26 Nisan 2025 Cumartesi

Satranç

 

Satranç Hindistan'da yaklaşık 1500 yıl önce bulunmuş klasik bir strateji oyunudur.

Efsaneye göre Hint İmparatoru danışmanlarına, çocuklarının savaşta iyi düşünen başarılı birer general olmaları için bir yol bulmaları talimatını vermiş ve bu talimat üzerine imparatorun danışmanlarından Herssabbin Dahire adlı bir Hint düşünürü satranç oyununu bulmuştur.


Daha sonra Hint İmparatoru, bir satranç takımını, yanında bir mektup ile birlikte, hediye olarak Pers İmparatoruna göndermiş. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmamış, sadece:


"Pers İmparatoru'na:

Kim daha çok düşünüyor,

kim daha iyi biliyor,

kim daha çok ileriyi görüyorsa o kazanır.

İŞTE HAYAT BUDUR." diye yazmış.


Pers İmparatoru bu mesajı dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile paylaşmış ve ondan önce oyunu çözmesini, sonra da karşılık olarak Hint İmparatoru'na hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini istemiş.


Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir. Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana böylesine direnmesi de son derece etkileyicidir.

Tavlanın 4 köşesi 4 mevsimi, içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı, pulların toplamı ayın 30 gününü ,siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatini simgeler..


Buzur Mehir'in bulduğu oyunu çok beğenen Pers İmparatoru, Hint İmparatoru'nun hediyesine karşılık olarak bir tavla takımı göndermiş. 

Hediyesine iliştirdiği mektupta ise şöyle yazıyormuş:

"Hint İmparatoru'na:

Evet,

Kim daha çok düşünüyor,

kim daha iyi biliyor,

kim daha çok ileriyi görüyorsa o kazanır.

ama şansı da unutmamak gerekir.

İŞTE HAYAT BUDUR."

Albert Einstein’in Kızına Yazdığı Mektup


Burada, Albert Einstein’ın kızı Lieserl’e yazdığı bir mektubu yayımlıyorum. Büyük bir bilim insanı, tanınmış bir dahi olarak, ona sevginin büyük gücünden bahsediyor. Onun sözleri, insan doğasını ve insanların güç arzusunu ne kadar iyi bildiğini gösteriyor. Sevgi korkutur, diyor, çünkü evrendeki insanların iradesiyle kontrol edemedikleri tek enerji kaynağı odur.


1980’lerin sonlarında, Lieserl, Einstein’ın yazdığı 1.400 mektubu Kudüs İbrani Üniversitesi’ne vermişti ve bu mektupların içeriğinin yirmi yıl boyunca yayınlanmaması talimatını vermişti. Bu mektuplardan biri işte burada.


İşte Albert Einstein’ın kızına yazdığı mektup ve ardından gelen İngilizce versiyonu.


“Ben görelilik teorisini önerdiğimde, çok az kişi beni anladı, şimdi sana açıklayacağım şeyi insanlığa iletmek, dünyadaki anlamazlık ve önyargıları şok edecek.


Bu mektupları ne kadar gerekirse o kadar saklamanı rica ediyorum, yıllar, on yıllar beklemeni, ta ki toplum kabul edebilecek kadar ilerlemiş olana kadar, sana aşağıda açıklayacağım şeyleri kabul etsin.


Şu ana kadar bilim, resmi bir açıklama bulamamış son derece güçlü bir kuvvet var. Bu, tüm diğer kuvvetleri kapsayan ve yöneten, evrende işleyen her fenomenin arkasında bulunan bir kuvvet olup, bizler tarafından henüz tanımlanmamıştır.


Bu evrensel kuvvet, Aşk’tır.


Bilim insanları evrenin birleşik bir teorisini ararken, en görünmez ve en güçlü kuvveti unuttular:


Aşk, ışık gibidir, onu veren ve alanları aydınlatır.

Aşk, yer çekimidir, çünkü bazı insanlar birbirlerine doğru çekilir.

