alabilir. Çırak ise, bir mesleği öğrenmek üzere ustanın nezaretinde çalışan kişidir. Tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkisinden sıklıkla söz edilir. Büyük olasılıkla tıp öğreniminin medrese tedrisatı günlerinden kalma bir yaklaşım olmakla birlikte, günümüzde de tıp öğreniminin ustalık hasletleri ve sabırla izlenecek çıraklık evreleri söz konusudur. Genç doktorlar, günümüzde büyük olasılıkla modern tıp eğitimi kurumlarının yadsınamaz katkısı ile teorik olarak çok şeyler bilerek hayata atılırlar. Ancak deneyimlerimle iyi biliyorum ki, kalın kitapların bile içeriğinde olmayan bazı gündelik yöntemleri ve usulleri onlara usta doktorlar, yani kıdemlileri öğretirler. Burada işin püf noktası, usta konumundaki doktorun yılların deneyimleri ile elde ettikleri pratik becerilerini kıskanmadan ve yüksünmeden genç meslektaşları ile paylaşabilmek hasletleridir. Çırak konumunu içine sindirmeyi bilebilen genç doktorlarında, yılların imbikten süzülmüş deneyimlerini kolayca sahiplenebilmek olanağını elden kaçırmamaları için ustalarına karşı saygılı davranabilmeyi unutmamaları gerektiğidir. Size, tıp mesleğindeki usta ve çırak ilişkisine ilişki bir küçük fıkra sunacağım. Sanırım böylece konuyu daha iyi değerlendireceksiniz. Uzun yıllar küçük bir kasabanın tek ve yaşlı hekimi olan tıp insanının emeklilik günü gelmiş çatmış. Yerine de okuldan henüz mezun bir genç doktor atanmış. Yaşlı doktor, genç meslektaşını karşısına alarak kısaca kasabayı kısmen tanıtmaya çalışmış. Sonra da, o gün için evlerinde muayene olmak talepleri olan birkaç hastayı birlikte gezerek muayene etmek kararını almışlar. İlk gittikleri evde nispeten yaşlı bir kadın yatağında yatıyormuş. Şikâyeti sorulan kadın hasta, sindirim sistemi ile ilgili yakınmalarını anlatmış. Her ikisi de hastayı kısaca muayene etmişler. Muayene sonrası yaşlı doktor hasta kadına hitaben konuşmuş; “Senin sorunun bolca çiğ meyve tüketmenden kaynaklanıyor. Bu nedenle çiğ meyveleri azaltmalı ve kısmen komposto halinde tüketerek sindirimlerini kolaylaştırıcı önlemi almalısın!” Yaşlı kadın bu tavsiyeden memnun olmuş ve teşekkür ederek önerildiği gibi davranacağını ifade etmiş. Bu evden çıkar çıkmaz, genç doktor kıdemli doktora nasıl kolayca bu tanıya varabildiğini sormuş. Yaşlı doktor; “Dikkat etti isen elimdeki stetoskobu bilerek yere düşürdüm ve yatağın altına göz attım. Yatak altında bolca taze soyulmuş meyve kabukları vardı”, demiş. İki doktor, birlikte ikinci adrese gitmişler. Burada da hasta olan genç bir kadın varmış ve yatakta yatıyormuş. Kadının şikâyeti ise; şiddetli halsizlik ve yorgunluk hissi ve nerede ise yataktan hiç çıkmamak arzusu imiş. İki doktor ayrı ayrı kısaca muayene etmişler. Yaşlı doktor teşhisini bildirmek üzere genç doktora öncelik tanımış ve ‘buyurun’ diyerek geri çekilmiş. Genç doktor, yatakta yatan genç kadın hastaya yönelerek; “Anladığım kadarı ile kendinizi ruhani dünyaya terk etmiş ve yaşamınızı nerede ise kiliseye koşut kılmışsınız. Yataktan kalkarak biraz da dünyevi meşgalelerle oyalanın”, demiş. Her iki doktor dışarı çıktıklarında, yaşlı doktor genç arkadaşına dönerek tebrik etmiş ve kendisinin de bu hasta kadını nerede ise her gün kiliseye giderken gördüğünü anlatmış. Ve eklemiş; “Merak ediyorum, bir defada nasıl bu tespite varabildiniz?” . Genç doktor; “ Siz kadını muayene dereken ben de geçen defa sizden öğrendiğim gibi stetoskobumu kasten yere düşürdüm ve çaktırmadan yatağın altına baktım. Orada, rahibi gördüm, yatağın altında büzülmüş yatıyordu”. Değerli ve arif okurlarım, sanırım kolayca anlamış oldunuz tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkilerinin önemini!.. Erdal Akalın (10.03.2015)

20 Ekim 2021 Çarşamba

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.

 Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş. Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin ´gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasınıda elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam , bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan "BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER ŞİMDİ, BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM Kİ?" demiş.

