Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, 
 İkincisinde, daha çok hata yapardım. 
 Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. 
 Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, 
 Çok az şeyi 
 Ciddiyetle yapardım. 
 Temizlik sorun bile olmazdı asla. 
 Daha çok riske girerdim. 
 Seyahat ederdim daha fazla. 
 Daha çok güneş doğuşu izler, 
 Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. 
 Görmediğim birçok yere giderdim. 
 Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. 
 Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. 
 Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben. 
 Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. 
 Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten. 
 Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın. 
 Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan, 
 Gitmeyen insanlardandım ben. 
 Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım. 
 Eğer yeniden başlayabilseydim, 
 İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. 
 Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. 
 Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, 
 Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer. 
 Ama işte 85'indeyim ve biliyorum... Ölüyorum Borges
Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
12 Nisan 2019 Cuma
Eğer, yeniden başlayabilseydim
HALK ZENGİN OLURSA…
''Japonya'da 4. yüzyılın sonlarına doğru tahta oturan İmparator Nintoku, yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.
 Gökyüzüne doğru yükselen tek duman dahi göremeyince, halkının yoksul 
düştüğüne ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç dahi pişiremediğini 
anlar.
Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca sadece kendileri için çalışmasını emreder.
Sarayda çalışanları bile evlerine gönderir...
Sadece kendileri için çalışan halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur...
Nintoku kuleye çıkar, ülkenin her yerinde ocakların tütmekte olduğunu yükselen dumanlardan anlar.
Yanındaki eşine sevinç içinde "artık zenginiz" der...
 Nintoku'nun yanıtı, yüzyıllardır 
Japonlar'ın aklından çıkmaz; "Halkın fakirliği, bizim fakirliğimizdir, 
zenginliği de bizim zenginliğimizdir."
Kıssadan hisseyi de Siz çıkarın…
 İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen,
 çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek "sen bu halimize 
zenginlik mi diyorsun" der...
DOKTORUN BİRİ
DOKTORUN BİRİ YENİ BİR MUAYENE AÇMIŞ ..
Kapıya yazmış… ” Vizite ücreti 100 tl
İyileştiremediğimiz hastaya beş mislini geri veriyoruz…
” Vizite pahalı ama, doktor gerçekten iyi doktor…
Her gelen hasta iyileşip gidiyor…
Doktorun ünü her geçen gün artıyormuş…
Uyanığın biri doktora gidecek, iyileşmeyecek ve beş misli parayı geri alacak ya, kapıyı çalmış…
“Doktor! Ağzımın tadı hiç yok… Öyle kötüyüm ki, hiçbir şeyin tadını alamıyorum…
” Doktor… Adama şöyle bir bakmış, hemşireye seslenmiş:
 “Hemşire hanım! Sekiz numaralı kutuyu getirin” Hemşire adama uzatmış 
kutuyu, adam, bir kaşık içindekinden yemiş ve anında tükürmüş…
“Ama Bu b.k!!!!!” Doktor sakin, “Evet! İyileştiniz. Tad alıyorsunuz artık..
” Adam, parayı ödemiş sinirleri tepesinde gitmiş…
Aradan birkaç ay geçmiş. Büyük bir hırsla yeniden kapısına dayanmış doktorun ..
“Doktor bey, ben de hafıza kaybı başladı…
Herşeyi unutuyorum…!
” Doktor, adama şöyle bir bakmış yine, hemşireye dönmüş,
“Kızım, sekiz numaralı kutuyu getirir misin?” demiş.
Adam, hemen itiraz etmiş, “Ama, o kutuda b.k var!”…
Doktor, “Doğru! Bakın, hafızanız da yerine geldi!….
” Adam, ağlamaklı, hırsla ödemiş parayı çıkmış dışarı…
Kurmuş da kurmuş intikam planlarını…
Birkaç ay sonra.. “Doktor! Ben de iktidarsızlık başladı…
Durumum kötü, hiçbir şey yapamıyorum…
” Doktor adamı gözüyle şöyle bir inceleyip,
“Hemşire hanım sekiz Numaralı kutuyu getirir misin” diye seslenince, adam, tüm hırsıyla,
“S..cem, seni de sekiz numaralı kutunu da…” diye bağırmış..
  
 Doktor gayet sakin, “Geçmiş olsun! Bakın artık yapabiliyorsunuz!!!!
Umut budur işte
Umut budur işte ;gurur budur işte;insan budur işte,
FİLLİ BOYA’NIN SAHİBİ - GÖZDE AKPINAR
 Henüz 25 yaşındaydı.
 Babasını kaybetti.
 Babasının prensesiydi.
 Ailenin tek çocuğuydu.
 Sektöründe Avrupa'nın en büyük fabrikası, 340 trilyon liralık devasa ciro ve binlerce çalışanın sorumluluğu omuzlarına kaldı.
 Cesareti vardı ama, tecrübesi yoktu. Üstelik, babası ona daima nasihat 
ederdi, “kaç kişi çalıştırıyorsan, o kadar insan akşam çorbasını 
içiyorsa, yüzün gülsün, yok eğer o insanlar akşam aç kalıyorsa, sen de 
aç kal” derdi.