Aşk, “elektrik akımı”dır, çünkü sahip olduğumuz en iyi şeyleri çoğaltır ve insanlığın kör egosizmi içinde yok olmasına engel olur.

Aşk, ortaya çıkar ve kendini ortaya koyar.

Aşk sayesinde yaşarız ve ölürüz. Aşk Tanrı’dır ve Tanrı Aşk’tır.


Bu kuvvet her şeyi açıklar ve hayatın asıl anlamını verir. Bu, çok uzun süre göz ardı ettiğimiz değişkendir, belki de Aşk’tan korktuğumuz için, çünkü bu, insanın iradesiyle kontrol etmeyi öğrenemediği tek evrensel enerjidir.


Aşk’a görünürlük kazandırmak için ünlü denklemimde basit bir değiştirme yaptım. Eğer E = mc² yerine, dünyanın şifa enerjisinin Aşk ile ışık hızının karesinin çarpılmasıyla elde edileceğini kabul edersek, Aşk’ın var olan en güçlü kuvvet olduğu sonucuna varırız, çünkü sınırsızdır.


Evrendeki diğer kuvvetlerin kullanımı ve kontrolü konusunda insanlığın başarısızlıklarının, bize karşı döndüğü gerçeğinden sonra, başka bir enerji türünden beslenmemiz çok acil bir ihtiyaçtır. Eğer türümüzün hayatta kalmasını istiyorsak, hayatın bir anlamını bulmak istiyorsak, dünyayı ve içindeki her hassas varlığı kurtarmak istiyorsak, Aşk TEK ve YEGANE cevaptır.


Belki henüz Aşk bombası yapmaya hazır değiliz, gezegeni yok eden tüm nefret, egoizm ve açgözlülüğü yok edecek kadar güçlü bir cihaz. Ancak, her birey içinde Aşk’ın küçük ama güçlü bir jeneratörüne sahiptir, bu enerjinin serbest kalmayı bekleyen bir gücü vardır.


Bu evrensel enerjiyi vermeyi ve almayı öğrendiğimizde, sevgili Lieserl, Aşk’ın her şeyi fethettiğini ve her şeyi aşmaya gücü olduğunu söyleyebileceğiz, çünkü Aşk hayatın özüdür.


Hayatım boyunca senin için kalbimde sessizce çırpınan şeyi ifade edememiş olmanın derin pişmanlığını duyuyorum. Belki özür dilemek için çok geçtir, ama zamanın relatif olduğunu bildiğim için, sana seni sevdiğimi söylemem gerekiyor ve senin sayende son cevaba ulaşabildim.


Baban: Albert Einstein”


Mektup, 30 Temmuz 2015 tarihinde Carolle Anne Dessureault tarafından yayımlandı.

Bugün bir yazı okudum. Okuyunca donakaldım. Kahroldum... Sizlerle paylaşmaya karar verdim. 


Efendim, Doç.Dr. Neva Çiftçioğlu gerçek bir Türk hanımefendisi. Finlandiya’da doçentlik ünvanını alan ilk yabancı. Kendisi kireçlenmenin müsebbibi olan ve nanobakteri adı verilen mikrobu bulmuş. Bu buluşu nedeniyle dünyanın her yerinden davetler, ödüller almış. 2,5 yıldan beri NASA’da (Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi) çalışan ilk Türk Bilim Kadını. Önümüzdeki yıllarda da kalp ve böbrek hastalıklarının teşhisine ilişkin, patenti yüzlerce milyon dolar değerinde önemli bir buluşu açıklanacakmış. Buraya kadar çok güzel. Ama Türkiye onu tanımıyor, Türk yetkililerden aldığı tek bir tebrik bile olmamış. Bilim dünyasında ona “Türklüğünden vazgeç, daha çok parla” diye akıl verenlere o inatla “asla” demeye devam ediyor.


