30 Haziran 2019 Pazar

Tolstoy’un Ders Niteliğinde 17 Sözü:


1. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin kirlenecek.


2. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin.
Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.


3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.


4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.


5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse
kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi
düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.


6. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.


7. Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.


8. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın. Ve Unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.


9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.


10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.


11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.



12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.


14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.


15. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri
çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım
diye ağlamayacaksın.


16. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.


17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.

Bir adam ölür ...


Bir adam ölür ... Öldüğünü fark ettiğinde, Tanrı'nın elinde bir çanta ile kendisine yaklaştığını farkeder. Tanrı ile adam arasında şöyle bir konuşma geçer.
Tanrı: Haydi oğlum gitme zamanı.
Adam: Bu kadar mı erken? Bir sürü planım vardı...
Tanrı: Üzgünüm ama gitme zamanı.
Adam: O çantada ne var?
Tanrı: Sahip oldukların!
Adam: Sahip olduklarım mı? Yani eşyalarım mı? Elbiselerim... Param...
Tanrı: Onlar asla sana ait değildi, onlar dünyaya aitti.
Adam: Anılarım mı?
Tanrı: Hayır. Onlar zamana ait.
Adam: Yeteneklerim mi?
Tanrı: Hayır. Onlar koşullara ait
Adam: Arkadaşlarım ve ailem mi?
Tanrı: Hayır oğlum. Onlar yürüdüğün yola ait. Adam: Karım ve çocuklarım mı?
Tanrı: Hayır. Onlar kalbine ait.
Adam: O zaman bedenim olmalı?
Tanrı: Hayır hayır. O toprağa ait.
Adam: O zaman kesinlikle ruhum olmalı!
Tanrı: Üzücü bir hata yapıyorsun oğlum. Ruhun bana ait.
Adam gözlerinde yaşlar ve kalbinde korkuyla çantayı Tanrı'nın elinden alıp açtı... BOŞTU! Kalbi kırık, göz yaşları yanaklarından akarak Tanrı'ya sordu...
Adam: Hiçbir şeye sahip değil miyim?
Tanrı: Doğru. Asla bir şeye sahip değildin.
Adam: O halde, benim olan ne vardı?
Tanrı: ANLAR. Yaşadığın anlar senindi. Hayat sadece bir andır.
HER ANI YAŞAYIP HER ANI SEVİP HER ANIN TADINI ÇIKARALIM.





“İyi insanlar cennete gider demek doğru değildir, iyi insanlar nereye giderse orası cennet olur!”





Osho


Pazar ayininin sonunda


Pazar ayininin sonunda rahip haftalık vaazını şöyle bitirdi,
"Demek ki, Tanrı adına ne yapmamız lazım? Düşmanlarımızı affetmemiz lazım. Şimdi, bu sohbetimizden sonra, aranızdan kaçı düşmanlarını affetti?”
Cemaatin yarıdan fazlası elini kaldırdı.
Rahip sorusunu yineledi...
Bu kez hepsinin elleri havadaydı, önlerindeki yaşlı teyze hariç...
Rahip sordu,
"Bayan Neely? Hayırdır? Düşmanlarınızı affetmek size bu kadar mı zor geliyor?”
"Düşmanım yok ki!” dedi Bayan Neely, o titrek ve son derece şeker haliyle!..
Cemaatten uğultular, şaşkınlık nidaları yükseldi, rahip devam etti.
"Oooo! Bu gerçekten inanılmaz güzel bir şey! Kaç yaşındasınız Bayan Neely?”
“108!”
Cemaat ayağa kalkıp gözyaşları içinde alkışlamaya başladı...
"Bayan Neely, lütfen, şöyle yanıma gelir misiniz? Yavaş yavaş. Aman dikkat... Hah! Tamammmmm. Lütfen buradan cemaatimize bu işin sırrını söyler misiniz? Nasıl oluyor da insanın 108 yıl gibi uzun bir ömür zarfında hiç düşmanı olmuyor?..”
Yaşlı kadın,küçük ve titrek adımlarla rahibe sırtını dönüp,cemaate baktı...
"Hepsi öldü şerefsizlerin...🤣😂


ÇOCUKLAR EVDEN GİDİNCE


Çocuklar bir gün evden giderler…





Bir şekilde, bir nedenle, öyle gerektiği için , öyle olduğu için giderler…
...
Gözlerinde hayata karşı bir heves, omuzlarında ince bir ağırlık, ellerinde uçarı bir telaş.





Kapıyı çekip giderler…





Çocuklar evden gidince, ev de sizden gider biraz,





Sabah kızaran ekmeğin kokusu, ütünün buharı, bir türlü şekle girmeyen saçlar, kapıdan çıkarken aceleyle öpülen yanaklar gider…





Antrede biriken ayakkabılar, teki kaybolan terlikler, yatağın üstündeki elbise yığınları gider.





Saatler sanki bir yerlerde durmuş gibi olur. Hayatınız hasreti kuşanmış mevsimsiz bir ülkeye benzer bir zaman…





Çocuklar evden gidince;





Ansızın yapılan şakalar, vakitsiz istenen sandviçler, pencere önünde beklediğiniz geceler gider...





Artık kapının önündeki ayak seslerini duymazsınız,





Sokaktan geçen simitçiye seslenen kimse yoktur.





Arka odadan yükselen müzik sesi, banyodaki parfüm kokusu, ortasından sıkılmış dişmacunları anılarınızda kalır.





Mutfak masası çoktan unutmuştur sıcacık ve neşeli sohbetleri.





Fırında patatesin tadı eskisi gibi değildir artık,





Kareli yatak örtüsünde izi kalmıştır aşk acısıyla dökülen genç gözyaşlarının…





Çocuklar evden gidince ;






“Annem duymasın”lar, “Babamı idare et”ler “Ben zaten biliyorum”lar,
“Beni çocuk muyum?”lar, “Beni anlamıyorsunuz!”lar, “Amma
meraklısınız”lar … El ele tutuşup hep birlikte giderler...





Onlar
olmadığı zaman da “ben ne giyeceğim”ler “arkadaşımda kalacağım”lar,
“arkadaşlarımla çıkıyorum”lar peşi sıra ortalıktan kaybolurlar..





Çocuklar bir gün evden giderler;





Giderken yüreğinizin bir parçasını da yanlarında götürürler…





Onda kalan parçada sizden o kadar çok şey vardır ki,





Onlar bunu bilirler,





Aldıkları her kararda, yaşadıkları her yol ayrımında, her sevinçlerinde ve her acılarında





Fark ederler bu eşsiz bilgiyi,





Yeter ki onların yaşam pınarlarına hayat veren kaynağın suyu berrak, hikmeti bol olsun.