Bu akşam eve geldiğimde

 Bu akşam eve geldiğimde Eşim Akşam yemeğini servis ediyordu. Elini tuttum ve ona söyleyeceğim şeyler olduğunu söyledim. Masaya oturdu ve sessizce yemeği yemeye başladı. Ve yine Gözlerinde o korkuyu gördüm. Bir an da kasıldım ağzımı açamıyordum ama düşüncelerimi söylemem lazımdı. Ben boşanmak istiyorum. Sinirlenmedi Sözlerime karşılık vermedi, sadece sebebini sordu. Bir cevap veremedim ve buna çok sinirlendi elinde ki Çatal Bıçakları fırlattı. Bana bağırdı ve Adam olmadığımı söyledi. Bu akşam tek kelime konuşmadık. Eşim bütün Gece ağladı. Farkındaydım Evliliğimiz ne olacağını merak ediyordu, ama onu tatmin edecek bir şey söyleyemeyecektim. Ben Jane'e aşık oldum, eşimi sevmiyorum artık. Bu vicdan azabıyla bir Evlilik sözleşmesi hazırladım, Evi, Arabayı ve Şirkettin 30% ona verecektim. Sözleşmeye kısa bir süre baktı ve yırttı. 10 yıl hayatımı paylaştığım bu Kadın bana yabancı olmuştu. Onun harcadığı zamana ve enerjiye üzülüyordum, ama geri dönemezdim, Jane'e çok aşık olmuştum. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, bu benim beklediğim bir tepkiydi. Onun ağlaması benim hafiflememe sebep olmuştu. Bir süredir aklımdan geçiriyordum boşanmayı, bu fikir bende saplantı haline gelmişti ve şimdi bu duyguyu daha da güçlü hissediyordum ve doğru karardı. Bir sonra ki akşam eve geç gelmiştim ve Eşimi Masada yazı yazarken gördüm. Çok uykum vardı ve Akşam yemeğini yemeden uyumaya gittim. Jane ile geçirdiğim o kadar saat beni yormuştu. Bir ara uyandım ve onu hala yazı yazarken gördüm Masa da. Ama bu benim Umurumda değildi ve başımı çevirip uyumaya devam ettim. . Ertesi sabah bana Şartlarını yazı halinde sundu. Benden hiç bir şey istemiyordu, sadece boşanmamızı ilan etmek için 1 ay müsaade istedi ve bu zamanda normal bir Aile gibi davranmamızı istedi. Bunun sebebi Oğlumuzun 1 ay sonra Sınavların olması ve bu dönemde ona bu yükü bindirmemekti. Bu kabul edilebilinir. Bir şey daha vardı, benden onu Evlilik Gecesinde onu kapıdan içeriye nasıl taşıdığımı hatırlamaktı, ve 1 ay boyunca her sabah onu Yatak odasında Kapıya kadar taşımamı istedi. Kafayı yediğini düşündüm, ama son günlerimizin iyi geçmesi acısından, kabul ettim. Sonra bu şartlardan Jane bahsettim, yüksek ses ile gülüp bunun çok saçma olduğunu ve eninde sonunda Boşanmayı kabul etmek zorunda kalacağını söyledi. Eşimle boşanma konusunu açtığımdan beri Fiziksel temasta bulunmadık. Bu sebepten ilk gün onu kucağıma alıp kapıya götürdüğümde tuhaf bir duygu yaşadım. Oğlumuz arkamızda duruyordu ve alkış yapmaya başladı 'Babam Annemi kucağında taşıyor' bu onu çok sevindirmişti, Sözleri canımı acıtmıştı... Yatak odasından Evin Kapısına kadar 10 metre taşıdım. Eşim gözlerini kapattı ve kulağıma' Oğlumuza boşanmamızdan bahsetme' diye fısıldadı. Bende başımı öne eğerek tamam dedim, ve içime bir üzüntü çöktü. Kapı önünde onu bıraktım Eşim Otobüs durağına gitti ve onu İşe götürecek olan Otobüsü bekledi. Bende tek başıma Ofise gittim. 2. Gün bu oyunu oynamak bize daha kolay gelmişti. Eşim başını Göğsüme yasladı, ve onun kokusunu duydum. Birden Eşime uzun süredir bakmadığımı anladım. Ve onun Evlendiğim zaman ki kadar Genç olmadığını fark ettim. Yüzünde hafif çizgiler oluşmuş saclarına ak düşmüştü. Gecen yıllar öylesine yanından geçmemişti, O an kendime ona bununla neler yaptığımı sordum. 4. Gün onu kucağıma aldığımda bir güven duygusu yaşadım. Bu bana Hayatının 10 yılını Hediye eden Kadın. 5. Gün bu güven duygusu daha da büyümüştü. Bundan Jane bahsetmedim. Günler geçtikçe onu taşımak daha da kolaylaşmıştı, belki de bu sayede yaptığım antrenman dan dolayıdır bu. Bir Sabah onu ne giyeceğini düşünürken izledim. İsyan ederek her gün kıyafetlerin biraz daha bol geldiğini söyledi. Birden onun ne kadar süzüldüğünü ve kilo verdiğini fark ettim. Demek ki onu her sabah daha kolay taşıyabilmemin sebebi buydu. Birden yüzüme yumruk gibi vurdu. Bu kadar Acıyı ve Üzüntüyü Kalbinde taşıyordu. Farkında olmadan başını okşadım. O an Oğlumuz da geldi ve ' Baba Annemi taşıman lazım ' dedi. Bu hayatımızın bir parçası olmuştu, Babasının Annesini odadan Kapıya taşıması. Eşim Oğlumuzu yanına çağırdı ve ona sıkı sıkı sarıldı. Ben başımı cevirdim, son anda kararımdan vazgeçmek istemiyordum. Onu kucağıma aldım ve Yatak odasından Kapıya kadar taşıdım. Elini enseme koymuştu ve ben onu sıkı sıkı tutmuştum. Tıpkı Evlendiğimiz gün gibi. Artık Huzursuzlaşmıştım bu kadar kilo vermesinden. Son Gün onu kucağım da taşıdığımda hareket etmedim. Oğlumuz okuldaydı ve Eşime Hayatımızda ki yakınlığın ne kadar eksildiğini söyledim. Ofise gittim arabadan fırladım kapıyı kilitlemeden bunun için zaman yoktu. Her anın kararımı değiştirmesinden korkuyordum ve Merdiven den yukarı koştum, yukarı varınca Jane kapıyı actı. Ona Karımdan boşanmayacağımı söyledim. Şaşkın bir ifadeyle elini anlıma koydu ve ' Senin ateşin mi var' diye sordu. Üzgünüm Jane ama ben artık boşanmak istemiyorum dedim. Evliliğimizin renksiz kalması sevgi eksikliğinden değil, birbirimizin değerini unuttuğumuzdan dı. Şimdi aklıma geldi ki, ona Evlendiğimiz Gün kapıdan içeri taşıyınca ömrümün sonuna kadar Sadakat yemini verdiğimi........ Jane olayı anlayınca yüzüme bir tokat attı ve kapıyı kapatarak ağlamaya başladı. Hemen aşağı koşup ilk Çiçekçiye gidip Eşime bir Buket çiçek aldım, üzerinde ki Karta da'''seni her Sabah hayatımın sonuna kadar taşıyacağım'''' . Eve vardığımda yüzümü bir gülümseme kapladı, elimde Çiçeklerle yatak odasına gittim ve Eşimi yatağın üstünde Ölü buldum. Eşim aylardır Kanser ile savaşıyordu ve ben Jane ile ilgilenmekten bunu fark etmemiştim. Fazla yaşamayacağını bildiği için, beni Oğlumun bana negatif tutumundan korumaya çalışmıştı . En azından Oğlumun gözünde iyi bir Eş olarak kalmamı istemişti. İlişkide ki küçük şeylerdir önemli olan. Villalar, arabalar çok paralar değil . Bunlar hayatı kolaylaştırır ama asla Mutluluğun temeli olamazlar. İlişkine zaman ayır ve ilişkinin güven ve huzur anlamına gelecek şeylere meşgul ol. Mutlu bir beraberlik yaşa.