Türk olması büyük sorun olmuş. Finlandiya’da Türk olduğu hiç anılmamış. Vatandaşlık başvurusu bile yapmamış ama, onu hep Finli gibi tanıtmışlar dünyaya. Mesela NASA’ya gittiğinde, “NASA’ya giren ilk Finli” diye başlık atmış bir gazete. 1996 da başarılı bilim insanlarının bulunduğu bir törene çağrılmış ; bu törende Türk bayrağının altına gittiğinde onu oradan alıp Finlandiya bayrağının altına almışlar. Çok ağırına gitmiş bu…


1996 yılında Finlandiya Hükûmeti onu buluşunu bilim dünyasına açıklamak üzere ABD’ye göndermiş. New York’ta bulunan dünyanın dört büyük laboratuarından biri olan Cold Spring Harbor Laboratories’e gitmiş. Meğerse Amerikalılar da o dönemde aynı bakteriyi Mars gezegeninde bulmuşlar. Bunun üzerine birlikte Astrobiyoloji Enstitüsü’nü kurmuşlar. Bulduğu bakteriyle ilgili olarak ABD’de kurulan büyük bir firmanın da sahiplerinden biriymiş. Firmanın CEO’su “senin Türk olmandan yoruldum” diyerek kendisine ABD vatandaşlığına geçmesini önermiş. Yanıtı kısa ve öz : ASLA ! Ve ekliyor : Ben milliyetçi olduğumu bilmezdim, ama dışarıda kalınca insan ülkesinde kızdığı şeyleri bile özler hale geliyor… Şaşırıyorlar Amerikalılar. Sana hiç kimse sahip çıkmıyor, sen neden Türk olmakta ısrar ediyorsun ? diye soruyorlar kendisine.

Ankara Tıp Fakültesi’nde asistan iken doktorasını bitirmek üzereymiş. Astım hastalığı hakkında bir tez hazırlamış hocalarına sunmuş. Bölüm başkanı olan hocası tezi herkesin gözü önünde çöpe atmış. O çöpe atılan tezi birkaç yıl sonra tıp dünyasının üç büyük bilimsel dergisinden birinde yayınlanmış. Ankara ona doçentliğini vermediği için Finlandiya’da Doçentlik ünvanı alan ilk yabancı olmuş.


Finlandiya’da bakteri çalışmaları yaparken Bilkent Üniversitesi Rektörü ve Genetik Bölümüne başvurarak “gelin bunu birlikte yapalım, patenti Türkiye’ye ait olsun” önerisini yapmış. Gelen yazılı yanıtta “siz galiba iş arıyorsunuz” deyip kabul etmemişler. Hacettepe Tıp Fakültesi de “bu bizi aşar” demiş. Hasrete dayanamayıp Türkiye’ye dönmüş ve Başkent Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış. Kendisine mikrobiyoloji kliniğinde 9 ay boyunca dışkı tahlili yaptırmışlar. Sonunda Finlandiya’da ki profesörü “sen orada ziyan oluyorsun” diyerek isyan etmiş ve Türkiye’ye onu almaya gelmiş.


''Bana yurt dışında Everest’in tepesine bayrak diken kadın gözüyle bakıyorlar, ama bugüne kadar hiçbir Türk yetkilisinden tebrik almadım. Sadece bir kişi, nasıl oldu bilmiyorum, İskandinav Tıp Ödülünü kazandığım zaman, Ziraat Bankası eski Genel Müdürü bir tebrik kartı gönderdi, halâ saklarım.'' diyor bu değerli Türk Bilim Kadını…


PAYLAŞALIM Kİ, BU DEĞERLİ İNSANIMIZI HERKES ÖĞRENSİN...

Ertan

 ERTAN YURDERİ/BİLGELİKYOLU

Sıkı sarılın sevdiklerinize. 

Sizi sevenlerin kıymetini bilmek, onların gönüllerini hoş tutup yüzlerine gülümsemek 

ve pişman ölmemek için sıkı sarılın sevdiklerinize. 

Çünkü gün gelir, dönüşü olmayan yollara giderler. 