Yeter ki sizden doğup hayatın içine akan bu pınar ırmak olsun, nehir olsun, ve en doğru yönü bulsun...





Evet çocuklar bir gün giderler,





Ama gelecekleri yolu da asla unutmazlar.





İLTER YEŞİLAY







16 Haziran 2019 Pazar

Antik bir efsaneye göre


Antik bir efsaneye göre,
bir gün Yalan ve Hakikat,
buluşmuş geziyorlarmış.
Yalan "Bu gün hava mükemmel" demiş.
Hakikat havaya şüpheyle bakmış ve "Gerçekten de güzel bir hava var"
demiş. Biraz gezdikten sonra bir kuyuya rastlamışlar. Yalan "Su
mükemmel, hadi kuyuda biraz yüzüp banyo yapalım" demiş. Hakikat yine
şüphe ile suyu kontrol etmiş ve "Gerçekten de su güzel" demiş ve soyunup
suya girmişler.





Yalan, atik bir hareketle kuyudan çıkmış ve
Hakikat'in kıyafetlerini çalıp kaçmış. Hakikat yakalamaya çalışsa da bir
türlü yetişemiş. Hakikati tüm çıplaklığı ile gören cahil halk çok
kızmış ve öfke ile ona saldırmışlar. Zavallı Hakikat kuyuya geri dönüp
utanç içinde saklanmış.





O günden beri Hakikat kuyuda saklanırken
Yalan, Hakikat'in kıyafetleri içinde toplumun sorularına cevap verirmiş
çünkü toplum hakikati tüm çıplaklığı ile görmeyi istemiyormuş...📌





(Bu da Jean-Léon Gérôme'un 1896 da yaptığı efsane ile ilgili tablo)





#Âhwal 🍃
ç________(Alıntı)


Kur’an’da Araplara ait üç putun “ismi” özellikle veriliyor.


Kur’an’da Araplara ait üç putun “ismi” özellikle veriliyor.
Acaba neden?






Nüzul sırasına göre putların ismi ilk olarak Necm suresinde geçiyor.
Yani 6 yıl boyunca putların ismi hiç geçmiyor. İlk olarak Necm suresinde
üç putun ismi verilerek şöyle deniliyor:
“Lât ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsü Menat’ı gördünüz mü?” (Necm; 53/19-20)
Sonra bunların aslında ne olduğuna geçiliyor. “Onlar” deniyor ,
gerçekte “Sizin ve atalarınız taktığı bir takım isimlerden başka bir şey
değildir.” (Necm; 53/23) Yine “Onlar” deniyor “Zanna ve nefeslerinin
arzularına tabi oluyorlar” (Necm; 53/23).
Kendi taktıkları bir takım isimler (esmâen semmeytumûhâ)…
Zan ve nefislerinin arzuları (tehve’l-enfüs) …
Demek ki “put” denilen şeyin insanın iç dünyasındaki kökü heva ve heves
ve bunlar bir takım“isimler”den başka bir şey değil. İnsanlar o
“isimlere” anlam yüklüyor ve perestij ederek yüceltiyorlar.
O
“isimlere” dokundurtmuyorlar ve etraflarında atomu parçalamaktan da zor
önyargılar oluşturuyorlar. Putları kırmak aslında bu “isimleri” alaşağı
etmek ve etraflarında oluşturulan önyargıları kırmak demek oluyor.
**
Peki, madem putlar bir takım isimlerdir, taştan tahtadan yapılmış
tasvirleri de nefislerin hevasının dışa vurmuş sembolleridir, dahası Lât
, Uzza ve Menat’ın tahtadan taştan yapılmış tasvir ve heykellerinin şu
an yerinde yeller esmektedir, o halde bu “isimlerin” hala Kur’an’da yer
alıyor olmasının ve bizzat “isimlerin” anılmasının sebebi ne olabilir?
Bu putlar öyle bir şey olmalı ki hala yaşıyor, nefislerin hevasından
kaynaklanıyor ve “isimlerinin”hala bir anlam ifade ediyor alması ve
tapınç nesnesi haline getirilmiş olması lazım.
Hem de ne anlam ifade ediyor!
Hem de ne tapınç!
Bakın nasıl…
***






“Lât” kelimesi etimolojik olarak “ilah” kelimesinin bozulmuş hali ve
mutlak otoriteyi ifade ediyor; El/Elot/Elat/Lat/Elohim/Allot//İlah…

Eski çağlarda Aramice/İbranice’ye kadar uzanan Arapça’nın kök dillerinde
kişiyi “içeriden yöneten şey”, “mutlak itaat /otorite” kaynağı
anlamında yukarıdaki kelimeler kullanılmaktaydı.
Demek ki Lât “isminin” bugünkü karşılığı “otorite” dediğimiz şeydir.
***
“Uzza” kelimesi bunu tamamlıyor. Kur’an’da kullanılan “Aziz” isminin
daha değişik söylenişi. “Güç” “kuvvet” anlamına geliyor:
Aziz/Mu’ız/Muaz/Izzet/Muazzez…
Demek ki Uzza isminin bugünkü karşılığı da “güç, kuvvet” dediğimiz şeydir.
***
Üçüncüleri olan diğer “Menat” ise yine çok tanıdık: Menna/Mamon/Money/Many/Menat/Manat…
O bildiğiniz “para” demek yani.
Çarlık Rusyası’nın para birimi: “Manat”
Bugünkü Azarbaycan’ın, Türkmenistan’ın hala para birimi; “Manat”
***
Lât: Otorite…
Uzza: Güç…
Menat: Para…
Şimdi ayeti yaşayan yorumu ile yeniden okuyalım:
“Otorite, güç ve üçüncüleri diğer para… Bunlar sizin ve atalarınızın
takdığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir… Onlar gerçekte
zanna ve nefislerinin isteklerine/arzularına tabi oluyorlar…”