Adamın biri hastalanıyor.

 Adamın biri hastalanıyor. O gün canı, işe gitmek istemiyor. İçinden Allah'a şöyle bir dua edeceği tutuyor: 'Allah'ım, her gün işe gidip 8 uzun saat boyunca evim ve eşimin rahatı için çalışıyorum. Eşim ise sadece oturuyor. Ne olur, bir gün benim yerime geçip, ne kadar zor bir hayat yaşadığımı görmesini sağla.' Hikaye bu ya, birdenbire adamın dileği yerine geliyor. Ertesi sabah , karısının bedeninde uyanıyor. Hemen yataktan fırlıyor. Eşinin kahvaltısını hazırlıyor. Çocuklarını uyandırıyor. Elbiselerini hazırlıyor. Onların da kahvaltılarını yaptırıyor. Beslenme çantalarını hazırlıyor. Çocukları okula götürüyor. Eve dönüp, evi toparlıyor. Yıkanacak bulaşıkları ve çamaşırları hallediyor. Temizleyiciye götürülecek olanları eline alıp telefon faturasını ödemek için bankaya gidip sıraya giriyor. Faturayı ödedikten ve temizlikçiye uğradıktan sonra, akşam yemeği için alışverişe gidiyor. Eli kolu dolu bir vaziyette eve dönüyor. Bu arada öğlen oluyor. Evi süpürmeye başlıyor. Eşyaların tozunu alıyor. Mutfağı siliyor. Çocuklarının okuldan gelince yiyeceği keki pişiriyor. Eee artık çocukları okuldan alma zamanı da geliyor. Yolda onlarla sohbet ediyor. Okulda olanlar konusunda akıl fikir veriyor. Eve geldiklerinde derslerini kontrol edip, çalışma masalarına oturmalarını sağlıyor. Süt ve kek getiriyor. Bu arada yıkadığı çamaşırları ütülemesi gerekiyor. Ütü bittiğinde ancak akşam yemeğini hazırlayacak kadar vaktinin kaldığını fark ediyor. Hemen patatesleri soymaya başlıyor. Salata malzemelerini yıkıyor. Pilav için pirinci ıslatıyor. Etleri çıkartıp, fırın için hazırlıyor. Kocası eve geldiğinde, onu sofraya tabakları yerleştirirken buluyor. Akşam yemeğinden sonra, önce eşinin kahvesini pişiriyor. Masayı topluyor ve bulaşıkları hallediyor. Eşinin ve çocuklarının ertesi gün giyeceği kıyafetleri kontrol ettikten sonra çocukları yatırıyor. Onlara hikaye okuyor. Televizyon seyretmeye ve biraz da gazete okumaya salona dönüyor Biraz vakit geçirdikten sonra yatak odasına yatmaya gidiyor.. Ertesi sabah uyandığında hemen Allah'a yalvarmaya başlıyor : 'Allah'ım özür dilerim. Ben ne dediğimi bilmiyormuşum. Karımın hayatını rahat zannetmekle ne halt ettiğimi şimdi anladım. Lütfen beni eski halime döndür.' Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti: : 'Evet, dersini aldığını görüyorum. Herşeyi değiştireceğim ama maalesef 9 ay beklemek zorundasın, çünkü dün gece hamile kaldın.