Belki erken, belki geç ama bir gün veda ederler. Sonra öyle bir gün gelir ki, yüzü gözlerinizden, adı dudaklarınızdan ve sesi de kulaklarınızdan gitmez olur. 

Ve kendinizi duvarda asılı hatırasına, askıda duran hırkasına ve aynanın karşısında kendi gözyaşlarınıza bakarken bulursunuz.

Çok şükür gönlünü kırmadım, yanından ayrılmadım ve çokça duasını aldım demek için, ne olur sıkı sarılın sevdiklerinize. 

Bilmelisiniz ki, zaman hızlı akıp gitmekle ve aldıklarını geri vermemekle meşhur. 


Uğur GÖKBULUT

Sanat

 🎨 Sanat: Akira Macanguisae

Einstein konferanslarına hep özel şoförü ile gidermiş. Yine bir konferansa gitmek üzere yola çıktıkları bir gün şoförü Einstein'a;


"Efendim, uzun zamandır siz konuşmanızı yaparken ben de arka sıralarda oturup sizi dinliyorum ve neredeyse söyleyeceğiniz her şeyi kelimesi kelimesine biliyorum" demiş. 


Einstein gülümseyerek ona bir teklifte bulunmuş:


"Peki, şimdi gideceğimiz yerde beni hiç tanımıyorlar. O halde bugün palto ve şapkalarımızı değiştirelim, benim yerime sen konuş,ben de arka sırada seni dinlerim."


Şoför, gerçekten çok şahane ve başarılı birkonuşma yapmış ve sorulan bütün soruları doğru cevaplamış. Tam yerine oturacağı sırada bir kişi, o güne kadar konferansta sorulmamış ağır bir fizik sorusu sormuş.


Şoför, hiç duraksamadan soruyu soran kişiye dönüp:


"Böylesine basit bir soruyu sormanız gerçekten çok

garip" demiş. Sonra da salonun arkasında oturan Einstein'ı

işaret ederek şöyle devam etmiş:


"Şimdi size arka sırada oturan şoförümü

çağıracağım ve sorduğunuz soruyu,

göreceksiniz, o bile cevaplayacak."


Netice:


"Akıllı insanlar, akıllı insanlarla çalışır ve insanın zekiliğinin yanında uyanıklığıda insana çok şeyler kazandırır.."

Blaise Pascal demiş ki;


"Bilgili insan, diplomalı olan değil; istediği her şeyi başkalarının hakkını çiğnemeden elde edebilendir."


Blaise Pascal, 17. yüzyılın en parlak zihinlerinden biri olarak hem bilimin hem de felsefenin ufkunu genişletmiş bir düşünürdü. 

Matematikte olasılık teorisinin temellerini atarken, fizik alanında basınç kavramını derinlemesine ele aldı.


Ancak onu sadece bir bilim insanı olarak görmek eksik olurdu. Pascal, insan ruhunun labirentlerinde dolaşan bir filozof, hayatın anlamını sorgulayan bir bilgeydi. 


"Pensées" adlı eseri, varoluşsal sorgulamaların en saf ifadelerinden biri olarak kabul edilir. 


Akıl ve inanç arasında köprü kurmaya çalışan Pascal, insanın evrendeki yerini anlamaya çalıştı ve ahlaki değerleri ön plana koydu.

Bu bağlamda, en başta yer alan şu söz üzerine düşünelim:

"Bilgili insan, diplomalı olan değil; istediği her şeyi başkalarının hakkını çiğnemeden elde edebilendir."


Bu cümle, Pascal’ın düşünce dünyasındaki ahlaki temel taşlarıyla uyum içindedir. 


Bir insanın bilgeliği, yalnızca kitaplardan öğrendikleriyle değil, insanlık onurunu gözeterek sergilediği tutumlarla ölçülür.

Gerçek bilgi, başkalarının haklarına duyulan saygıyla sınanır.

Diplomalar ve akademik unvanlar, bilgi sahibi olmanın sembolleri olabilir; fakat bilge olmak, bu bilgiyi vicdanla harmanlamaktır.