 Bu sözler kulaklarında çın çın çınlıyordu, altında
 ezilmeden taşıyabilmesi için zamana ihtiyacı vardı, pişmesi 
gerekiyordu. Şirketin yönetimini aile dostlarına ve profesyonellere 
bıraktı, kendi şirketine yönetim kurulu üyesi olarak katıldı. Öğrendi, 
öğrendi, öğrendi. 29 yaşında kendini hazır hissetti. Direksiyona geçti. 
Yönetim kurulu başkanlığı koltuğuna oturdu. Kriz ortamıydı. Herkes 
kemerleri sıkmaya gayret ederken, o tam tersini yaptı, Türkiye'ye olan 
güveniyle yatırımını arttırdı, herkes küçüldü, o büyüdü.
 
Babasının kendisine bıraktığını ikiye katladı, fabrika sayısını dörde 
çıkardı, çalışan sayısını üçe katladı. Vergi rekortmenleri listesinin 
değişmez ismi oldu. Türkiye'nin en güçlü 50 işkadınından biri oldu. 
Babasının vasiyeti gereği, kazandığını, toplumla paylaştı. Sosyal 
sorumluluk projelerine büyük önem verdi. Özellikle kadınlar için, fırsat
 eşitliğinden faydalanamayan kızlar için çaba harcadı. Aile 
Bakanlığı'yla işbirliği yaptı, “kadın ustalar” projesini hayata geçirdi,
 kadınlara 15 şehirde meslek eğitimi verip, iş hayatına kazandırdı.
 Özgecan vahşice katledildiğinde, 30 televizyon kanalının reklam 
kuşaklarını eşzamanlı olarak satın aldı, yarım dakika boyunca simsiyah 
karartı. Ne logo vardı, ne marka… Zifiri karanlıkta sadece “Özgecan 
için” yazıyordu. Ticari kaygıyla değil, toplumsal bilinci arttırmak için
 yapılmıştı. Tokat gibi çarptı. Kadına yönelik şiddette böylesine etkili
 bir reklam tarihte görülmedi. “Bir kadın ve bir kız çocuğu annesi 
olarak, bu sorunu ruhumun derinliklerinde hissediyorum” düşüncesiyle.
 Kadına yönelik şiddete dur demek için atılan her adımda yeraldı, her 
projeye katkı sağladı, para harcadı, mesai harcadı. Şiddet mağduru 12 
kadının hayat hikayesinin anlatıldığı “Ölümcül Yaralı” isimli 
uluslararası farkındalık projesine İstanbul'da evsahipliği yaptı. 
Tübitak ve Boğaziçi Üniversitesi'yle birlikte yoksul kız çocuklarımız 
için Bilim Kampı düzenledi.
Doktor
Cerrahın telefonu çalar, arayan hastahane sekreteridir. 
 Buyurun sizi dinliyorum. 
 Sayın hekim, ağır hasta var, acele bütün işinizi bırakın gelin. Geliyorum deyip hekim telaşla yola düştü.
 Hekimi hastahanede hastanın babası hışımla karşıladı:
  Benim oğlum ölüm döşeğindedir, ne için bu kadar geç kaldınız? Sizin  kendi oğlunuz olsaydı yine böyle yapar mıydınız? Cerrah gülümsedi:
 Bana haber verilir verilmez acelece geldim. 
  Cerrah ameliyat odasına dahil oldu. Ameliyat iki saat sürdü. Cerrah  odadan çıkıp koridordaki babanın yanından sakince geçip gitti. Ardından  yardımcı hekim çıktı. Babaya oğlunuz yaşayacak dedi. Baba bir an  sevindi, sonra yine hiddetlenip dedi:
 Bu cerrah çok kötü ve insafsız  bir adam. Ne vardı yani, çıkarken bana iyi haberi o verseydi. Yardımcı  hekimin gözleri doldu ve adamı hayatı boyunca pişmanlığa sevk edecek  olan şu cevabı verdi: Cerrah çok güzel insandır. Onun oğlu otomobil  kazasında bugün vefat etti. Biz onu defin merasiminden çağırdık. Oğlunun  defin merasimini yapamadan sizin oğlunuzu kurtarmak için hastahaneye  geldi...
 (Tüm sağlık çalışanlarına saygılarımla..)  
AGLAMADİNİZ Mİ
Japonya’da olan bir depremde kurtarma ekibi genç bir kadının yaşadığı  enkaza ulaşırlar. Yıkıntıların arasında kadının cesedine ulaşırlar.  Kadının enkaz altındaki pozisyonu biraz ilginçtir sanki ellerinde bir  şey tutarak iş yaparken dizlerinin üzerine çokmüş haldedir. Bu esnada  sanki ev üzerine yıkılmış gibidir. Kurtarma ekibinin lideri yine de  canlı olma ümidi ile kadına ulaşmaya çalışır, maalesef kadın çoktan  ölmüştür.
 Ekip oradan başka bir enkaza hareket etmek üzere iken bir  sebepten dolayı ekip lideri açtığı delikten içeri doğru kadının  cesedinin altına doğru bakar ve seslenir ! “bir çocuk!..bir çocuk var!”  der.