Nefislerinin istek ve arzuları otorite, güç ve para arzuluyor. Bunlara
ulaşmak için, üçüne de perestij ediyorlar ve gözleri başka bir şey
görmüyor, put gibi tapınç nesnesi haline getiriyorlar…
Otoriteyi,
gücü ve parayı kendilerinde toplamak/biriktirmek istiyorlar. Bunları
elde etmek için girmedikleri kılık, atmadıkları takla kalmıyor. Bunlar
için savaşıyor, vuruşuyor, kan döküp fesat çıkarıyorlar…
Otorite: Devlet, saltanat, taht, lider, ecdad, egemenlik, sınır, ulus…
Güç: Silah, petrol, toprak, nüfus, nüfuz…
Para: Sermaye, banka, altın, gümüş, dolar, euro…
Yeryüzünde kan döküp fesat çıkarmak bunlar için olmuyor mu?
Yaşadığımız çağa dikkat ediniz…
Otorite sevdasından emperyalizm doğmuş.
Güç tapıncından faşizm doğmuş.
Para hırsından kapitalizm doğmuş.
İnsanlığın ezelî ve ebedî sorunu bu üçü; Lât (otorite), Uzza (güç/kuvvet) ve Menat (para) başka bir şey değil.
***
Ne diyor Kur’an bu üçüne karşı?:
Allah’tan başka otorite yoktur (La ilahe illallah)
Güç ve kuvvet yalnızca Allah’a aittir (La havle ve la guvvete illa billah)
Ve üçüncüsü: Mülk Allah’ındır (Lehu’l-Mülk).
Şimdi anlaşıldı mı bunların “ismi” neden veriliyor Kur’an’da.
Çünkü bunlar insanlıkta ölmeyen “isim”ler.
Yok olup gitmiş taşlar, tahtalar değil.
Bunlar yaşayan putlar: Lât, Uzza, Menat…





R.ihsan..


Nazilli Tren İstasyonu


Nazilli
Tren İstasyonu'nda, treni karşılamak için bekleyen insanların
arasındayız.. Ankara'dan gelen trenin son vagonundan inen İsmet İnönü,
peronda kendisini karşılayan insanların elini sıkarken, bir çocuk ilişir
gözüne.. Beş-altı yaşlarında olan çocuk, elinde testi ve bardakla su
satmaktadır. Çocuktan su isteyen İnönü, bardağı teslim ettikten sonra
kendisine sorulan bir soruyu yanıtlayıp başını geri çevirdiğinde,
çocuğun yerinde olmadığını görür..
İnönü'nün kasabaya gelişinin
nedeni, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ege dağlarında işgal ordusuna karşı
savaşan "Mahmut'un Ali Efe"yi Sultanhisar'daki evinde ziyaret etmektir.
Efe'nin evine gelen İnönü'yü bir sürpriz bekler ; Nazilli İstasyonu'nun
kalabalığında bir an görünüp kaybolan su satan çocuk orada, Mahmut'un
Ali Efe'nin kapısının önünde gülümsemektedir. Efe'nin komşusu Terzi
Mustafa Bey'in oğlu olan çocuğa adını sorar İnönü : "Hulusi Samim,
efendim."
Hulusi Samim, o anı hayatı boyunca hiç unutmayacaktır...
En çok da mutlaka okumasını söyleyen İnönü'nün okul masrafları için
kendisine verdiği 100 lirayı..
Nazilli İlkokulu'nu bitiren Hulusi
Samim, girdiği öğretmen okulu sınavlarında Türkiye birincisi olur. Ne
var ki babasının maddi gücü yoktur. Terzi olduğu için "Kesim" soyadını
alan babası Mustafa Bey'in bir meslektaşı girer devreye ve Hulusi Samim
onun katkısıyla Ortaklar Öğretmen Okulu'na kaydedilir.. 1961 yılında,
arkadaşlarına her hafta evlerinden zarf içinde gelen harçlıklar
dağıtılırken, böyle bir anı hiç yaşamamış olmanın hüznüyle mezun olur
okuldan.. Önce Aydın, Atça ilçesi, Kılavuzlar Köyü ilkokulunda görev
alır. Ardından Diyarbakır Kayagediği köyüne atanır. Öğretmenlikteki
başarısı öne çıkınca, MEB'nın Halk Eğitim Müdürlüğü'nde görev almak
üzere Ankara'ya davet edilir. Bunu fırsat bilerek, Ankara Üniversitesi
Kamu Yönetimi'ne kayıt yaptırır..
Memuriyeti ve öğrenciliği
nedeniyle yoğun çalışma temposu içinde bir yandan da ders kitapları
kaleme alır.. İlkokul ve ortaokulda okutulan "Sosyal Bilgiler" ve
"İnkılap Tarihi" kitaplarının kapağında onun adı Samim Kesim yazmaktadır
artık.. Özel yayınevleri kendileriyle çalışması için teklif üstüne
teklif yapar. O, hiç tereddüt etmeden şu yanıtı verir : "Beni devlet
okuttu.Eğitim hayatımı devletin bursu sayesinde tamamladım. Yazdığım
kitaplardan telif alamam.."
Kız meslek liselerine alınacak dikiş
makineleri için görevlendirilir.. Açılan ihaleyi kazanan firma
temsilcisi Hulusi Samim Bey'e ev adresini vermesini ister. "Neden ?"
siye sorduğunda, hediye olarak o yıllarda çok zor satın alınan bir
televizyon gönderecekleri yanıtını alır. O an, elindeki tüm belgeleri
yırtar ve ihalenin iptal edildiğini söyler..
Gazi Üniversitesi Müzik
Öğretmenliği Bölümünde öğrenci olan kızı Feray, bardaktan boşanırcasına
yağmurun yağdığı bir akşam vakti okuldan çıkar.. Önünden geçen
arabaların yağmur sularını üstüne sıçratması yetmediği gibi, belediye
otobüsü de durağa gelmekte gecikmiştir. Babasının arabasının geldiğini
görünce rahat bir nefes alır.. Sıkıntısı sona erecek, ıslanmak bir yana,
soğuk kış günü üşümekten de kurtulacaktır. Otobüs durağına yanaşan
araba yavaşlayarak durur ve arka camı usulca aşağı doğru açılır.
Pencerede bir şemsiye görünür !.. Şemsiyeyi uzatan Samim Bey, "Al
kızım," diye seslenir, sonra da camı kapanan araba uzaklaşır duraktan..
Eve uzun bir süre sonra, sırılsıklam dönen Feray, masasına oturmuş
yazdığı yeni ders kitabı için çalışmakta olan babasına dargın ve kızgın
bir dille seslenir : "Baba, ne yaptın sen bu akşam ?"
"-Ne yaptım kızım ?"
"Yağmur altında ıslandığımı gördüğün hâlde beni arabana almadın.."
"-O araba benim değil ki kızım, devletin.. Benim olan şemsiyeydi ve yağmurdan korunman için onu sana verdim !"





Sunay Akın


Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı AtaTürk


"Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı AtaTürk elinde portakal tutuyor...
Ne?var bunda!
sıradan bir hadise işte" diyenler olabilir...!





Bu portakallar
1930lu yıllarda İtalya’dan getirildi
ve Mersin Antalya ve Ege’nin bazı bölgelerinde aşılandı...
Buraya kadar sorun yok!
Okuyun bakalım!
Ardından ne? Gelecek..!