Pascal’ın gözünden, bilgelik; zekâyla değil, adaletle ölçülür. 

Çünkü zeka insana yollar gösterir; fakat o yolları nasıl yürüyeceği, kalbinin sesine kulak vermesiyle belirlenir. 


Başkalarının hakkını çiğnemeden ilerlemek, adeta ahlaki bir pusulaya sahip olmak gibidir. 

Bu pusula, insanı doğruluğun ve erdemin kıyılarına taşır.

Bilge insan, yalnızca kendi yolunu değil, başkalarının yollarını da aydınlatan kişidir.


Pascal’ın mirası, bu anlayışın felsefi temelini oluşturur. 

İnsan olmanın erdemi, bilgiyle birlikte şefkat ve adaleti de kucaklamaktır.


Bu yüzden, gerçek bilgi; sınavlardan ve diplomalardan daha öte, insanın vicdanında saklı olan sessiz ama güçlü bir sestir. 

Belki de Pascal’ın bize asıl hatırlattığı şey, bilgelik yolunun önce kalpten geçtiğidir.


Sevgiyle ve bilgelikle...


https://www.facebook.com/groups/7007646645


Coral

 

İçgüdüsel davranışlarım

Kedilerden öğrendiğimiz 17 hayat dersi

1- Yaşadığın anın keyfini çıkaracaksın.

2- Oyun fırsatlarını kaçırmayacaksın.

3- Doyduğun kadar yiyeceksin.

4- Birisi sana iyilik yaptı diye sahibin olmayacak.

5- Yine de kıymet bileceksin.

6- Tehlikeli bulduğun şeye yaklaşmayacaksın.

7- Meraklı olacaksın ama tedbiri elden bırakmayacaksın.

8- Temizliğine ve bakımına özen göstereceksin

9- Sık sık gerineceksin.

10- İstediğini elde edene kadar ısrar edeceksin.

11- Özgürlüğünü kimseye kaptırmayacaksın.

12- Kafana koyduğunu yapacaksın.

13- Kendi isteklerini küçümsemeyeceksin.

14- Güzel bir masaja hayır demeyeceksin.

15- Numara yapmayacaksın.

16- Yaşadığın yeri sahipleneceksin.

17- Her zaman dingin ve huzurlu bir anı yakalamaya çalışacaksın ve en önemlisi kendini beğeneceksin.

*Hepimiz Yaralıyız*  


Hepimiz yaralıyız,  

ışığın ulaşamadığı bir yerlerde, derinlerde...  

Görünmez yaralarla yürürüz hayatta,  

titreyen ellerle dikilmiş kalplerimizle,  

kimsenin dikkatle bakmamasını umarak.  


Dünya bize saklamayı öğretir,  

canımız yanarken gülümsemeyi,  

çatlaklarımızı örtüp, bütünüyle sağlammış gibi davranmayı...  


Ama aslında hepimiz kırığız,  

her birimiz anlatmaya korktuğumuz hikâyeler taşırız.  

Uykularına gözyaşları saklayan bir anne,  

kahkahası en gür çıkan ama içi en boş kalan bir adam,  

kimse ikinci kez sormayacağı için hep "İyiyim" diyen bir dost...  


Hepimiz kanarız, ama farklı şekillerde.  

Kimi yaralar hâlâ taze, dokununca sızlar.  

Kimileri kabuk bağlamış,  

ama üstüne fazla bastığında acısı hâlâ hissedilir.  

Bazıları ise o kadar derine gömülmüş ki  

var olduklarını bile unutmuşuz—  

ta ki bir şey gelip onları yeniden açana kadar.  


Belki seni ihanet kırdı.  

Belki hiç karşılık bulamayan sevgindi.  

Belki peşinden koştuğun hayaldi,  

sana hiçbir şey vermeden kaybolan.  

Belki çok erken kaybettiğin biriydi.  

Belki de çocukken duyduğun sözler,  

ya da en çok ihtiyacın varken duyduğun sessizlik...  


Ama yaraların seni zayıf yapmaz.  