 Ekip uzun bir çalışmadan sonra çiçekli bir battaniye içinde ölü  kadının cesedinin altında 3 aylık bir çocuk bulurlar. Kadın son bir  hamle ile çocuğunu kurtarmak için bedenini ona siper yapmıştır. Ekip  çocuğa ulaştığında hala bebek uyumaktadır.
 Doktor çabucak gelir ve çocuğu muayene eder.
 Battaniyeyi açtığında içinde bir cep telefonu bulur. Ekranda yazılı bir mesaj vardır. mesajda şu yazıyordur!..
 ” Eğer kurtarıldıysan, seni sevdiğimi hatırla!”
Bir annenin çocuğuna olan sevgisini ölüm anında bile ona anlatma çabasının en güzel örneği!
Bir zamanlar Çin’de
Bir zamanlar Çin’de fakir bir adam o denli aç ve bitkin düşmüştü ki  kendini tutamayıp bir armut çaldı. Adamı yakaladılar ve çezalandırılmak  üzere imparatorun karşısına çıkardılar.
 Hırsız, imparatoru görünce  ona şöyle dedi: "Değerli efendim, çok açtım dayanamadım çaldım. Beni  affetmeniz için yalvarıyorum size. Beni affederseniz, size paha biçilmez  bir hediyem olacak."
 İmparator dudak büktü: "Senin gibi birinde paha biçilmez ne olabilir ki?"
 Hırsız, o anda avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatarak "Bu 
çekirdeği ekerseniz, bir gün içerisinde altın meyveler veren bir ağacın 
yeşereceğini göreceksiniz." dedi.
 İmparator bir kahkaha atarak "Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni." dedi.
 Yoksul adam: "Haşmetlim bu tohumu ben ekemem, çünkü ben bir hırsızım. 
Bu sihirli tohumu ancak ömründe hiç çalmamış, başkalarına haksızlık 
yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir,
 aksi takdirde onu ekeni zehirler ve tarif edilmez acılarla öldürür. 
Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz."
 İmparator irkildi, 
suratını astı ve bir süre düşündü. Sonra da hırçın bir sesle: "Ben 
imparatorum, bahçıvan değil, o tohumu Başbakan'a ver eksin de altın 
meyveleri görelim." dedi.
 Yoksul adam tohumu Başbakan'a uzatınca 
Başbakan telaş içerisinde İmparator'a dönüp itiraz etti: "Ben ekim biçim
 işlerinde çok beceriksizim efendim. Sihirli tohumu yanlış eker ziyan 
ederim, bence bu tohumu Hazinedar başı eksin."
 Hazinedar başı hemen bir bahane buldu ve bu görevi bir başkasına devretti.
 Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohumu ekme görevinden kaçındılar.
 Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü, başı 
önünde duran Başbakan'a, Hazinedar'a ve bütün görevlilere dik dik baktı 
ve "Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumunun nasıl altın meyve 
verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." dedi, cebinden bir altın 
çıkararak yoksul adama attı. Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer 
altın çıkarıp adama vermesini izledi. Sonra da gülerek "Bas git buradan 
be adam, bu ders bugünlük hepimize yeter." dedi...
ÇAKIL TAŞI
İlerlemiş karaciğer yetmezliği bulguları nedeniyle  hastaneye sık ve giderek daha uzun süreler yatırmak zorunda kalıyorduk.  Asker kökenli emekli pilot olduğunu biliyorduk. Hastaneye yatmayı  sevmiyor en kısa sürede çıkmak için can atıyordu. O gün poliklinik  koridorunda karşılaştık. Önemli bir konu hakkında görüşmek istediğini  söyledi. Heyecanlıydı. Hastalığın verdiği bitkinliğe rağmen konuşmak  için gayret gösteriyordu. Bir süre soluklanmasını rica ettim, dinlemedi.
  - Doktor bey, birkaç günlüğüne beni hangara çekip bakıma almanızı  istiyorum. Cumartesi’ye uçabilmeliyim. En azından “take off” yani  havalanabilmeliyim. Nasıl inerim bilemem ama bu uçuşu mutlaka  yapmalıyım.
 - Anlamadım, uçak mı kullanacaksınız?
 - Yok öyle değil. Cumartesiye kızımın düğünü var. Düğünde ayakta, kızımın yanında olmam lazım. Bana yardım edeceksiniz.
  Bu son cümle daha çok emir gibi çıkmıştı ağzından. Yüzü soluktu. Halsiz  görünüyordu. Pek geleni gideni olmazdı, kızı olduğunu dahi bilmiyorduk.  Bir süre soluklanıp güç topladıktan sonra eşinden boşandığında kızının  11 yaşında olduğunu birkaç yıl sonra ayrıldığı eşinin yeni bir evlilik  yaptığını, kızının üvey babası ile iyi anlaşıp kendinden uzaklaştığını,  pek görüşmediklerini anlattı.
 - Nişanına çağırmamıştı. Arayıp  düğününe çağırınca nasıl sevindim anlatamam. Ancak bu lanet olası  hastalık izin vermeyecek diye endişeleniyorum. Bana yardım etmelisiniz.
 - İyi de durumunuz pek iyi görünmüyor. Düğün süresince ayakta kalabilmeyi düşünmüyorsunuz umarım.
