Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
17 Mart 2020 Salı
Albay Mustafa Kemal Çanakkale’den sonra
Albay Mustafa Kemal Çanakkale’den sonra da cepheden cepheye koşmaya devam eder. Tabii ki birileriyle çelişmeye de. İşte Samsun’a çıkıncaya kadar yaşadıklarının bir özeti....
ONBİRİNCİ ÇELİŞKİ/KAFKAS CEPHESİNDE RUSLARA TAARRUZ
Mustafa Kemal Ocak 1916 tarihinde 2nci Ordu’ya bağlı 16ncı Kolordu Komutanlığını devraldı. Ordunun Galiçya’ya gitmesi söz konusuydu. Ancak Doğu Cephesinde durum kritik hale geldi. Çanakkale Cephesi de kapanınca buradan kuvvet kaydırılacağından korkan Ruslar Kafkas Cephesindeki kazanımlarını pekiştirmek için harekete geçmişti. Taaruza başladılar ve Ocak ortasında 3ncü Ordu cephesini yardılar, 16 Şubat’ta Erzurum düştü. Cephenin Güney’inde Muş ve Bitlis işgal ettiler. Bunun üzerine 2nci Ordu bölgeye kaydırıldı. Mustafa Kemal de bir ay süren bir intikalden sonra kolordusu ile bölgeye geldi. Bu intikal esnasında 27 Mart 1916’da Generalliğe terfi ettiğini telgrafla öğrendi. 16 ncı Kolordu’ya Bitlis-Muş bölgesinin sorumluluğu verilmişti. Burada savunma tertibi aldı ve karargahını Silvan’da konuşlandırdı. Taarruz için gerekli hazırlıklara da hemen başladı. 2 Ağustos’ta başlayan taarruzla 7 Ağustos günü Muş’u, 8 Ağustos günü ise Bitlis’i düşman işgalinden kurtardı. Ruslar Van Gölü kuzey batısına çekildiler. Mustafa Kemal taarruza devamla Murat Çayı kuzeyine doğru ilerlemeyi Ordu’ya teklif etti ve ikmal işlerinin buna göre düzenlenmesini istedi. Ancak Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa insiyatif almak yerine muhtemel bir Rus taarruzuna karşı önlem almayı tercih etti ve fırsatı kaçırdı. Rus taarruzu başlayınca 16ncı Kolordu da geri çekilmek zorunda kaldı ve düşman taarruzunu ancak Masala Çayı önünde durdurulabildi. Bu çekilme esnasında Lord Kinross’un Atatürk eserinde çok ilginç bir olay yer alır; ‘Çekilme sırasında zifiri karanlıkta Paşa bir erin; “Şu bizim komutanlar da amma korkak yahu! Rusları öldürüp duruyordum, bizi ne diye geri çekerler?” diye söylendiğini duyar. Mustafa Kemal; “Pekala! Ama savaş bir tek senin Rusları öldürmenle kazanılmaz. Kocaman bir ordu bu! Geri çekilmesinin belki de senin anlamadığın bir sebebi vardır?” der. Er cevap verir; “Sen kim oluyorsun ki?” Paşa yanıtlar; “Ben senin komutanınım!” Er, Komutanının yanında bulunduğuna çok şaşırmıştır; “O zaman başka!” cevabını verir.’