Usta ve çırak ilişkileri

 Usta ve çırak ilişkileri çoklukla zanaatkârlar için kullanılır. Özellikle bir mesleğin öğrenim kurumları yok iken, sadece pratikle öğrenildiği meslek sınıflarında usta olmak ve çırak yetiştirmek becerisine sahip olabilmek önemli bir haslettir. TDK Sözlüğü, usta sözcüğünü şöyle tanımlar; “bir zanaatı ve mesleği gereği gibi öğrenmiş olan ve kendi başına çalışabilen kimse. Usta niyetine de ‘eli uz, işinin eri ve mahir’ gibi ek tanımlamalar yer alabilir. Çırak ise, bir mesleği öğrenmek üzere ustanın nezaretinde çalışan kişidir. Tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkisinden sıklıkla söz edilir. Büyük olasılıkla tıp öğreniminin medrese tedrisatı günlerinden kalma bir yaklaşım olmakla birlikte, günümüzde de tıp öğreniminin ustalık hasletleri ve sabırla izlenecek çıraklık evreleri söz konusudur. Genç doktorlar, günümüzde büyük olasılıkla modern tıp eğitimi kurumlarının yadsınamaz katkısı ile teorik olarak çok şeyler bilerek hayata atılırlar. Ancak deneyimlerimle iyi biliyorum ki, kalın kitapların bile içeriğinde olmayan bazı gündelik yöntemleri ve usulleri onlara usta doktorlar, yani kıdemlileri öğretirler. Burada işin püf noktası, usta konumundaki doktorun yılların deneyimleri ile elde ettikleri pratik becerilerini kıskanmadan ve yüksünmeden genç meslektaşları ile paylaşabilmek hasletleridir. Çırak konumunu içine sindirmeyi bilebilen genç doktorlarında, yılların imbikten süzülmüş deneyimlerini kolayca sahiplenebilmek olanağını elden kaçırmamaları için ustalarına karşı saygılı davranabilmeyi unutmamaları gerektiğidir. Size, tıp mesleğindeki usta ve çırak ilişkisine ilişki bir küçük fıkra sunacağım. Sanırım böylece konuyu daha iyi değerlendireceksiniz. Uzun yıllar küçük bir kasabanın tek ve yaşlı hekimi olan tıp insanının emeklilik günü gelmiş çatmış. Yerine de okuldan henüz mezun bir genç doktor atanmış. Yaşlı doktor, genç meslektaşını karşısına alarak kısaca kasabayı kısmen tanıtmaya çalışmış. Sonra da, o gün için evlerinde muayene olmak talepleri olan birkaç hastayı birlikte gezerek muayene etmek kararını almışlar. İlk gittikleri evde nispeten yaşlı bir kadın yatağında yatıyormuş. Şikâyeti sorulan kadın hasta, sindirim sistemi ile ilgili yakınmalarını anlatmış. Her ikisi de hastayı kısaca muayene etmişler. Muayene sonrası yaşlı doktor hasta kadına hitaben konuşmuş; “Senin sorunun bolca çiğ meyve tüketmenden kaynaklanıyor. Bu nedenle çiğ meyveleri azaltmalı ve kısmen komposto halinde tüketerek sindirimlerini kolaylaştırıcı önlemi almalısın!” Yaşlı kadın bu tavsiyeden memnun olmuş ve teşekkür ederek önerildiği gibi davranacağını ifade etmiş. Bu evden çıkar çıkmaz, genç doktor kıdemli doktora nasıl kolayca bu tanıya varabildiğini sormuş. Yaşlı doktor; “Dikkat etti isen elimdeki stetoskobu bilerek yere düşürdüm ve yatağın altına göz attım. Yatak altında bolca taze soyulmuş meyve kabukları vardı”, demiş. İki doktor, birlikte ikinci adrese gitmişler. Burada da hasta olan genç bir kadın varmış ve yatakta yatıyormuş. Kadının şikâyeti ise; şiddetli halsizlik ve yorgunluk hissi ve nerede ise yataktan hiç çıkmamak arzusu imiş. İki doktor ayrı ayrı kısaca muayene etmişler. Yaşlı doktor teşhisini bildirmek üzere genç doktora öncelik tanımış ve ‘buyurun’ diyerek geri çekilmiş. Genç doktor, yatakta yatan genç kadın hastaya yönelerek; “Anladığım kadarı ile kendinizi ruhani dünyaya terk etmiş ve yaşamınızı nerede ise kiliseye koşut kılmışsınız. Yataktan kalkarak biraz da dünyevi meşgalelerle oyalanın”, demiş. Her iki doktor dışarı çıktıklarında, yaşlı doktor genç arkadaşına dönerek tebrik etmiş ve kendisinin de bu hasta kadını nerede ise her gün kiliseye giderken gördüğünü anlatmış. Ve eklemiş; “Merak ediyorum, bir defada nasıl bu tespite varabildiniz?” . Genç doktor; “ Siz kadını muayene dereken ben de geçen defa sizden öğrendiğim gibi stetoskobumu kasten yere düşürdüm ve çaktırmadan yatağın altına baktım. Orada, rahibi gördüm, yatağın altında büzülmüş yatıyordu”. Değerli ve arif okurlarım, sanırım kolayca anlamış oldunuz tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkilerinin önemini!.. Erdal Akalın (10.03.2015)