 - Orada olmalıyım. Kızım düğününde beni yanında istedi. Ne halde olursam olayım orada olmalıyım.
  Önümüzde 4 gün vardı. Hastaneden kaçma heveslisi hastamız yatışını  yaptırıp sesini çıkarmadan tedavi olmayı bekler hale gelmişti. Bir iki  gün içinde durumu düzelip gücü yerine geldi. Düğünden önceki gün  beklenmeyen ve durdurmakta zorlandığımız kanamalar nedeniyle durumu  kritikleşti. Ertesi gün ayakta olabilme kaygısı yerini hastamızı hayatta  tutabilme endişesine bıraktı. Kanamayı kontrol altına alsak bile her an  yeniden başlayabilir endişesi ile düğüne bu halde gidemeyeceğini  duyunca tedaviyi kabul etmediğini hastaneyi terk etmek istediğini  söyledi. İkna edemeyince iki saatle sınırlı olmak kaydıyla düğüne  birlikte gitmeyi önerdim.
 Hemen kabul etti.
 Akşama doğru odasına  uğradığımda hayli eski ama şık krem rengi takım elbisesi içinde hazır  bekliyordu. Yol boyunca konuşmadı, enerjisini düğüne saklamak istiyordu.
 Düğün salonunda kızıyla göz göze geldiklerinde sessizce bakıştılar. Gelinle damat elimizi sıkıp geldiğimiz için teşekkür etti.
 Babası beni arkadaşı olarak tanıttı, öyle uygun görmüştü, bozmadım.
  Araya giren diğer davetliler ile gelin ve damat yanımızdan ayrıldı.  Sıcak karşılama olmadığı kesindi. Düğün kokteyl tarzı hazırlanmıştı,  oturacak yer sınırlıydı. Bardaki taburelerde oturmayı önerdim istemedi,  yorulunca otururum dedi. Bizimki kuyruğu dik tutma gayretindeydi.
  Saçını ve yakasını düzeltmeye çalışmasından anladığım kadarıyla  kalabalığın içinden üzerimize doğru gelen hanımefendi ayrıldığı eski  eşiydi. Ses etmeden bir ona bir de bana baktı. Yanlarından ayrılmak için  izin istedim, kolumu tuttu. Eşiyle tanıştırdı. Hanımefendi sessizce  bizimkini süzdü. Hastamızın yüzü asıldı. Omuzlarını indirip bana döndü;  “kendimi ne kadar iyi hissedersem hissedeyim bu kadın bana bir bakışı  ile bile ne kadar önemsiz biri olduğumu hatırlatabiliyor. Buna rağmen  yine de seviyorum onu” dedi. Hanımefendi, kızının düğününde tartışmak  istemediğini söyleyip kocasının yanına döndü. Bara doğru gidip tabureye  oturmasını istedim. Bizimkinin mecali kalmamıştı. Yine de sağlığı ile  ilgili kimseye bir şey söylememem için yemin verdirdi.
 - Doktor bey,  eksik olma. Ben senden kalkış için izin istemiştim. Uçağın komutası  bende. Salimen indirebilir miyim emin değilim. Önemli olan burada  olmaktı.
 - İyi de yalnız uçmuyorsunuz. Size bir şey olursa başım  derde girer. Yani uçakta yolcunuz var ve yolcunuzun emniyetinden de siz  sorumlusunuz, ona göre.
 Sustu. Bir süre pistte dans eden kızını ve  damadı izledi. Burnu kanamaya başlayınca mendilini burnuna bastırıp  tuvalete yöneldi. Uzun süre geri dönmeyince yanına gittim. Kanaması  durmuştu. Klozetlerden birinin kapağını kapatıp üstüne oturmuştu.  Kederli gözlerle bana baktı.
 - Yapamadım. Kızıma babalık yapamadım.  Pilotluk işte, hep uzaktaydım. Şimdi düğününde yanındayım ama yine  uzağız. Görüyorsun. Keşke gelmeseydim. Hep bir şeyler yarım, hep bir  şeyler eksik.
 - İsterseniz sessizce ayrılalım, pek haliniz de kalmadı.
  Cevap vermeden ellerini başına alıp bir süre öylece durdu. “Bir şey  daha yapmalıyım” diyerek ayağa kalktı. Koluna girdim, zor yürüyordu.  Birlikte gelin ve damadın masasına yöneldik. Eğilip kızının yanağını  öptü, sarıldılar. Sonra damada yöneldi. Tebrik ederken damadın cebine  bir şey koyduğunu gördüm. Altın taktığını düşünmüştüm. İzin isteyip  düğün bitmeden ayrıldık. Dönüş yolunda da hiç konuşmadı. Hastaneye  vardığımızda yine kanama ile boğuşmak zorunda kaldık. Hastamız kendini  bırakmış gibiydi. Kritik birkaç saat yaşadıktan sonra gözlerini aralayıp  elimi tuttu. “Teşekkür ederim, gövde üstü bile olsa uçağı salimen  indirdik sanırım” dedi. Gülümsedi. Sonra uykuya daldı. Kritik saatleri  yeni atlatmıştık, vakit gece yarısını geçmişti. Hastane koridorunda önce  gelinlikleri içinde kızını sonra damadı gördüm. Hastamızın ısrarla  çalan cep telefonunu açan servis hemşiresi arayanın kızı olduğunu  öğrenince durumu anlatıp babası hakkında bilgi vermişti. Kızı, yatağın  kenarına ilişip elini babasının yanağına götürdü. Sessizce ağlıyordu.  Hastamız gözünü açıp gelin ve damadı karşısında görünce “Aman Allahım  hala havadayız. Ne olacak şimdi?” diye söylendi. Kızı avucunu açıp  üzerinde gülümseyen adam resmi yapılmış çakıl taşını gösterdi. “Baba  bunu sakladığını bilmiyordum. Kocama bunu neden verdin? Ben bunu senin  için yapmıştım” dedi. Damat şaşkın bakışlarla olanları izliyordu. Gelin  hanım çakıl taşını bizlere gösterip küçük bir kız çocuğu iken hep  uzaklarda, uçuşta olan babasını korusun diye bu uğur taşını yaptığını  anlattı. Babasına dönüp tekrar “baba bunu ona niye verdin?” diye sordu.  Hastamız gülümsedi. Kızının elini avuçlarının arasına aldı.