ONİKİNCİ ÇELİŞKİ/MAREŞAL FALKENHAYN
1917 yılı Mart ayında Kafkas Ordular Grubu oluşturulup, Ordu Komutanı grup Komutanı olunca M.Kemal Paşa da 2nci Ordu Komutanı oldu. Bu sırada Rusya’daki Bolşevik ihtilali gerçekleşti ve Kafkas Cephesinin kritikliği azaldı, ama bu defa Irak Cephesi kritik duruma düştü. İngilizler Mart ayında Bağdat’ı ele geçirdiler. Bağdat’ı kurtarmak üzere Yıldırım Orduları Grubu adıyla seçkin bir kuvvet oluşturulmasına karar verildi. Ordular grubu Komutanlığına, Alman general Falkenhayn Mareşal rütbesi verilerek getirildi. Mareşal tüm karargahını Almanlar subaylardan oluşturdu. Bu grubun emrinde 7 nci Ordu da bulunuyordu ve bu ordunun komutanlığı Mustafa Kemal Paşa’ya teklif edildi. Aslında onu bu göreve getirmek isteyen Enver Paşa’ydı. Bu önemli görev başarılırsa bu başarı Enver’in olacak, başarılamazsa Mustafa Kemal günah keçisi yapılacaktı. Mustafa Kemal Paşa görevi kabul etti ve karargahını kendisi oluşturarak Halep’e geldi. Önce mevcut durumda, mevcut kuvvetlerle Bağdat’ın geri alınamayacağına kanaat getirdi. Mareşalin Türkleri küçümser tavırları ve bölgede adeta bir sömürge valisi gibi davranması Mustafa Kemal’i çok rahatsız etti. Hem yerel halkla ilişkiler, hem de alınması gereken askeri tedbirler konusunda da aralarında uyuşmazlık çıktı. Mustafa Kemal Paşa durumu 20 Eylül 1917 tarihinde bir rapor ile Enver Paşa’ya ve hem de Talat ve Cemal Paşa’lara da bildirdi. Raporunda özetle, ülkenin genel durumunu, savaşın gidişatını, askeri genel durumu, bulunduğu cephenin, askerlerinin ihtiyaçları ve yetersizliğini, kendince ürettiği çarelerini de açıkladıktan sonra sözü Falkenhayn’a getirerek, Mareşal’in her vesile ile Alman menfaatlerini koruyacak şekilde hareket ettiğini, Arapları Türkler aleyhine kışkırtarak Almanların yanına çekmeye özen gösterdiğini, buradaki birliklere komuta etme yeterliliğinde olmadığını ifade ediyordu. Falkentayn’ın Irak harekatının başarılı olamayacağını başlangıçtan itibaren gördüğünü, gerçekte idealinin Arabistan’ı Alman idaresine almak olduğunu belirtti. Sonunda da, Falkenthayn’ın Grup Komutanlığından alınarak, bu göreve bir Osmanlı ve Müslüman komutanın atanmasını, aksi takdirde 7nci Ordu Komutanlığından affedilmesini ve Mareşalin emrinde çalışmayacağını bildirdi.
Enver Paşa 02 Ekim’de şu cevabı verdi; “Sina Cephesinde bulunacak kıtaların hareketlerini sevk ve idare etmeğe memur edilmiş olan Mareşal Falkenhayn Paşa’nın bu harekatı başarı ile sonuçlandırabilmesi için en doğru karar ve tedbirleri alacağına eminim. Bu husustaki güvenime zatıalinizin de iştirak buyurmanızı bilhassa rica ederim.”
Sonuçta yine de durumu tahkik etmek üzere Cemal Paşa görevlendirildi. Cemal Paşa Mustafa Kemal Paşa’nın haklı olduğu kanaatine ulaşmakla beraber problemin süratle çözümü için Mustafa Kemal Paşa’nın Ordu Komutanlığından ayrılması gerektiğini beyanla, istifasını kabul ettiğini bildirdi. Enver Paşa bu istifayı Mustafa Kemal’in 2nci Ordu Komutanı olması şartıyla kabul etti ama Mustafa Kemal bunu kabul etmedi ve görevinden ayrıldı, ancak izinli sayıldı. Bu gelişmeleri kendisi de şöyle anlatmıştır;
“7nci Ordu’ya ilk defa komutan olduğum sırada, Grup Komutanı General von Falkenhayn’ın askerlik ve iç politikamız üzerinde takip etmekte olduğu davranış yüzünden aramızda oldukça önemli bir tartışma geçti. Bu tartışmamız büyük makamlara da duyuruldu. Ben çok önem verdiğim fikirlerimle kimsenin ilgilenmediğini görünce sustum. Her türlü sonucu evvelden kabullenerek usul ve gelenek dışı, denebilir ki biraz isyankar şekilde, kendi kendimi Ordu Komutanlığından affederek, hatta vekilimi de kendim tayin ederek görevime son verdim ve oldu bittiği büyük makamlara bildirdim. Beni bu hareketten vaz geçirmek için General Falkenhayn özel bir mektupla Başkomutanlık Vekaleti ve bu durumla ilgili dostların aracılığına müracaat etti. Bu hal, hakikatin bu adamlar ve makamlar tarafından ne kadar anlaşılmamış olduğuna, ya da anlaşılmış ise, gerçeği şaklamak için ne acı şartlar ve mecburiyetler içinde kalmış olduklarını açıkladığından tasalarımı daha çok artırdı. Nihayet oldu bittiyi kabul ettiler. Fakat istifamı yüksek makamlara, belki bütün millete anlatmak istediğim hakikati gözden kaçırmak için, beni merkezi Diyarbakır’da bulunan 2nci Ordu Komutanlığına atadılar. Görünür bazı mazeretler göstererek onu da reddettim. Kuvvetle duyurmak istediğim feci durumu, basit işlerdenmiş gibi saydıklarını gösterir bir davranışla, bana bir ay kadar izinli olduğumu bildirdiler.”