Umberto Eco

 

Umberto Eco, 
'İnsan kendine özgü bir biçimde olağanüstü bir yaratıktır.
Ateşi keşfetti,şehirler inşa etti,muhteşem şiirler yazdı,dünyaya çeşitli yorumlar getirdi,
mitolojik imgeler yarattı vs.Fakat aynı zamanda hem cinslerine savaş açmaktan,yanılgıya düşmekten,çevresini yok etmekten vs.bir türlü vazgeçemedi.
Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti,öbür kefesine bayağı salaklığı koyduğumuzda terazi neredeyse dengede kalır' diyor..

Bugünkü yazımın konusu ulusun bireylerinin bayağı salaklıktan,yüksek zihinsel meziyete ulaşmasının tek yolu eğitim ve öğretim idi...
Kendini yaratan insanın yukarıdaki benzetmedeki dengeyi  olumlu tarafa getirmesinin kavgası kısaca.

Eşitlik adı altında hak etmeyene verilenlerle geldiğimiz ve 
geleceğimiz bir noktanın olamayacağı çok açık..

Hafta sonunu bir alıntıyla tebessüme dönüştüreyim:

CUMHURİYET NEDİR? ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER?

 CUMHURİYET NEDİR? ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER? (Alıntı) Daha ilk okuldayım. Evde telefon çaldı. Koştum, açtım. Babamın okul arkadaşı Kerim amca. O da babam gibi öğretmen. Çocukluğumuzun öğretmenleri işte… İki söz arasında hemen birkaç soru, her fırsatta öğretmenliği yaşıyor ve yapıyor. Telefonda hemen sınav başladı.... -Zafer, İstiklâl Marşımızı kim bestelemiştir? - Zafer, Konya’nın plakası kaç? Hepsini yanıtlıyorum. Ardından o zaman bana çok garip gelen bir soru geliyor: -Zafer, ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER? Şaşırıyorum. - O nasıl soru Kerim Amca? Kerim Amca telefonda uzun uzun gülüyor. “Bak,” diyor. “Okulun akıllısı Zafer. Yanıtını bilmediğin bir soru buldum işte. Şimdi telefonu babana ver. Sonra da babana sor. O sana yanıtını verir.” Babamla Kerim Amcamın telefon görüşmesi bitince, babama soruyorum: - Baba, Kerim Amcam sordu. On yumurta kaç öğretmen eder? Babam da gülmeye başlıyor. Ardından, gülerek başlayan, ama bittiğinde ikimizin de gözyaşlarıyla yıkanan aşağıdaki öyküyü anlatıyor: Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan yana iki orman köyü vardır. Boşnakköy ve Armutlu. Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur. 1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar. Tabii yürüyerek. Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde on tane yumurta var. Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu on yumurtayı, biraz kendi evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş. Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok. Yaklaşık yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala giriyor ve on yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar. Kalemi de, silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar. İkisi de başarmıştır. Ancak bilmedikleri bir şey var. Sınav iki gün. Bu iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken, şimdi Hükümet Konağı'nın önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede geçireceklerini bilmeden, bir aşağı, bir yukarı yürümekte… Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir kadın onları eve çağırır. Durumu öğrenince onları doyurur. Akşama eşi de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler. İkinci gün de sınav başarılıdır. Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın öğretmenlik yaşamı… Babam, öykünün sonun şöyle bağladı: BAK OĞLUM, KÖYDEN ON YUMURTAYLA ÇIKAN İKİ ÇOCUĞUN ÖĞRETMEN, SUBAY, MÜHENDİS, MİLLETVEKİLİ HATTA CUMHURBAŞKANI OLABİLDİĞİ YÖNETİME CUMHURİYET DENİR. (Alıntı)

Son günlerimde bir hayat ödünç aldım.