 - Ona  nasıl baktığını gördüm. Bir zamanlar, bana da öyle bakardın. Kendimi  önemli hissetmem için yeterdi o bakışlar. O çakıl taşını yanımdan hiç  ayırmadım, bana hep uğur getirdi.
 Yorulmuştu ama söylemek  istediklerine tamamlama gayreti içindeydi. Damadına baktı. “Onu benden  daha fazla hak eden biri var artık. Delikanlı, o çakıl taşını yanından  ayırma. Kızım için önemlisin, hem de çok önemlisin, bunu unutma. İyi bir  baba olamadım. Belki eğlenceli biriydim ama kızımın bana ihtiyacı  olduğu zamanlarda hep uzaklardaydım. Düğününde olmak, bir zamanlar onun  bana baktığı gibi ona bakabilmek istedim, o kadar. Hadi gidin artık,  bugün sizin gününüz. Mutlu olun, beni merak etmeyin.” dedi.
 Kızı  ayrılmak istemiyordu ama hastamız iyice yorulmuş, bilinci bulanıklaşmaya  başlamıştı. Telefon numaramı verip gidebileceklerini bir sorun olursa  arayacağımı söyledim. Kritik günleri atlatmak hayli zaman aldı hastamızı  ancak ertesi hafta taburcu edebildik.
 Bu olayın üstünden yaklaşık  bir yıl geçmişti ki gazetede hastamızın ölüm ilanını gördüm. İlanı kızı  vermiş ve fotoğraf olarak o üzeri boyalı çakıl taşını koymuştu. “Sen  okyanustun benim için baba, bense o çakıl taşı. Hiç ayrılmamıştık ki…”  diye bitiyordu, ilan.
 Dr. Mehmet Uhri 
Şiiri Hasan Pulur köşesinde yayımladı.
 Bir okuru göndermişti, yazanı belli değildi. Pulur, defalarca ve 
ısrarla yazarını bulmak için köşesinde çağrılar yaptıysa da, ne şair 
ortaya çıktı nede bir bilen, tanıyan vardı. Nerede ne zaman 
yayımlanmıştı? Bilen de gören de yoktu.
Şiiri birde biz yazalım:
 "Kavgayı ağacın yaprağına yaz,
 Sonbahar gelsin, yapraklar kurusun diye.
 Öfkeyi, bir bulutun üstüne yaz,
 Yağmur yağsın, bulut yok olsun, diye.
 Nefreti, karların üstüne yaz,
 Güneş açsın, karlar erisin diye.
 Ve dostluk ve sevgiyi, yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yaz,
 Onlar büyüsün, dünyayı sarsın diye."
 * * *
 İzmir'li öğretmen Rahile Horzum, bu şiiri öğrencilerine değerlendirmeleri için ödev olarak verdi.
 "Siz kavgayı, öfkeyi, nefreti, sevgiyi ve dostluğu nerelere yazardınız?"
41 öğrenciden gelen cevap kağıtlarından ikisini seçti.
CEREN :
 "Kavgayı eski bir kağıda yazmak isterdim,
 Çöp sanılıp atılsın diye.
 Öfkeyi, bir mendile yazmak isterdim,
 Kullanılıp atılsın diye.
 Nefreti, sahildeki kuma yazmak isterdim,
 Deniz dalgaları büyüyerek yok etsin diye.
 Sevgi ve dostluğu, bir tohuma yazmak isterdim,
 Büyüyüp dünyayı sarsın diye."
 * * *
 MERVE dedi:
 "Kavgayı, kömürün üstüne yazmak isterdim,
 Kömür yansın, kavga kömürle yanıp yok olsun diye.
 Öfkeyi, gecenin karanlığına yazmak isterdim,
 Gün ışıyınca, karanlıkla birlikte öfke yok olsun diye.
 Nefreti, toprağın üstüne yazmak isterdim,
 Herkes toprağa bassın, nefret ezilsin diye.
 Sevgiyi ve dostluğu çınar fidanına yazmak isterdim,
 Asırlar boyu canlı ve güzel kalsın diye."