Bu olay sonucu Mustafa Kemal Paşa dokuz ay kadar komutanlıktan uzak kaldı. Bu arada Aralık 1917’de Veliaht Vahdettin’in Almanya gezisinde kendisine eşlik etme görevini kabul etti. Gezi sonuna doğru rahatsızlandı ve tedavi için Viyana’ya geçti. Vahdettin gezi dönüşü Padişah olunca da ivedi Türkiye’ye çağrıldı.
Sonuçta Mustafa Kemal Paşa’nın tüm raporu doğru çıktı. Alman Mareşal ile Enver ve Cemal Paşa’lar da çelişkiye düştüler. Öncelikle Filistin Cephesi’ne taarruzu ve bilahare Bağdat’ın alınmasını savunan Mareşal Falkenhayn, savaş alanında da başarısız olunca 1917 yılı Aralık ayında görevden alındı ve yerine Liman von Sanders getirildi.
ONÜÇÜNCÜ ÇELİŞKİ/ DÜŞMAN TAARRUZ EDECEK Mİ?
Mustafa Kemal Ağustos 1918 tarihinde yeniden 7nci Ordu Komutanlığın atandı. Enver Paşa’nın bir tertibiyle atamayı da bizzat Sultan Vahdettin kendisine tebliğ etti. Huzurdan çıktığında, Enver Paşa’nın gülen yüzü ile karşılaştı ve kendisine şunları söyledi; “Bravo, tebrik ederim, muvaffak oldunuz. Azizim hiç olmazsa biraz esaslı tedbirler üzerinde konuşalım. Benim bildiğime ve anladığıma göre artık Suriye’de ordu, kuvvet, durum, isimden ibarettir. Beni oraya göndermekle intikam alıyorsunuz. Sonra usul dışında bir şey de yaptınız, bizzat bana emir verdirdiniz.”
Komutanlıktan uzak kaldığı aylarda durum değişmiş, İngilizler Ekim 1917’de taarruzla Sina Cephesini yarmış ve Kudüs’ü ele geçirmişti. Falkenthayn’ın yerine Liman von Sanders getirilmişti. Ağustos 1918 sonunda Halep’e geldi. O günleri de şöyle anlattı; “İlk işim çok üzücü ve yorucu seyahatlerle cepheyi dolaşmak ve vaziyeti tetkik etmek oldu. Bu teftiş neticesindeki kanaatim şu idi ki, her şey bitmiştir. Yakın felaketi önlemek için esaslı tedbir bulmak güçtü. Düşününüz, yüzlerce kilometre uzunluğundaki bir cephe üzerinde üç ordu vardı. Adları ordu. Zayıf, dağınık bir takım kuvvetler. Daha İstanbul’dan ayrılmazsan önce düşündüğüm şekiller içinden çıkmak ve hakikatler içine girmekti. Yani bütün bu kuvvetlerle ufak da olsa kıymetli bir kitle halinde tek bir Ordu teşkil edilmeli idi. Madem ki ben buraya memur ediliyordum, kendime güvenerek, lazım gelenlere daha önce, İstanbul’dan hareketten önce bildirdim ki; bu kuvvet benim emrime verilmelidir. Bu yoldaki tekliflerim ciddiye alınmadı.”