İskenderun Demir Çelik fabrikası,
Nazilli Basma fabrikası,
Kayseri Sümerbank tekstil fabrikası,
Şişecam fabrikası,
Aliağa rafinerisi
Ve daha bir çok fabrika RUSLAR tarafından yapıldı!
Ve parası portakal ile ödendi..!






Türk sanayisinin omurgasını oluşturan bu hayati tesisler sayesinde, hem
onbinlerce insanımız iş buldu, hem de Türkiye milyarlarca dolarlık
ithalattan kurtuldu, dışarıya bağımlılığı azaltıldı.





*





Ve, bunların karşılığında bir lira bile ödemedik… Hepsinin parası, sebzeyle meyveyle narenciyeyle ödendi.





Tıpkı!
Aynı yıllarda çay bitkisinin Rize’ye getirtilip ekildiği gibi..!
Tıpkı!
1927’de çıkartılan yasa ile;
“Fındık fidesinin” ihracatının yasaklanıp!
Ordu ve Giresun’un fındık yetiştiren il olarak kabul edilmesi
Ve devamında fındık kongresinin toplanması gibi..!





Demem o ki!
O portakal çok önemli❤️


Bunlara


Bunlara gerizekalı dediğimde bana kızıyorlar, ya şimdi olayı kısaca anlatacağım bana hak verip vermemek sizin düşüncenizde...
Rusya'dan Antalya'ya erken rezervasyonla 20 dolara herşey dahil müşteri
alıyor Rus turizm acentaları.Velhasıl Antalya otellerinin %98'i bu
şekilde acentalar ile çalışıyor.Sonuçta bu paranın 10 doları bizim
otellerimize kalırken geri kalan 10 doları ise Rus turizm acentalarına
kalıyor.Ülkelerindeki ekonomik sıkıntıdan dolayı İki yıldır fiyatlara
zam yapılamıyor,düşününki 30 dolara müşteri bulamıyorlar Antalya'daki
herşey dahil sistem otellere.Şimdi asıl konuya gelirsek bu Rus
acentaları Türk Turizm Bakanlığından uçak başına 5.000 dolar turizm
teşvik pirimi ile %50 yakıt desteği alıyorlar.Üstüne havalimanı ücreti
de ödemiyorlar.Her uçak ise ortalama 200 Rus turist getiriyor.Peki kişi
başı otellerimize ne kadar kalıyordu? 10 dolar x 200 = 2000 dolar, biz
ne ne kadar veriyoruz bu adamlara? 5000 dolar+uçak yakıtı !..

Gelelim Bodrum'a, Almanların TUI Turizm Acentasına bağlı Mein Schiff
gemileri buranın limanına uğruyor,nitekim gemilerin hepsi öğlene doğru
gelip akşama doğru gidiyorlar. Alman Firması gemilerindeki yolcu
sayısıyla isim listesini limana teslim ediyor ve getirdiği her yolcu
başına Türk Turizm Bakanlığından bu firmanın hesabına 30 dolar turizm
teşvik pirimi yatıyor.Eğer 2500 yolcu getirmiş ise 30x2500= 75.000
doları cebine atıyor,fakat çoğu zaman Bodrum esnafı bu yolcuları
görmüyor bile,yine çoğu bırakın yemek yemeyi bir çay veya kahve dahi
içmeden gemisine geri dönüyor.Yalnız buradaki asıl olay Mein Schiff
gemileri Bodrum'dan sonra Yunan Adalarına uğruyor ve Yunanistan bu
gemilerden yolcu başına 27 dolar liman hizmet ücreti olarak para
alıyor.Anlayacağınız Bodrum'a kısa süreli uğrayan bu gemilerin hepside
aslında Yunanistan'daki liman konaklamalarını bedavaya getirmek için
Bodrum'a geliyorlar.Yoksa sevdiklerinden değil yani !...
ÖZETLE PARAYI TÜRKİYE'DEN ALIP YUNANİSTAN'A VERİYORLAR !.
Şimdi bu gerizekalılar birde biz turizm yapıyoruz diye
övünüyorlar,halbuki yabancı turizmcilerin tecavüzüne uğruyorlar
haberleri yok !..
Evet,tekrar tekrar söylüyorum bunlar gerizekalı !
Haksızmıyım? :)
Haydin afiyet olsun...


BABA....!!!!!!!!



Yaşlı bir baba…
Kuzu etinden imal edilmiş yaprak döneri çok severmiş…
Bir gün canı yaprak döneri çok çekmiş.
Babasının isteğini fark eden oğlu,
almış babasını ve güzel bir lokantaya götürmüş…
Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş…
Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış…
Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş…
Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış.
Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış…
Nihayet yemek bitmiş ve oğlu babasını alıp lavaboya götürmüş, elini-yüzünü iyice yıkamış, üstünü-başını silip temizlemiş, saçını-sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış, ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…
Lokantada bulunanların hakaretamiz bakışları hâlâ onların üzerinde…
Hiçbir bakışı umursamayan çocuğun ise yüzünde hep tebessüm varmış, babası çok sevdiği yemekten yiyip lezzet aldığı için…
Yemek parasını ödeyip çıkıyorlardı ki, arkalardan yaşlı bir amca seslenmiş:





– Hey evlat, burada bir şey bıraktığını unutmadın mı?
Az düşündükten sonra çocuk cevap vermiş:
– Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!
Yaşlı amca:
– Hayır evlat, yanılıyorsun. Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun!





Şaşkınlık içinde:





– Ne bırakmışım ki amca?!
– Sen burada, her evlat için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp da gidiyorsun!…
Tam bir sessizlik hâkim olmuştu salona…
Herkes yaptığından, düşündüğünden utanç duyuyordu…
Unutmuşlardı bir an, her sıkıntıda babalarına sığındıklarını:





– Baba! Şunu istiyorum.
– Baba! Bana şunu al.
– Baba! Şu okulda, şu üniversitede okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor.
– Baba! Okul masrafları için şu kadar para lazım.
– Baba! Falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver.
– Baba! Doğum günümde bana ne aldın?
– Baba!…
– Baba!…
Ama bir defa olsun dememişlerdi sanki:
– Yanımdasın ya baba, benim için her şeye değer ve yeter!…
– Babam! Senin yanında olmak benim için bir dünyadır…





Hep sahip olmak istediklerimizden söylenip durduk, yokluklarımızdan sitem edip şikâyetçi olduk…
Ama belki de hiç sormadık ona:





– Baba! Senin benden bir isteğin var mı..?





Çoğumuza sormuşlardır kesin çocukluğumuzda, “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” diye.