 * * *
 Rahile öğretmen, öğrencilerinin kavga, dostluk, öfke ve sevgi hakkında 
ki düşüncelerini okuduktan sonra kendi defterine şu değerlendirme notunu
 düştü:
 "Bence bu çocuklar böyle düşünüyorlarsa, hiçbir şey için geç değil...
 Umudum ve dileğim, onların barış, dostluk ve sevgi dolu bir dünyada yaşamaları."
Kıssadan Hisse
 Eşek ağaca bağlıydı. Şeytan geldi ipini çözdü. Eşek komşunun tarlasına girdi, kuru ve yeşil herşeyi yemeye başladı. 
 Tarla sahibinin karısı eşeği gördü ve tüfeğiyle onu öldürdü.
 Eşeğin sahibi tüfek sesini işitti baktı ki eşeği ölmüş. Sinirlendi, çiftçinin karısı üzerine kurşun yağdırdı. 
 Çiftçi döndüğünde karısını ölmüş bulunca tüfeği aldı ve eşeğin sahibini öldürdü. 
 Eşeğin sahibinin oğlu babasını ölmüş bulunca silahını aldı, tarla sahibi ve büyük oğlunu öldürdü. 
 Haber tarla sahibinin ailesine ulaştı, hepsi silahlarını aldılar ve 
eşek sahibinin çiftliğine hücum ettiler, evde kim varsa öldürdüler ve 
ellerine geçirdikleri her şeyi yaktılar .
 Şeytana soruldu:
 -"Sen ne yaptın ?"
 Şeytan; 
 -"Hiç!.. Ben sadece eşeği saldım"...
*Bir üllkeyi yıkmak istediğinizde oradaki eşekleri salın yeter!
Sağlıkla ilgili yazılanlar
 İsmim; Serdar Hakan ÇİFTÇİ. 46 yaşındayım. 
 Evliyim. 20 yaşında ikiz kızlarım var. 
 GATA mezunu tıp doktoruyum ve halen hekimliğe aktif olarak devam
 etmekteyim
 Sağlıkla ilgili yazılanları okuduğumda gördüm ki; çok fazla malumat, 
bilgi eksikliği ve kavram kargaşası var. Konuşulanlara ayrı ayrı değil, 
umumi bakış, genel olarak cevap vermeye çalışacağım.
 Öncelikle Tıp Fakültelerimizde gıda, besin tamamlayıcılarıyla alakalı bir ders
 okutulamadığından, Türkiyedeki doktorların %95 i doçent, profesör de
 olsalar, balık yağı, polen, arı sütü gibi ek besin maddelerini ve kullanım
 alanlarını bilmemektedirler. Geri kalan %5 ise tıbbi çalışmalarda veya yurt
 dışı kongrelerde tesadüfen bunlarla karşılaştığı için bilir ama onlar da
 nerelerde ve ne dozda kullanılacağını bilmezler.
 Burada suç biz tıp doktorlarında değil, Türkiye'deki Tıp
 eğitimindedir. Yurt dışındaki hekimler bu tür ürünleri bilmekte ve
 “tamamlayıcı tıp" olarak kendileri de dahil herkeste kullanmaktadır. Aksi
 takdirde Türkiye de hiçbir vicdanlı doktor;
 - 9 tane balık yağıyla; romatoid artriti,
 - Aloe vera ve propolisle; reflü, gastrit ve ülseri,
 - Aloe vera ve propolis ve balık yağıyla; astımı,
 - Balık yağı, B12 ve folik asitle; psikiyatrik rahatsızlıkları, 
 - Balık yağı ve argiyle; damar tıkanıklıklarını,
 - Ginsengle; migreni,
 - Polen ve pomesteenle; kansızlığı,
 - Aloe vera, polen, fields of greens ve balık yağıyla; şekeri,
 - 6 tane besin tamamlayıcısıyla; kanseri, vurabileceklerini bilselerdi,
 kullanmazlar mıydı?
 Onca insan kilo problemiyle boğuşurken, zayıflatıp sağlıklarına
 kavuşturmazlar mıydı onları? Tabii ki kullanırlardı ve tabii ki
 kavuştururlardı. Meslektaşlarımın bu çeşit ürünlere menfi, olumsuz tepki
 vermelerinin altında sadece bilgi eksiklikleri değil, sağlığı paraya
 dönüştürmeye çalışan, tıpta “ŞARLATAN" dediğimiz ucube yaratıkların
 piyasadaki engellenemeyen varlığı da yatar. O yüzden bir hekime balık
 yağını, polen ya da propolisi sorduğunuzda; “Bırak bu saçmalıkları, sen
 doğru beslenmene bak” cümlesini duyarsanız şaşırmayın. Çünkü onlar 
gıdaların, besin maddelerinin besin değerlerini yitirdiğinin, neredeyse 
bütün nebatatın, bitkilerin genetik yapılarıyla oynandığının ve 
hastalıkların altında yatan sebeplerin yine bu mevcut tüketilen besin 
maddelerinin olduğunun farkında değiller!
 Gelelim doğru malumat ve bilgilere:
 Nebati omega3, asla hayvani omega3’ün yerini tutmaz!.. Yani ceviz,
 ıspanak, semiz otu yiyerek bu iş olmaz!.