Ordular Grubu,Kudüs-Yafa hattının kuzeyinde Akdeniz ile Şeria arasında savunma tertibi almıştı. 8nci Ordu sağda, 7nci Ordu solda, 4ncü Ordu Şeria doğusundadı. Ordular çok zayıf, cephane yetersiz, erler yarı çıplak ve aç vaziyettedi. Mustafa Kemal anlatmaya devam ediyor; “Rahatsızlanmıştım, yatağımda yatıyordum. Bir gün Kurmay Başkanı bana o günün raporlarını okudu, basit raporlar, her zamanki gibi. Yalnız raporlar içinde bir nokta dikkatimi çekti. Bir İngiliz esirinin ifadesi. Buradan sezdim ki bir veya iki gün sonra İngilizler bütün cephe boyunca büyük bir taarruz yapacaklar. Biraz sonra bütün kurmaylarımla görüşeceğim, dedim. Yatağımdan kalktım, giyindim, çalışma odasına giderek muharebe emri yazdırdım. Bu emire; ‘Düşman 19 Eylül günü akşamı umumi taarruz yapacaktır’ diye başlıyor ve buna karşı ordum tarafından alınacak tedbirleri sıralıyordum. Bilgi olarak emri Grup Komutanı olan Liman von Sanders Paşa’ya da gönderdim. Çok hürmet ettiğim bu zat benim raporlardan çıkardığım neticeyi uzak görmüş ve gülmüş. Bununla birlikte ihtiyattan zarar gelmez diyerek bana da fazla bir şey söylemeye lüzum görmemiş. Ben verdiğim emrin uğrayabileceği anlayışsızlıkları tahmin etmiştim. Bu sebeple düşmanın işaret ettiğim zamandaki taarruzunu çok dikkatle takip ediyordum. 19-20 Eylül gecesi Kolordu Komutanlarını (İsmet ve Ali Fuat Paşa) telefon başına çağırdım ve sordum; ‘Verdiğim emri ve ona göre gereken tedbirleri aldınız mı?’ ‘Emriniz yapılmıştır’ cevabını verdiler. Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu savunma hattımız üzerine ateş etmeye başladı. Gece muharebe ile geçti. Ordumun sağ cenahındaki (8nci) Ordu esir oldu ve boş kalan cepheden geçen düşman süvarileri Liman von Sanders’in karargahını bastı. Gerçek anlaşılmıştı. Fakat neye yarar?
ONDÖRDÜNCÜ ÇELİŞKİ/YILDIRIM ORDULAR GRUP KOMUTANI?
7nci Ordu düşman taarruzu püskürttü ancak, yarılan 8nci Ordu cephesinden düşman süvarileri ordunun gerilerine düştü ve Grup karargahını bastılar. Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa da çekilmek zorunda kalarak ordusunu bin bir güçlükle Şeria Nehri Doğusuna geçirdi ve önce Dera’ya sonra da Şam’ çekildi. Baskından zor kurtulan Liman Paşa Mustafa Kemal’e, Ordusunu bırakmasını emretti ve çekilebilen 4 ve 8nci Ordu artıklarını yeniden tertipleyerek oluşturacağı kuvvetle, yeni bir savunma hattı oluşturmakla görevlendirdi. Mustafa Kemal’in kanaati ise şöyleydi; “Hiçbir cephede ve tüm kuvvetler üzerinde emir komuta kalmamıştır. Yapılacak iş Halep’e kadar kuzeye çekilmektir.” Bunun hazırlık emrini de hem eski Ordusunun komutasını devrettiği İsmet Bey’e (İnönü) hem de oluşturduğu kuvvetlere hemen verdi. Bu fikrini Humus’ta gittiğinde, buna şiddetle karşı çıkan Liman Paşa’ya da zorla kabul ettirdi. Liman Paşa; “Karar budur. Fakat ben nihayetinde bir yabancıyım. Bu kararı veremem. Bunu ancak memleketin sahipleri verebilir.” diyebildi. Böylece tüm birlikleri komutasını alarak onların Halep kuzeyine çekilmesi emrini verdi ve düşmanı Anadolu kapılarında durdurmayı başardı. Burada kaldığı süre içinde Antep ve Maraş’ta ilk direnişin tohumlarını da hem fikren ve hem de ilk silahlarını tedarik ve teslim ederek maddeten atmaya da başladı. Biraz zaman atlamasıyla anlatalım, 1918 yılının son aylarıydı.(30 Ekim) Karargaha bir telgraf emri geldi. Mustafa Kemal Paşa Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına atanmıştı. Adana’ya Grup K.lığı karargahına hareket etti, Liman von Sanders’le buluştu. Israrla Alman generallerden teslim alınması gerektiğini söylediği Yıldırım Ordular Grup Komutanlığı’nı nihayet kendisi teslim alıyordu. Tarih 31 Ekim 1918’di. 1461 gündür devam eden harbi sona erdiren Mütareke’nin uygulama esasları o sırada telgrafla karargaha ulaşıyordu.