 

Son günlerimde bir hayat ödünç aldım. Geri vereceğimi bile bile yaşadım onu. Geri vermeyebilirdim ama hırsızlık olurdu. İçine girdim o hayatın. Planlarımı ona göre yaptım. Hayallerimi onunla kurdum. Aynaya baktığımda onu gördüm. O hayatı… Öyle alıştım ki, başkasının olduğunu unuttum. Kollarındayken bu tatlı yaşamın, hatırlamam mümkün değildi zaten. Birkaç gece hatırlattı bana gerçi. “Bak, bugün beni yaşadın ama, yarın olmayabilirim. Unutma, beni ödünç aldın.” Sorun değildi, öyle benimsemiştim ki, kaybetmenin acısını da göze almıştım.

 

 

Bir gün rafa kaldırıp kendi hayatımı yaşamaya çalıştıysam da başaramadım. Zordu. Çok zor… Raftan onun kokusu sinince odaya, çıkardım yine oradan. Giydim üzerime. Yakıştı da… Ama o hayat, başkasının bedenine göre biçilmişti.

Bir gün geldi o beden. Çıplak kalmış, üşümüş, özlemiş… Ödünç hayatıma, “Seni yeniden giymek istiyorum!” dedi. Çıkaramadım üstümden. Kestim. Önce bir kısmını verdim. Sonra birazını daha… En son, son parçayı da verdim.

Şimdi ben üşüyorum. Çünkü çıplak kaldım. Özledim. Yeni bir hayat dikmeye gücüm yok üstelik. Yapılacak tek şey, o hayatı hayranlıkla izlemek.

Teşekkür ediyorum ona, her şey için.

Adını daha önce duydunuz mu, bilmiyorum? Ben yeni öğrendim.


 
1966 yılında Quebec - Portneuf'da dünyaya gelmiş.
 
Omuzlarına dökülen uzun kızıl kahve saçları, iri gözleri, çıkık elmacık kemikleri ve iki minik gamzeyle vurgulanmış narin yüzüyle bir "top model"
zannedebilirsiniz, ama değil.
 
Lynda Lemay bir şarkıcı. Repertuarında 500'den fazla "şanson" olduğunu okudum, internet sitesinde. Genizden gelen buğulu bir sesi var, insanin içine işliyor.
 
İşte o şarkı.
 
Lynda Lemay'in bir şarkısını kuzenimin "50. yaş günü"nde dinledim.
 
Şarkının adı "Un homme de 50 ans"... (50 yaşında bir adam!) Sözlerin
Türkçe çevirisini de aldım kuzenimden.
 

 Şöyle diyor:
 
"50 yaşında bir adam arıyorum.
Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş.
Her şeyi istemiş.
Şimdi artık ne istediğini bilen...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Her borca girmiş, her borcuödemiş.
Sonra yeterince para edinmiş.
Ama paradan gözleri kamaşmamış...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Yaşamış, her tütünü içmiş, her içkiyi devirmiş.
Yeteri kadar kadın tanımış..
Ve artık başkalarını aramayan...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Veremeyeceklerinin farkına varmış.
Geçmişi geleceğinden fazlalaşmış.
Ama ancak şimdi yaşamaya başlamış...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Kendini en kötüye hazırlamış.
Zamanın neleri iyileştirmeyeceğiniöğrenmiş.
Çok cenazeler kaldırmış...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Gerçeklerle yüzleşebilen,
Yalan söylememe cesaretini edinmiş.
Hislerinden kaçmamayıöğrenmiş...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Kendini artık ciddiye almayan,
Yüzünde kırışıklıkları olan.
Beni sükûnetle seven.
 
Ve benim için elinden gelecek herşeyi iyi yapan, 50 yaşında bir adam arıyorum."
 
Aznar'ın 'hayat' dersi:
 
Gençlik yıllarımızda birisinin 50 yaşında olduğunu öğrendiğimizde kendimizi bir "canlı cenazeye" bakıyormuş gibi hissederdik.
 
Ellime basmaya iki yıl kala bunun hiç de öyle olmadığını biliyorum artık.
Kadınların ve erkeklerin bir "son kullanma tarihleri" olmadığını, aradan geçen yılların insan yaşamını daha anlamlandırdığını da öğrendim bu süre içinde...
 
Ama sanırım yaşamımın en büyük "50 yaş dersini" de İspanya Başbakanı
Jose Maria Aznar'dan aldım...
 
Aznar, geçen yıl 50 yaşına bastığında politikayı bırakmaya karar  verdi. Aznar, kararının gerekçesini Le Monde'a anlatmış.
 
Şöyle diyor (Erdal Safak'tan aktarıyorum):
 
"Hayattaki her şey gibi iktidarın da bir 'SINIRI' olmalı. Uzatmak faydadan çok zarar getirir. Biliyorum, siyasetçilerin henüz iktidara geldiği ya da iktidara ulaşma umudu taşıdığı yaşta ayrılıyorum. Ama yeni bir yaşama başlamak için de en uygun yaşta bırakmış oluyorum."
 
50 yaşına gelmiş bütün kadınların ve erkeklerin kulaklarına küpe yapmaları gereken bir söz bu. Sadece insanin yaşamdan ne beklediğini en iyi bilebileceği bir yaşta değil, ayni zamanda o yaşamı kurmak için de en uygun yaştasınız..