 "BALIK YAĞI; doğumdan ölüme kadar herkesin sistemli, düzenli ve devamlı
 kullanmak mecburiyetinde olduğu, en mühim ilave gıda, ek besin 
maddesidir.”
 Türkiye'deki meslektaşlarım bilmeseler de, dünyada en çok bilinen ve
 üzerinde en fazla tıbbi çalışma yapılmış (2.400 den fazla çalışma var)
 maddedir üstelik Omega3. Tıbbi olarak 4 hususiyeti, özelliği vardır balık yağının;
 1) Antiinflamatuar; iltihap giderici,
 2) Antioksidan; temizleyip yenileyici,
 3) Antitümöral; kitle engelleyici,
 4) Antiaterosklerotik; damar sertliğini, daralma ve tıkanıklıkları önleyici…
 Amerika'dan İngiltere'ye, Avustralya'dan Almanya'ya kadar herkese, üstelik
 doktor nezaretinde kullandırılmaktadır balık yağı.
 Japonya'da ise balık yağı kullanımında, direkt sağlık bakanlığı devrededir.
 Yeni doğan bebeğe - Biz Türkiye'de, bebek 6 aylık olana kadar anne sütü
 dışında bir şey vermezken - anne sütüyle birlikte balık yağı da vermektedirler.
 - Üstelik de neredeyse bizim büyüklere verdiğimiz doz olan 0.9 gram/gün olarak.
 - 3 ile 5 yaş arası bütün çocuklara; bizdeki erişkin dozunun 1.5 katı olan
 1.5 gram/gün verilmektedir.
 - 50-70 yaş arası kadınlara; 2.5 gram/gün, erkeklere 2.9 gram/gün,
 - Hamilelere; 2.1 gram/gün,
 - Lohusalara; 2.5 gram/gün kullandırılmaktadır.
 NETİCE
 Sonuç ne sizce?
 Türkiye'de kalpten ölüm oranı %50 iken yani 2 kişiden biri kalpten ölürken;
 Japonya'da bu oran %13 tür!
 Japonya’da 100 yaş üzeri yaşayan insan sayısı ise; (Verileri görmeme rağmen
 inanmakta ben bile güçlük çekiyorum) tam 300.000 kişidir! 90 yaşında
 birisi öldüğünde: “Vah vah! Genç yaşta, çiçeği burnunda gitti” diyorlar oralarda.
 Bizde ise: “Maşallah… Dünyaya kazık çakmış, amma da yaşamış” deniyor.
 Piyasada çok ucuza satılan, Norveç, Alaska kökenli olduğu söylenen balık
 yağları var. Bunların bir çoğunun prospektüslerini okudum.
 Hiçbirisinde hangi cins balıklardan ve balığın neresinden elde edildiği
 yazılmamış! Bu kadar ucuz olmaları, düşündürücü değil mi sizce de? Benim
 ailemde ve kendimde kullandığım balık yağı, “somon, sardalye ve uskumru"
 gibi “soğuk deniz balıklarının” gövdesinden elde edilmekte. 150 devlette
 denetlenmiş ve o ülkelerde satılan bir balık yağı ayrıca.
 Ben bir hekim olarak, bu yazıyı yazmakla vicdani mesuliyetimi yerine
 getirmiş oluyorum. Fakir ya da zengin hiç kimsenin bebeğinin ya da
 ailesinin hayatı, diğerlerinkinden kıymetli değildir ve herkesin doğru malumatlara, doğru bilgiye ulaşma hakkı vardır…
Selâm…
Temel emri altındaki astronotları
Temel emri altındaki astronotları yanına çağırıp, ertesi gün çıkacakları  Mars yolculuğu hakkında son talimatları verir ve bu zor yolculuğun  öncesinde
 uyumak üzere evlerine gitmelerini söyler. 
 Her iki astronot da talimata
 uyup evlerine giderler. Dursun tam uyumak üzereyken
 telefon gelir. Arayan Temel'dir.
 - "Alo, Dursun. Ben Temel. Uyudun mi?"
  - "Henuz deyil." -
  -"Pen çok heyecanliyum. Uyku tutmadi. Sağa da uyarsa penumle pirlikte içmeye ne dersun? Uzun sure içki içemiyeceğuz..."
  - "Ok.
  -" Bir saat sonra Temel ve Dursun buluşurlar, bir bara girip içki söylerler.
  Barmen tam içkiyi verirken ikisine de dikkatlice bakar.
   - "Hey men. Sizi tanıdım. Yarın Mars'a gidecek astronotlarsınız. Size  içki verdiğim ortaya çıkarsa bir daha *Dallas*'ta ekmek yiyemem ben.  Kusura bakmayın."
  Temel ve Dursun barmenle tartışmalarına rağmen o barda
  içki içemezler. Başka barlarda şanslarını denerler ama TV
  proğramlarını sürekli izleyen
  barmenler onları her seferinde tanırlar ve içki vermeyi reddederler.
  Marketler de kapalıdır.Tam eve dönmeye karar verdiklerinde Dursun'un aklına bir fikir gelir.
  - "Yahu Temel, pizum uzay roketine koyduklari yakitin kokusuni hatirlayi misun?