İlk başta “Her ikisini.” desek de az ısrar sonucu utanarak, sıkılarak
kısık sesle, “Annemi.” diyorduk; buna rağmen baba içindeki acıyı bize
hissettirmeden tebessüm ediyordu.
Kim bilir, belki de herkesin yanında utanıyordu…
Ama bir gün gelir de kayıp giderse elinden, aile fertlerinin güzel
yaşaması için ne tür zahmetlere katlandığını işte o zaman anlarsın.
Cennet ayaklarının altında olmasa da…........





------------------------------------------------------------------
Bu yazıyı okuduktan sonra şu duayı yapmak geldi içimden...






"Allah'ım Ben evlatlarımdan razıyım Allah'ta onlardan razı olsun...
RAB'BİM herkese BABAYA, KARDEŞE, AKRABAYA, KOMŞUSUNA KİMSESİZE BAKAN,
VATANA, MİLLETE, HERKESE HAYIRLI EVLAT nasip etsin inşallah.."


Rabia Arapça’da “dördüncü” demektir.


Rabia Arapça’da “dördüncü” demektir.
Öyle sanıldığı gibi mübarek ve anlamlı bir isim değildir.
Çünkü Arap kültüründe, kız çocukları insandan sayılmadığı için, kızı olanlar isim vermez numara verirlerdi.





Vahide isim değildi, birinci demekti. İlk doğan kıza verilen numaraydı.





Saniye ikinci demekti, ikinci kızı olana verilen numaraydı.





Selase ve Bite isimleri üçüncü demekti, üçüncü doğan kızlara verilen numaraydı.





Rabia da dördüncü demekti, dördüncü doğan kıza verilen numaraydı.
Bizimkilerde Rabia’yı çok mübarek ve çok dini içerikli bir isim
zannederler, bilmiyorlar ki Araplar, insandan saymadığı ve isim vermeye
lüzum görmediği kız çocuklarına işte böyle numara takarlardı, tıpkı
otomobillere takılan plakalar gibi.!





Dünya kurulduğundan beri kız çocuklarını, diri diri toprağa gömen kültüre sahip tek millet Araplardı.
Bunun esas sebebi ise, tefecilik yapan, fahiş faizlerle verdikleri
paraları ödeyemeyen kişilerin kızlarına, karılarına el koyup pazarlayan
insafsız ve ahlaksız, Arap egemenlerinin eline düşmesinden korkan
Araplar, yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek bu
akıbetten koruduklarını zannederlerdi..





Peki o çağlarda Türk’ler nasıldı?
Türk’ler kız çocuklarına, hatunlarına değer veren, onları önemseyen,
insan yerine koyan, komutanlar ve hakanlar gibi yetiştiren tek tanrılı
dine mensup bir milletti.
Ve insan hakları açısından da çağdaş kültürün örneklerini vermiş önder uluslardandı.





Eski Türkçe’de “namus” sözcüğü yoktu çünkü namussuzluk nedir bilmezlerdi!





Türk geleneğinde kadın arkadaştı, kadın anneydi, kadın sevgiliydi, tek başına bir devletti.





Kadın dövmek malesef Türk’lerin arap kültürüyle tanıştıktan sonra başlayan bir olaydır.
Eski Türk kültüründe, örfünde kadın her zaman el üstünde tutulurdu.
Tarihe geçmiş Cengizhan’ın eşi için söylediği
“Ben sizin han’ınızım, bu da benim han’ım” sözleriyle dilimize yerleşen “hanım” kelimesi de bunu göstermektedir!
Yani KADIN EVİN HANIYDI,





Mustafa Durmuş’ un Tomris’ ten Rabiya’ a adlı kitabından...


SAKALLI CELAL...


TC Erdal Kılıç
11 saat






Deniz Bakanı bir paşanın oğlu olarak İstanbul'da dünyaya gelir.
Yaşıtları oyuncaklarla oynarken o kendi kendine harfleri öğrenerek ev
halkını şaşkına çevirir. İlkokul çağında konaktaki odasından çıkmaz,
durmadan deniz lisesine giden ağabeylerinin kitaplarını okur. Babasının
“henüz yaşın küçük” demesine rağmen, Fransızca dersleri alır ve kısa
sürede mükemmel Fransızca öğrenir. Dönemin en iyi eğitim veren okuluna,
Galatasaray Lisesi’ne, 1896 yılında başlar. Fransızcası çok iyi
olduğundan hazırlık okumaz. Derslerinde olağanüstü başarılar elde eder.
Burada geçirdiği 11 yıl; özgür, bağımsız, aydınlanmacı kişiliğinde çok
etkili olur. Okulunu bitirdiğinde, muhteşem bir Fransızcası ve elinde
her kapıyı açan Galatasaray diploması vardır. Basit memurluklarda gözü
yoktur. Tevfik Fikret Galatasaray Lisesine müdür olunca bu dahi adamı
elinden kaçırmaz ve okulda öğretmenlik yapmasını sağlar.
Nazım
Hikmet gibi birçok gence ders verir. Öğrencilerine, "Koridorda asılı
olan ceket benimdir. Cebinde param var. İhtiyacınız kadarını
alabilirsiniz" demektedir. Bir süre sonra Devlet, Fransızcası kuvvetli
35 genci sınavla Fransa ve İsviçre’ye yüksek öğrenim için gönderir.
Bunlardan biri de Celal’dir; Sorbonne’da Siyaset Bilimi okumaya başlar.
Ailesine mektup yazarak devlet büyüklerinden Makine Mühendisliğine
geçmesini sağlamalarını, kabul edilmezse kendi paraları ile okutmalarını
rica eder ama aile bunu reddeder. “Devlet neyi uygun görmüşse onu
tahsil et’’ cevabını alır. Bir daha asla kesmemek üzere o gün sakalını
uzatmaya başlar.





Fransa’nın en büyük yazar, şair ve
düşünürleriyle fikir alışverişinde bulunur. Hür beyni daha da
aydınlanır. “Devletin parasını yediğimiz yeter’’ deyip diploma almadan
ülkesine döner. Üsküp’e Fransızca öğretmeni olarak gönderilir. Burada
öğrenciler ve halk kendine hayran kalır. Kendi parasıyla okulun önüne
futbol sahası yaptırır. Fransa’dan toplar getirtir. Öğrencilere don ve
fanila diktirir. Futbolu öğretir. Fakat bölgedeki yobazlar onu şikâyet
ederek okuldan attırır. Sebebi; futbol günahmış! Çünkü Yezit’ler Hz.
Hüseyin’in başını keserek yerde top gibi oynamışlar, futbol onu temsil
ediyormuş.