ONBEŞİNCİ ÇELİŞKİ/BARIŞ ZAMANI VE ŞARTLARI?
Halep’te bulunduğu sıralarda, sadece muharebe sahasının değil her zaman olduğu gibi o karmaşa içinde ülkenin durumunu da düşünüyordu. Sadece düşünmekle kalmıyor, yetkili makamları uyarmayı da bir görev biliyordu. Ordu bitmişti, İmparatorluk yıkılıyordu. Padişaha iletilmek üzere bir telgraf çekti. Özetle; “Ordular muharebe güçlerini kaybetmiş, aciz hale gelmişlerdir. Düşman her gün daha elverişli ve ezici hale gelmektedir. Elverişli şartlarda bir Tekli Barış’a gitme zorunluluğu vardır ve bunun için kaybedilecek bir an dahi kalmamıştır. İzzet Paşa’nın sadrazamlığa getirilerek benimde Harbiye Nazırı olarak içinde olacağım bir hükümet kurularak duruma bu şekilde hakim olunabileceğini kanısındayım.” dedi. Bunu aylar önce Cemal Paşa’ya da önermiş ama kabul görmemişti. Bu telgraftan sonra İzzet Paşa Sadrazam oldu ve yeni hükümeti kurdu, önerdiği bir çok isim de kabineye dahil edilmişti ama Mustafa Kemal’e görev yoktu. İzzet Paşa mütareke için esir İngiliz General Tawshand’in yardımına başvurdu. Ve sonunda İmparatorluğun idam fermanı olan Mondros Mütarekesi imzalandı. Mustafa Kemal bu mütarekeyi de şöyle değerlendiriyordu; “Devlet-i Aliye-i Osmaniye, bu mütarekename ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmuş değil, düşmanların memleketi istilası için ona yardımı da vadetmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti. İstedim ki İstanbul Hükümeti’ni tenvir edeyim, buna da çalıştığımı zannediyorum.”
Almanya ile sonuna kadar müttefik kalınmıştı ve savaşa devam edilerek büsbütün perişanlık yaşanlyordu. Hükümet tüm sorumluluğu İttahat ve Terakki’ye yüklüyor, elverişli gibi görünen bazı mütareke hükümlerine sığınarak kendilerini başarılı bulmaya çalışıyordu. Bu sıralarda 2 Kasım’ı 3 Kasım’a başlayan gece Enver, Talat ve Cemal Paşalar Almanya’ya ait Loreley adlı gemi ile İstanbul’u ve ateşe attıkları ülkeyi terk ettiler.
ONALTINCI ÇELİŞKİ/VATAN NASIL KURTULUR?