  . Ayni viski gibiydi. Istiysen ondan icelum."
  Birlikte uzay üssüne girerler. Kontrol etmek bahanesiyle yakıt
  tankının yanına gelirler.
  Kimse şüphelenmez. Temel ve Dursun yakıt tankından aldıklari yakıttan birer ikişer kadeh içerler; sonra da evlerine giderler.
  Dursun tam uyumak üzereyken telefon çalar. Arayan yine
  Temel' dir. 
 - "Alo Dursun. Yine pen. Rahatsiz ettum ama kusura pakma. Sağa pi
  şey sormak istiyrum. Karnin ağriyi mi?" -
  -"Heee... Hem de çok."
  - "Peçi. O zaman sakin *osurayum* teme. Seni
  *TOKYO'*dan arayrum."🤣 
Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedat
Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedatı yaptığı suikast sonucunda öldüren adama hakim sorar:
 "Sedatı neden öldürdün?"
 Katil:" Çünkü laikti"
 Hakim:"Laik ne demek ?"
 Katil : "Bilmiyorum!!"
 &&
 Mısırın iyi edebiyat adamı rahmetli necip mahfuzu öldürmeye çalışıp başarısız olan sanığa hakim sorar :
 "Neden vurdun?"
 Sanık : "Sokak çocuklarının hayalleri adlı kitabı yazdığı için"
 Hakim : " Peki sokak çocuklarının hayallerini okudun mu?"
 Sanık: "Hayır"
 &&
 Hakim Yazar Faraç Fodayı öldüren üç teröriste sorar :
 "Neden Faraç Fodaya suikast düzenleyip öldürdünüz?"
 Suçlu : "Çünkü kafir"
 Hakim : "Onun kafir olduğunu nereden anladın?"
 Suçlu : "Onun kitabından"
 Hakim : "Hangi kitabından anladın onun kafir olduğunu?"
 Suçlu : "Ben okuma yazma bilmiyorum"
 Hakim : "Nasıııll!!!
 Suçlu : "Ben okuma yazma bilmiyorum"
Her kötülüğün başı her dönemde CEHALET olmuştur!Alıntı
Bir Kızılderili Öğretisi diyor ki:
Bir atın susuzluğunu giderdiği yerden su iç; 
 At hiçbir zaman kötü su içmez. 
  Kedinin yattığı yerde uyu, kurdun değdiği elmayı ye. Sivrisineklerin  yerleştiği mantarları korkusuzca topla. Köstebeklerin kazdığı yere ağaç  dik. 
 Yılanın ısınmaya durduğu yere ev yap. 
 Sıcak günlerde kuşların yuva yaptığı yere kuyu kaz. 
 Horozlarla beraber uyu ve uyan ki tüm gün için en sarı mısırlara ulaşabilesin. 
 Daha çok yeşillik ye, ki bir hayvandaki gibi güçlü bacaklara ve dayanıklı bir kalbe sahip olabilesin. 
 Daha çok yüzmeye git, ki dünyada kendini bir balığın kendini denizde hissettiği gibi hissedebilesin.
 Daha sık gökyüzüne bak, daha az ayaklara, 
 böylece düşüncelerin daha net ve hafif olacaktır. 
 Konuşmak yerine, daha çok sessiz kal;
 "Böylelikle ruhun sakinliğe ve huzura erebilecek." 
 Alıntıdır 
BOY ABDESTİ.....
Zamana ve mekana göre hareket edeceksin !!!....
"Erzurum'da, çay içilirken şeker çaya karıştırılmıyor, kıtlama yapılıyor.
Bunun çıkışı ise çok ilginç...
Eskiden İran'da çaya tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katılıyordu.
İngilizler İran'a şeker satmaya kalktıklarında bunu başaramadılar.
Sonra İranlı Mollalarla irtibat kurdular. İngilizler Mollaların vereceği fetva karşılığında kazancın %10'unu teklif ettiler.
 Nitekim bir Cuma Namazı'nda (İran'da Cuma Namazları o bölgenin en büyük
 camisinde ve çok kalabalık olarak kılınıyor) Cuma Hutbesi'nde Mollalar 
şu vaazı verdi:
"Siz Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız!"
 Bu vaazdan sonra İranlılar çaya şeker katmaya başladılar. İşler yoluna 
girince İngilizler Mollalara verdiği %10 payı satışların iyi gitmediği 
gerekçesiyle vermemeye başladı.
 Bunun üzerine Mollalar ikinci bir fetvayı verdi
 Cuma Hutbesi'nde: "Gâvur icadı
şekeri çaya katmak caiz değildir!..."
Bu fetva üzerine İranlılar evlerindeki şekerleri sokaklara döktü...
İngiliz firmaları bunun üzerine baktılar olacağı yok, Mollalarla yeniden
masaya oturdu. Fakat Mollalar bu sefer %20 pay istedi.
 İngilizler çaresiz kabul etti.
 Mollalar Cuma Hutbesi'nde bu sefer şöyle fetva verdi:
 "Biz size çaya şeker katmayın dedik ama sokaklara dökün de demedik, 
şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur 
icadı şekere boy abdesti aldıracak ve öyle içeceksiniz!
Yaa işte böyle..
 