İstanbul’a döner. Trablusgarp’ta Mustafa Kemal ve
askerlerinin zor durumda olduğunu öğrenir. Bir tekneye mühimmat doldurup
yola çıkar. Fakat yolda İngiliz devriye teknesi yollarını kesince
arkadaşlarının “silahımız var vuruşalım’’ fikrine karşı çıkar;
“silahları değil aklımızı kullanacağız.’’ Muhteşem dili ve siyasi
bilgisi ile İngiliz komutanına bu silahları Fransızlara direnen Tunuslu
mücahitlere götürdüklerine inandırır ve Mustafa Kemal’e ulaştırır. Silâh
altına alınmak ister ama “ülkeye öğretmen lazım’’ denilerek Kastamonu
Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak gönderilir. Fakirlik, hastalık ve
cehaletin olduğu bir dönemdir. Şehirde frengi vardır, bununla mücadele
eder. Öğrencilere yabancı dilin yanı sıra tarih ve hayat bilgisi
dersleri verir. Yobaz zihniyet onu bir kez daha hedef alır. “Dini bütün
yerde başı açık geziyor, çocuklara Fransız devrimini anlatıyor, ayaktopu
oynatıyor günahtır” diye İstanbul'a şikayet ederler. Görevden alınır,
İzmit Lisesi’ne gönderilir. Burada büyük şair Yusuf Ziya Ortaç ile
tanışır. Ölümünden sonra Ortaç; “Celal beyin cenazesine gitmedim. İnsan
kendi tabutunun arkasından yürüyebilir mi?” diyerek dostluklarının
büyüklüğünü gösterecektir.
Sakallı Celal buradan Ankara Lisesi’ne
müdür yardımcısı olarak atanır. Burada da öğrencilerine sürekli
aydınlanmayı, akıllarını kullanmayı ve hurafelerden uzak durmaları
gerektiğini öğütler. "Çocuklar evlerinde ve camide din öğrenebilir ama
Fransızca öğrenemez’’ diyerek din dersi saatini azaltarak Fransızca
derslerini arttırır. Okulun lağımı taşar, kimse ilgilenmeyince kendisi
açar. Koskoca müdür yardımcısı bu işi yapar mı diye ona işten el
çektirirler. Sakallı Celal tepki olarak diğer gün bir boyacı sandığı
bulur ve okulun önünde öğrencilerinin ayakkabısını boyar. Mevzuatı
delerek Türkiye’de ilk kez İstanbul’dan bir bayan öğretmen getirtir ve
atamasını yaptırır. Çok büyük tepki alır. Bakanlıktan bir yazı gelir.
Yazıda “Yükseköğrenimde öğrenci boşluğu olduğundan son ve bir önceki
sınıfların durumlarına bakılmaksızın mezun edilmesi gerektiği’’
yazmaktadır. Hiç beklemeden burası “boyacı küpü’’ değil diyerek bir daha
dönmemek üzere öğretmenlikten istifa eder...
Aydın’a incir
fabrikasına işçi olarak gider. Fabrika yönetimine ve üreticilere incir
ve üzüm tarımının geliştirilmesini, taşınmasını, kurutulmasını ve
paketlenmesini modern tekniklerle öğretir. Fransızca bilen, muhteşem
silah kullanan ve fabrikanın karmaşık makinelerini tamir edebilen bu
adam aranan biri haline gelir ve “ustabaşı’’ olur. İşçilere okuma yazma
ve Fransızca öğretir. Fabrika sahibine modern teknikleri, çiftçilere ise
kooperatifleşmeyi öğretir. Hasta bir işçi ve fakir bir köylüye maaşını
verdiği için Komünist diye şikayet edilir. Polis evini basar, evde
Komünizme ait belgeleri bulamayınca yerini sorar. Sakallı Celal
kafasının içini göstererek “İşte burada’’ diye cevap verir. Duvardaki
Marks portresi içinse "dedemdir" der. Fabrikada sağ işaret parmağı
makineye sıkışır ve ucu kopar. Soranlara “O zaten komünist parmağımdı
bir şey olmaz’’ cevabını verir. Birgun hakkındaki iftiralardan bunalır
ve evindeki bütün eşyaları işçilere dağıtıp bir çuval kitapla Ankara’ya
döner. Oradan da İstanbul’a…





İstanbul’da onu tanıyan dönemin en
büyük şair, yazar, avukat ve kalburüstü aileleri evlerine sohbetini
dinlemek için davet ederler. Çünkü muhteşem bilgisi ve konuşma yeteneği
vardır. Çöpçülerin aldığı maaşı düşük bulur. Bunu protesto etmek için
Vali konağının önünü süpürmeye başlar. O sırada oradan Rasih Nuri İleri
ile hocası Prof. Kerim Erim geçmektedir. O günü İleri şöyle anlatır;
“Hocam, Profesör Kerim Erim bir anda fırlayıp yerleri süpüren sakallı
bir çöpçünün elini öpmeye başladı...’’





Sakallı Celal Maddi
sıkıntı çekse de hayatı boyunca kimseden para yardımı kabul etmez.
Elinde büyüyen Mehmet İsvan çok zengin bir iş adamı olur. Hocasına hesap
açar fakat öldükten sonra tek bir kuruşuna dokunmadığını görür. Hayatı
boyunca hiç sigara ve alkol kullanmaz. "Türkiye, doğuya yol alan bir
geminin güvertesinde batıya koşan insanların ülkesidir" ve "Bu ülkede
ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisizdir." sözleri ona aittir.

1962 yılında hayata gözlerini yummadan önce vasiyetinde; “Mustafa
Kemal’i seviyorum. Ona olan güçlü özlemimle ölüyorum. Onu öpmek,
koklamak isterdim" der. Kaynak olarak kullandığım “Sakallı Celal’’
isimli eserin yazarı Orhan Karaveli şöyle diyor; "Tek isteği vardı
Sakallı Celal Beyin, Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan giderek aydınlık
günlere ulaşması…"





-Tarık Barbaros Plevneli sayfasından-


YOBAZ'IN KEMİK YAPISI !!!...



**
Bektaşi cuma'ya gitmiş. camide hoca yüksekçe bir yere çıkmış boyuna nutuk atmakta...
Hem de şarap içenleri açıkça kınamaktadır.





Bektaşi can kulağıyla dinlemeye başlamış, hoca devamlı şarap
içenler öbür
tarafta her türlü ceza görecek. Şarap içmeyenler her türlü sefa
görecek. Hatta herbirinin emrine kırk huri verilecek...
Huriler şöyle güzel,böyle hoş,başka türlü...