31 Ağustos 2021 Salı

Kitaplarla Yaşıyorum

 


Aforizmalar

 

  • Nasihatla geçen zaman dünyanın en boş geçen zamanıdır.Kimse kimseye bir şey öğretemez.Yaşanarak öğrenilir tecürbe edilir.Bir kadını dudağını öpmeden ballandığını anlıyamazsın.
  • Akraba evliliklerinde,evlilikler beşikten mezara kadar.Göçmenler akrabalarıyla süt kardeşi oluyorlar,birbiriyle evlenmiyorlar,onun için çok zeki oluyorlar.Akraba evliliklerinde çocuklar özürlü doğuyor,lösemi hastası,saralı ve cinsel isteksizlik doğuyor.Kan davalarının büyük kısmı akraba evliliklerinden kaynaklandığını bilim insanları açıklıyor.Bizde akraba evliliği var,geri zekalılık var, ama ,gericilik yok.
  • Gençlerin gücü,yaşama sevinci,güzel espiriler ve güler yüzleridir.Reşit olana ,gölge etme başka ihsan istemez.
  • Görevdeyken kendimi 1000 yaşında hissediyordum.Yaşım yetmiş,geceleri saymazsam otuz beş.Sevgilimle rakı içip türkü söylediğim zaman yirmi yaşında hissediyorum.
  • Ömer Şerif'le briç oynadım,Marlon Brando' yla Baba filmindeydim. Leydi Diana ilk sevgilimdi.Ben kumarımı Monte Carlo'da oynar,namazımı Kabe'de kılar,banyomu Tokyoda yapar,Rakımı Uludağ'da içerim.
  • Tacik bayan soruyor,Orjin Türk,Orjin insanım dedim Sen Fransız,İtalyan,Almanlara benziyorsun.Bende Anadolu'da 42 medeniyet yaşanmış.Amerika 72 milletten ben Amerikalıyım diyor.Bizde Türk bayrağı altında yaşıyoruz,vatandaşlık bağı ile bağlıyız Türküz.dedim Şaşırdı.
  • Bir taş bebeğe aşık oldum.Şiir yazdım,türkü söyledim,şarkı besteledim.Taş bebeğin ruhu ankara,Yaşama sevinci yok,his yok ,ruh yok.
  • Aşık olmadıysan,ağır bir hastalık geçirmediysen,ticarette iflas etmediysen,çok soğuk ve çok sıcak havalara karşı mücadele etmediysen,iftiraya uğramadıysan,harp görüp askerlik yapmadıysan,hapis yatmadıysan,,yıkılmadıysan,ayaktaysan,adam olduk demektir.
  • Dikkat vücudun yüksek sesle konuşuyor. Vücut yalan söylemez.Dil kırmızıdır,sağa sola döner,yalan söyler.Dil tatlı konuşur,kalp fesat.Yalandan kim ölmüş,ölse politikacılar ölürdü.
  • Kültürlü insanlar,cahil çoğunluğun baskısı altında,bunun adı demokrasi mi? Cahil insan atom bombasından daha tehlikelidir.Taliban örneği.
  • İçip içip salak salak konuşuyor sanardım.Meğer olaylara mizah katıp,karikatürize ediyormuş.Doğruları,çocuktan,saftan,deliden,sarhoştan öğrenebilirsin.Deli bile sarhoştan korkarmış.

15 Nisan 2021 Perşembe

İngiliz Kadınlarının Tarihe Bıraktıktıkları Mesaj

 

'İngiliz kadınları Türk kadınlarından daha mı değersiz?'
1963’te ABD’de de Eşit Ücret Yasası (Equal Pay) çıkmıştı. 1967- 1970 yıllarında ise İngiliz kadınlar verdikleri mücadele ile bu yasanın çıkmasını istiyorlardı. Yasa 1970’te çıkarılabildi. Bu resim o yıllarda yapılan bir gösteriden alınmıştır.
 

 
 