Mustafa Kemal Mondros Mütarekesi’nin ağır şartlarını kabul etmiş olmak için ancak bir tek izah imkanı düşünüyordu. O da İngilizlerle ayrıca gizli bir anlaşma yapılmış olmasıydı. Ama durum hiç öyle değildi ve öyle bir anlaşma yoktu. Tambur teslimiyet durumu söz konusuydu. Galipleri kızdırmadan, onlara yaranarak varlıklarını sürdürmek endişesi hemen hemen herkeste hakim görünüyordu. Fakat onlardan farklı düşünenler de vardı; Mustafa Kemal. Onun o günlerdeki düşünceleri Adana’nın merkezinde Atatürk Parkı’ndaki Atatürk heykelinin altında şu ibarelerle yazılıdır; “Bende bu vakiyiin (olayların) ilk teşebbüs hissi, bu memlekette, bu güzel Adana şehrinde doğmuştur.” Mütareke uygulamaları başlayıp bölgesindeki İskenderun Limanı İngilizlere bırakılmasına karar verilince, sonu şöyle biten bir telgraf gönderdi; “İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden ziyade haklı gösterecek emirleri tatbik etmeye yaradılışım müsait olmadığından ve halbuki Başkumandanlık Kurmay Başkanlığının içtihadına uymadığım takdirde birçok ithamlar altında kalmakmışım tabii bulunduğundan, kumandayı hemen teslim etmek üzere yerime tayin buyuracağınız zatın süratle bildirilmesini..” İzzet Paşa’nın cevabı ise şöyle oldu; “Gaflette değiliz ama ne yapalım yenilmişiz. Siz bizim dediklerimizi yapınız, hizmete devam ediniz, vatanın menfaati bundadır.” Bu sırada İstanbul’da Padişah da İngilizler gibi İzzet Paşa kabinesinin görevinin bittiğini düşünüyor, kabinedeki İttihatçılardan kurtulmak istiyordu. Bu fikrini de kabinede Bahriye Nazırı bulunan ve Mütareke görüşmelerine de katılan ve hükümetin devam etmesini savunan Rauf (Orbay) Bey ile yaptığı görüşmede şöyle açıklamıştı; “Beyefendi, ortada bir millet var, koyun sürüsü! İdaresi İçin bir çoban lazım! O da benim!” Anlaşılan Padişah devleti tek başına Damat Ferit ile birlikte ve işgal kuvvetlerinin istekleri doğrultusunda yönetmeye karar vermişti. 8 Mayıs günü İzzet Paşa istifa etti. Mustafa Kemal Paşa
11 Kasım 1918 tarihinde trenle Adana’dan İstanbul’a doğru yola çıktı.
13 Kasım tarihinde Haydarpaşa’da trenden inip motorla düşman gemileri arasından Dolmabahçe’ye giderken aralarından geçmek zorunda kaldıkları düşman gemileri çok kanına dokundu ve o meşhur “Geldikleri gibi giderler!” sözünü orada söyledi. Ordular terhis silahlar ise teslim edilmeye başladı. Musul işgal edildi. Tevfik Paşa Sadrazam oldu ama ömrü bir ay bile sürmedi. Sonunda Damat Ferit Sadrazamlığa getirildi. Mustafa Kemal Paşa üzüntüsünden evinden çıkamıyordu. 22 Kasım günü Padişah Vahdettin ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmeyi de şöyle anlattı; “Cuma selamlığına gittim. Konuşma uzun sürdü. Ancak konuştuklarımız çok kısa idi. Ben sözüme başlangıç ararken Padişah beni önledi ve; ‘Bilirim ki ordunun subayları ve kumandanları sizi severler. Bana teminat verebilir misiniz ki, onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir.’ Böyle bir sualin sebebinin ne olduğunu hemen kavrayamadım. ‘Orduya ait bazı malûmatlar mı var efendim?’ diye sordum. Gözlerini kapadı, ne evet ne hayır dedi, yalnız sorusunu bir daha tekrar etti. ‘Gerçi ben İstanbul’a geleli birkaç gün var. Buradaki vaziyeti tamamen bilmiyorum. Ama ordu, kumandan ve subaylarınızdan zat-ı şahanenize karşı bir cereyan olması için sebep görmüyorum’ dedim. ‘Yalnız bugünden bahsetmiyorum, bugünden ve yarından..’ Bu son cümle beni şüpheye düşürdü. Demek yarın Padişah öyle bir hareket yapabilir ki, ordunun vatanını seven kumandan ve subay heyeti bundan müteessir olabilir. Padişahın verilmiş bir kararı olmalıydı. Biz ise bu kararın ne olduğunu bilmeyen veya anlamak istemeyen kimselerle konuşuyorduk. Zat-ı şahane gözlerini açarken ayağa kalktı ve şu sözlerle görüşmeye son verdi; ‘Siz akıllı bir komutansınız. Tecrübesiz arkadaşlarınızı aydınlatacağınızdan eminim.’ Padişahtan da ümidini kesmişti, sadece kendisini düşünüyordu. Zaten bir ay sonra da Meclis de feshedildi. (21 Aralık 1918) Meclis’in feshinden bir gün önce Padişahla yine sonuçsuz bir görüşme yapmıştı. Bir gün sonra Meclis feshedilince Padişahın Mustafa Kemal’e bu görüşmede fesih işini danıştığı, onun da hem kendisinin hem de ordunun bu kararı doğru bulduğunu söylediği, dedikodusu bile yayıldı.