Şarap içenlerinse içtikleri her şişe şarap, kıl köprüden geçerken
boyunlarına asılacak..!!! demis.
Bektaşi dayanamamış durduğu yerden seslenmiş:
"hoca efendi şişeler dolu mu olacak, boş mu!"





Hoca gürlemiş "bre zındık sen dolu şişelerle öbür tarafı meyhane
mi sanırsın?"





Bektaşi boynunu büküp itiraz etmiş:





"İyi ama hoca, adam başı kırk huri ile sen de öbür tarafı kerhane
mi sanırsın?"


İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ONKOLOJİ ENSTİTÜSÜ BAŞKANI PROF. DR. ERKAN TOPUZ


1. Günde En Az 6-7 Saat Karanlık Odada Uyuyun





2. Haftada En Az 6 Gün Erken Yatın, Erken Kalkın





3. Elektronik Araçlardan Uzak Durun. Kullanmadığınız Zaman Açık Ve Yanınızda Tutmayınız





4. Bilgisayarınızı Açık Tutmayın





5. Telefonda Kısa Konuşun





6. Cep Telefonu İle Konuşmanız 30 Saniyeyi Geçmesin





7. Şampuanlar Ve Duş Jelleri Kanserojen. Vücudunuzu Sabunla Temizleyin Ve Bol Bol Durulanın





8. Zaman Zaman Yalın Ayak Toprakta Yürüyün





9. Giydiğiniz Terliğin Lastik- Plastik Olmamasına Dikkat Edin





10. Gece Uyurken Odadaki Televizyonu, Bilgisayarı vs Fişten Çekin Veya Ana Düğmesinden Kapatın





11. Cep Telefonunuzu Gece Uyurken Yattığınız Odada Bulundurmayın





12. Haftada 4 Kez Balık yiyin ve Balık Çorbası İçin Balığın Kılçığı Kanser Önleyicidir. Mümkünse Balığı Kılçığı İle Yiyin





13. Zerdeçal’ı (Turmerik) Bol Bol Kullanın Salatalarınıza Ekin, Çorbanıza Köftenize Koyun





14. Günde İki Bardak Domates Suyu İçin





15. Tuz Kullanmak İstiyorsanız Kaya Tuzu Kullanın





16. Zeytinyağı faydalı sabah kahvaltısında bir çorba kaşığı zeytinyağının içine kekik, nane, köri, koyup yiyin





17. Esmer Pirinç Tüketin





18. Zeytin Çok Yararlı Bol Bol Tüketin





19. Yağsız Peynir Ve Keçi Peyniri Yiyin


BULDAN


BULDAN"lı Hemşehrimiz: Prof Dr Ahmet Küçükusta: Tüm sağlık reçeteleri yalan dedi sosyal medya sallandı...
Prof. Küçükusta: Tüm sağlık reçeteleri yalan‼
Profesör Ahmet Rasim Küçükusta ezberleri bozdu.
Dünya sağlık kartellerini eleştirdi. "Hastaneye giderseniz sizi zorla hasta ederler" dedi.
- Mr'ların yüzde 90'ı gereksiz yere çekiliyor.
- Kanser taramalarının çoğu kandırmaca. Insanlar kendilerini kullandırmasın.
- İlaçların çoğu boşa veriliyor. Yüzde 37'si çöpe gidiyor.
- Antibiyotik yazan değil, yazmayan doktor makbuldür. Ama bizde tam tersi geçerli maalesef.
- Grip aşılarının etkinliği sıfır.. Ben hayatta vurdurmam.
- Her yıl gereksiz yere binlerce biyopsi yapılıyor, röntgen çekiliyor.
- Leblebi çekirdek yer gibi anjiyo yapılıyor. Stent takılıyor. Bunlar vücuda zarar veriyor. – Check-up kampanyaları gerçek bir tuzak. Akciğer filmi vücudunuza zarar veriyor.
– Insanlar kendiliğinden geçecek hastalıklar ıcın kesinlikle hastanelere gitmesinler. Tahliller vücuda radyoaktif ışın veriyor. Gereksiz ilacın faydası yok zararı var.
– “Başlangıç” diye birşey uyduruldu. Hastalara, alzheimer, reflü, astım başlangıcı teşhisi konuyor. Amaç hastayı boş çevirmemek. Başlangıç diye birşey yok. Ya hastasın ya değilsin.
– Kolestrol ilaçlarının tedavi yüzdesi çok düşük. Zararı daha fazla. Hayat tarzınızı değiştirmek ilaçtan çok daha etkili. Doğal beslen, hareket et bu beladan kurtul.
– Nodül çok abartılıyor. Nodülün kansere dönüşme ihtimali çok düşük. Bunun için gereksiz tahlil ve teşhisler yapılıyor.
– Vitamin haplarının sağlam insanlara hiçbir faydası yok. “Ben yorgunum” diye vitamin hapı alınmaz.
– Köpek balığı kıkırdağı ile kanser tedavi edildiği iddiası tamamen uydurma. Köpek balıklarının kansere yakalanmadığı düşüncesi de safsata. Bu hayvanlarda kırk çeşit kanser tespit edildi.
– “Bitkisel ilaçların hepsi masumdur. Yan etkisi yok” düşüncesi doğru değil. Unutmayın, haşhaş, tütün, zehirli mantar da birer bitki…
ayçiçek yağı, Mısır özü yağı, margarin ve trans yağ içeren ürünleri kullandın.


''GÖÇ''...1950



KÜRK MANTOLU TÜRKLER ...
Bu fotoğraf, LIFE dergisi fotoğrafçısı Jack Birns tarafından
1950 yılında Edirne Tren Garı'nda çekilmiş.
Kadınların hepsinin üzerinde kürk olmasının nedeni ise;
Bulgaristan'ın göç eden Türklerin yanlarına sadece elbiselerini almalarına izin vermesi.
Ömürlerinde hiçbir zaman kürk giyme fırsatı bulamayacak olan bu kadınlar, ellerindekini satıp parasıyla kürk alıyorlardı ki;
Türkiye'ye geçtiklerinde kürkü satarak en azından bir miktar paralarını kurtarmış olabilsinler..,
Dünya tarihinin en üzücü sahnelerinden biri de 1950'li yıllarda Bulgaristan Türklerinin maruz kaldığı insanlık dışı muameledir. Bu süreçte taşınmaz mallarının bir çoğunu arkasında bırakan Bulgaristan Türkleri taşınabilir mülklerini yanlarında götürmek istemiştir; ancak faşizan bir yönetime sahip Bulgar hükümeti Türklerin yalnızca kıyafetleri ile gitmesine izin vermiştir.
Gidecekleri yurtta kendilerini neyin beklediğini bilmeyen Bulgaristan Türkleri hem daha sıcak tutması hem de her yerde satıldığında iyi para etmesi hasebiyle kürk satın alarak Türkiye'ye gelmişlerdir. Kürklerle zengin bir hanım portresi çizilse de aslında fotoğrafın ardında bir dram vardır


İDDİA MAKAMINA!