İNGİLİZ KADINLAR, TÜRK KADINLARI İLE KENDİLERİNİ NEDEN KIYASLIYOR
Varoluş Dergisinden Nükhet Serin konuyu şöyle özetliyor:
“1920-1935 dönemi, Türkiye’de kadın haklarının yerleşmesinde önemli zamanlardır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti 1924 senesinde eğitimde birliği sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile çağdaş demokratik bir eğitim tahsis etti. Bu vesileyle eşit eğitim imkanlarına kavuşan Türk kadını her meslekte kendini yetiştirme şansına erişti. 1926 yılında İsviçre Medenî Kanunu esas alınarak, Türk Medenî Kanunu çıkarıldı. Medenî Kanunun Türk kadınına sağladığı en önemli haklar, çok evlenmenin kalkması ve boşanma hakkının kadınlara da tanınması idi. Ardı ardına gelen bu devrimler sonunda 1934 yılında Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verildi.
Devletlerin çoğunda olduğu gibi İngiltere’de de kadın hakları oldukça sancılı mücadelelerin neticesinde kazanıldı. İngiliz kadınlarının politik eylemleri tabandan gelen bir halk hareketine dönüştü. Cinsiyetlerini ve bireyselliklerini ön planda tutarak geliştirdikleri bu hareket yüzyılları aşan bir geçmişe sahip. Türkiye’de ise kadın hakları kazanımı devlet desteğiyle, “Atatürk’ün ulusal politikası” olarak kısa bir süreçte ortaya çıkmıştır. Bu durum birçok uzman tarafından mücadelesiz bir kazanım gibi yorumlansa da, kazanılan haklar Anadolu kadının ulusal kurtuluş mücadelesinde ortaya koyduğu fedakar duruşun ve modern bir Türk toplumu oluşturma hedefinin neticesidir. Çünkü milletin yükselişi hedefse, tüm fertlerin ilerlemesi zaruridir. Atatürk bu önemli dengeyi şöyle açıklar:
“Mümkün müdür, bir camianın yarısı topraklara zincirlere bağlı kaldıkça, diğer kısmı gökyüzüne yükselebilsin. Şüphe yok, gelişmenin adımları iki cins tarafından arkadaşça atılmalı, gelişme ve yenilik alanında birlikte kesin bir tavır almak gereklidir. Böyle olursa devrim başarılı olur.” (Mustafa Kemal Atatürk / Söylev; 1952: 138)
İngiltere ve Türkiye arasındaki ilişkiler müttefik güçler olmaları nedeniyle 1. Dünya savaşında zirveye ulaştı. Kral Edward’ın 1936’da ülkemizi ziyareti iki ülke arasındaki ilişkilere olumlu yönde yansıdı ve İngiliz basını ülkemizle ilgili tüm gelişmeleri yakından takip etti. Sadece İngilizler değil tüm Avrupa Yeni Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara tanınan hakların yasallaşma sürecine tanıklık etti. Fotoğrafta gördüğümüz gibi ülkemizdeki toplumsal ilerlemeler dünya kadınlarının mücadelesini güçlendirdi.
Türk kadın hareketinin ülkemizdeki tarihçesini ve dünyaya yansımalarını özetlemeye çalıştığım yazımı Atatürk’ün 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmadan bir bölümle noktalamak istiyorum:
“Eğer bir toplum idealleri uğruna kadın ve erkekle birlikte ilerlemiyorsa, ilmen ilerlemek ve medenileşmek mümkün olmayacaktır. Dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”

6 Nisan 2021 Salı

Kurtuluş Savaşına Gelen Kırgızlar


 

Şerife Bacı

 


Onbeşliler


 

Şekerci Ökkeş

 

Fransızlar Maraş’ı işgal edip halka saldırmaya başlayınca, hiç tereddüt etmeden cephe hazırlıklarına başladı.
Cepheye giderken annesinin gözleri doldu, küçücük bedenine baktı ve: “Ökkeş'im, henüz çok küçüksün, seni hemen vururlar oğlum!” dedi.
Ökkeş annesinin gözyaşlarını sildi, ona sarıldı ve: “Yaşım küçük ama vatan sevgim büyüktür anne. Eğer şehit olacaksam Türklüğüm, vatanım, milletim, bayrağım ve senin uğruna şehit olacağım. Ben ölmeliyim ki düşman sizlere ilişmesin!” dedi ve cepheye koştu.
Bir daha da gelmedi...

17 Ocak 2021 Pazar

SARIKAMIŞ GAZİSİ MARAŞLI ŞEYHOĞLU SATILMIŞ...

 



Faruk Nâfiz Çamlıbel’in ünlü “Han Duvarları” şiirinde, ismi geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, Sarıkamış’tan sağ dönen bir askerdir aslında.
Yemen cephesinden Sarıkamış cephesine sevk edilen askerlerden olduğu için üzerinde kışlık elbisesi bile yoktur.
Savaş bittikten sonra köyüne, anne ve babasına dönmek için yola çıkar, ancak vereme yakalanmıştır.
Ulukışla taraflarında kaldığı bir handa, köyüne ulaşamadan ölür, ölmeden önce de hanın duvarlarına aşağıdaki dörtlükleri yazar.
1922 yılının soğuk bir Mart ayında Kayseri Lisesi'ne atanan genç edebiyat öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel bir yaylı arabayla Kayseri'ye giderken aynı handa misafir kalır ve Şeyhoğlu Satılmış'ın ölmeden önce duvara yazdığı o meşhur dörtlükleri görür ve ünlü şiiri Han Duvarları'na aktarır:
Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslımı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben…
On yıl var ayrıyım kına dağından
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben…
Gönlümü çekse de yârin hayâli
Aşmaya kudretim yetmez cibâli
Yolcuyum bir kuru yaprak misâli
Rüzgârın önüne katılmışım ben…
_______________

Eskiden geleceğe dair

 

Eskiden geleceğe dair ne hayallerimiz vardı ne tuhaf şimdi eskiyi hayal eder olduk...😢
Çocukluk yıllarımızda hatırlarsanız yer sofralarında yemek yerdik. Çağın değişmesiyle beraber masalarda yemek yemeye aile içinde olursak yer sofrasını tercih etmeye başladık.
Yemek yerken çat kapı gelen komşumuzu hemen masamıza davet eder ve sofraya bir tanede onun için tabak koyardık.
Tadına doyamazdık o güzel yemeklerin ve sofraların...🙏🙏💖💖