Aslında o vatanın nasıl kurtulacağı konusunda kararını vermişti. Hatta bunu açıkça ifade etmişti. 18 Kasım günü Vakit gazetesinde yayınlanan bir mülakat vermişti. Bu mülakatın yapılışı esnasında mütarekenin yanlış uygulamaları, anlaşmazlıkların çözüm yolları ve Meclis’in milleti temsil etmediğini vurgulamış, sonra da yazılmamak kaydıyla gazeteciye şunları söylemişti; “İngiltere tarihinin hiç bir devresinde bugün olduğu kadar gaileler içinde olmamıştır. İtilaf devletlerinin bu zayıf anından istifade etmek lazımdır. Anadolu’ya geçmek oradaki kuvvetleri organize etmek ve mücadeleye başlamak gerekir. Yurdumuzun kurtulması buna bağlıdır. Onlar topraklarımıza bir tek asker çıkaramazlar.” Bu sözleri gazeteci bile hiç ciddiye almamıştı. Yine o günlerde Mustafa Kemal İsmet Bey’i (İnönü) Şişli’deki evine çağırdı; “İsmet Bey; ‘Gene ne var?’ diye sordu. ‘Şuradan bir Türkiye haritası bulup açar mısın?’ dedim. Bir harita bulup açtı. ‘Ne yapacaksın?’ diye sordu. ‘Mesela, hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ diye sordum. Yüzüme baktı, neşeyle ve ümitle güldü; ‘Karar verdin mi?’ dedi. ‘Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ dedim. İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim, birden ayağa kalktı; ‘Yollar çok, mıntıkalar çok!’ dedi. Bazı ziyaretçilerin geldiğini söylediler. Haritayı kapatmaya vakit kalmadan içeri giren bu tanıdıklarla başka bahislere daldık. Bir hayli müddet sonra gene İsmet Bey’le yalnız kaldık; ‘Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’ dedi. Ben de; ‘Zamanında!’ dedim. Bu dakikada siz de düşünürsünüz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum. Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalaa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeyen başlandıktan sonra ‘Keşke şu tarafını da düşünseydim. Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı.’ gibi tereddütlere yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onun yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşülür. Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılma ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke sırasında dört beş ay İstanbul’da kalışım, sırf bunun içindir.”
O sırada sadece bir avuç insan kendisini anlayabiliyordu. Ama o, İsmet Bey’den başka kimseye hiç bir şey söylememişti. Hatta Samsun’a hareket etmeden birkaç gün önce İsmet Bey’i evinde de gizlice ziyaret etmiş ve bunu şöyle nakletmişti;
“Şimdi size mahrem bir buluşmadan bahsedeyim. Süleymaniye sokaklarından birinde hoş bir ev. Buraya vakitsiz ve teklifsiz gitmiştim. Kim olduğumuzu bilmeksizin bizi evin içinde gören hizmetçi kız; ‘Ne istiyorsunuz? Beyefendi hazır değil!’ diyordu. Kızcağıza; ‘Hele bizi misafir odasına al, bir taraftan beyefendi de hazır olur.’ dedim. Odaya girdik. Fazla bir şey söylemeye lüzum kalmadan ev sahibi beyefendi, güler yüzüyle içeri girdi; ‘Ne haber, ne haber? Bu ne baskın?’ dedi. Kimdi biliyor musunuz? İsmet Bey! ‘Vaktim dar. Sana hikayeyi kısaca söyleyeyim.’ dedim ve her şeyi anlattım. ‘Ben yerleşinceye kadar sen de bana yardım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin!’ dedim, veda etmek üzere ayağa kalktım, ellerimi tuttu; ‘Biraz daha konuşsaydık.” dedi. İstanbul’da kaldığım sürece benimle mümkün olduğu kadar az alakalı görünmesini de rica ettim.Ugur Kuyucuk Kutsal Savaş