Bir davada tanıklık etmesi için kürsüye yaşlı bir teyzeyi çagırırlar
Kadın yerine oturur ve davalının avukatı kadına yaklaşır
Ayşe Hanım
Beni tanıyor musunuz ?
Yaşlı teyze cevap verir
Ah evet Avukat Bey sizi çocuklugunuzdan beri tanıyorum
Siz taa o zamanlar bile aileniz için tam bir baş belasıydınız
Sürekli yalan söylüyorsunuz, karınızı komşunuzla aldatıyorsunuz, en yakınım dediginiz insanların arkasından konusuyorsunuz, 2 lira fazla kazanmak için herkesi satarsınız
Davalının avukatı başta olmak üzere bütün salon şok olur
Adam ne yapacagını bilemez bir halde kadına tekrar sorar
Peki Ayşe Hanım, ya karşı tarafın avukatını tanıyor musunuz ?
Kadın yine cevaplar
Elbette tanıyorum
Çocuklugunda ona dadılık yapmıstım
Tembel, ödlek ve alkolik adamın tekidir
Etrafında bir tek dostu yoktur ve herkes onun hala geceleri altına kaçırdıgını söylüyor
Yine herkes şokta
Bütün salonu bir ugultu kaplar
Hakim kürsüye tak tak tak vurup herkesi susturur ve her iki tarafın
avukatını da kürsüye çagırır ve ikisine de egilmelerini söyleyerek
kulaklarına şunu fısıldar
Eger bu kadına beni tanıyıp tanımadıgını sorarsanız anam avradım olsun ikinizi de harcarım.






İki Lahmacun Ama


Yaşı 70’e dayanmıştı Mamed Baba’nın.
İki
katlı evinin üst katını oğlu ve gelinine vermiş kendisi de kapıcı
dairesi gibi olan alt katta hayatının son günlerini sürdürüyordu.

Hayatı boyunca çalışmış helal rızk peşinde koşturmuş, dişinden
tırnağından arttırdığı bir miktar para ile de gecekondu karışımı bu yeri
on sene önce alabilmişti..çok şükür borcu da bitmişti.
Ayda bir
aldığı Bağkur emekliliği maaşı ile de namerde muhtaç değildi, nasıl olsa
kira da vermiyordu. Kıt kanaat geçiniyordu çok şükür.
Oğlu da iyi bir meslek sahibi idi zengin değildi ama fakir de sayılmazdı.
Mamed Baba, gelininin arada bir iğneleyici sızlanmalarına da
“cahildir, ileride anlar iyiyi kötüyü” diyerek duymazdan gelirdi hep..
İhtiyarlar devamlı hoşgörü timsali idiler. Kiymetli oğlunun ve
gelininin haftada bir ziyareti,somurtarak da olsa bir iki defalık
verdikleri bir tas yemeğe memnun olurlardı garipler.
Günlerden pazar, vakit de öğle idi Mamed Baba fırına gidip iki ekmek almıştı.
Fırıncı: “Mamed emmi, akşam için lahmacun malzemesi verdi senin oğlan,
ne zaman hazır olsun? Bana demedi, var mı bir bilgin?” diyen sorusunu da
“haberim yok oğlum” diye cevaplamıştı.
Eve geldiğinde de 50 yıllık
hayat arkadaşına “Ayşe Hanım oğlan fırına lahmacun malzemesi vermiş
akşama nasib olur herhalde, akşama bir şey zahmet etme iki tane verir ne
de olsa” diyerek ümitle beklemeye başlar.
Akşam namazı için
hazırlık yaparken oğlunun, elinde lahmacun dolu tepsi ile binaya
girdiğini görür tesadüfen...şimdi gelir şimdi gelir diyerek bekler
lahmacunu.
Vakit gece yarısına gelir artık ümidi biter iki sıcak lahmacun hayalini iki soğuk lahmacuna dönüştürür.
Gece yarısına kadar bekle babam bekle ama nafile..! Gelmez açlık ve üzüntüyle beklenen o iki lahmacun..!





Mamed Baba sabah erkenden kalkar, mahalledeki eski arkadaşının oğlu emlakçının yolunu tutar.





Üçüne beşine bakmaz evi satar. Ve bir şart koşar: “ben ölünceye kadar evde oturmam şartıyla” diyerek ekletir tapu kaydına.
Oğlanı hemen çıkartabilirsiniz diye de tembihler...
Bir kaç gün sonra oğlunun heyecanlı, koşarak ve büyük bir merakla kapıya geldiğini görür. Oğlu içeri girmeden sorar..
-Baba bugün iki kişi geldi ve evi boşaltmamı, senin evi sattığını
söyledi. Böyle bir şey yok değil mi? Haydi, satmadım de, diye bağırır.
Mamed Baba susar seslenmez,
-Baba ne oldu, dilini mi yuttun? de haydi yalan desene..!
-Diyemem oğlum sattım, tapularını da verdim der, Mamed Baba.
Oğlan şokta nutku tutulur, olduğu yere çöker ve “niye baba niye.. Kaça sattın bari...onu söyle...” der.
Mamed Baba buğulu gözlerle burnunu çekerek,
-İki lahmacuna oğlum, iki lahmacuna sattım burayı der ve girer içeriye..:
(Alıntı)
*****
Bize bir ev tahsis etmeseler de;
Çok kültürlü, diplomalı olmasalar da;
Öldüklerinde bir miras bırakacak olmasalar da sadece anne ve babamız
olmaları, onları sevip saymamız, ilgilenmemiz ve gerekiyorsa bakmamız
için kafi bir sebeptir.
Onlar bizim dünyaya geliş vesilemiz ve velinimetimizdir.





Cenab-ı Allah da Kuran’da:
“Ve Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya, babaya
iyilik etmenizi emretmiştir; onlardan biri, yahut her ikisi, senin
yanında ihtiyarlık çağına ererse onlara üf bile deme, azarlama ve onlara
güzel ve iyi söz söyle.” (İsra Suresi 23. Ayet) buyuruyor.





Allah hepimize anne ve babalarımıza iyi evlatlar olmayı, onlara iyi davranmayı ve rızalarını almayı, evlatlarımızın da bizleri sevip saymalarını nasip etsin inşallah.






Allahümme Salli Ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina muhammed ..❤️🌹