Onlar seni insan yapar.  

Yaşanmış bir hayatın izleridir,  

verilmiş savaşların kanıtı,  

hissetmekten korkmayan bir kalbin sessiz yankısıdır.  


Ve biz sadece yaralı değiliz,  

aynı zamanda şifacıyız da.  

Sözlerimizde merhem taşırız,  

yargılamadan dinleyişimizde,  

birbirimize var oluşumuzda...  

Bazen farkında bile olmadan birbirimizi iyileştiririz.  

Nazik bir söz, hafif bir dokunuş,  

ve "Yalnız değilsin" diyebilmek—  

böyle başlar iyileşmek.  


Bu yüzden saklama yaralarını.  

Yokmuş gibi yapma.  

Onları nefes aldır.  

Onlar sana empatiyi öğretsin,  

ve hatırlatsın:  

Karşına çıkan herkes,  

senin göremediğin bir savaşın içinde.  


Hepimiz yaralıyız.  

Ama aynı zamanda dayanıklıyız.  

Sürünebiliriz, ama yolumuza devam ederiz.  

Kırılabiliriz, ama yeniden inşa etmeyi öğreniriz.  


Ve sonunda, izlerimiz sadece acıyı anlatmaz—  

hayatta kalışı da anlatır.  

Yalnız kaybettiklerimizi değil,  

bulduklarımızı da...  


Eğer bugün kırılmış hissediyorsan, bil ki,  

yalnız değilsin.  

Sen, çatlakları arasından ışık sızan milyonlarca ruhun arasındasın.  

Ve işte bu, hepimizi güzel yapan şey...  


 *Coral Charm 



Fransız Yazar

 Bu cümleyi Fransız bir yazar söylemiş. ;

“Hayat Altmışlarda Başlar”

"İlk bakışta buna inanmamıştım. Kendi kendime hadi oradan demiştim böyle bir şey olabilir mi? Mümkün değil bu bir palavra, moral motivasyon için söylenen yazılan bir cümle.

Bu cümle hep aklımı kurcalıyordu, taa ki sıra bana geldi; yaş oldu altmış!

Eğer hayatın özgürlük olduğunu veya özgürlüğün hayat olduğunu kabul edecek olursak, evet hayat ve gerçek anlamda özgürlük altmışında başlar.

"Kendine inanmama, güvenmeme" zincirinden kopma; hep iyilik meleği görünme isteğinden uzaklaşma ve "kendine şefkat ve ilgi gösterme" yaşıdır altmışlar. 

Kendi karakterini kabul etme ve onu değiştirme çabasından vazgeçme yaşıdır altmışlar.

Özgürlük içinde olduğunu hissetme, kendini eleştirmeme, serzenişte bulunmama ve sukünetle kendini kabullenme yaşıdır altmışlar. 

Hep orada burada kendi hatalarını anlatmanın sona erdiği; hatta yaptığın hatalarla gurur duyma yaşıdır altmışlar. 

Çalışma mecburiyetindan kurtulduğun; ya da hobi için, zevk için calistigin dönemdir altmışlar.

Aşırı yemek yemekten kurtulmaktır; yesen de sağlıklı olmak ve yaşamak icin kadardır altmışlar.

Karşı cinse olan ilgin dengesini bulmuş, canını ruhunu besleyecek kadardır altmışlar. 

Bu özgürlükler sana ayrı bir boyut katar, zevk katar, ruh katar. 

Elbetteki altmışından önce ölenler bunu yaşayamazlar. 

Aynaya baktığında gençlik tebessümlerini alnındaki kırışıklıklardan görebilirsin.

İstediğin kadar uyanık kalma ve istediğin saatte uyumaktır altmışlar.

Sevdiğin dostlarınla birlikte olma özgürlüğü, televizyonda istediğin programı seyretme istediğin kadar gençlik şarkılarını söyleme yaşıdır altmışlar. 

Uzaklara yakınlara seyahat etme, sahilde yürüyerek martıları izleme, dalgaların sesine kulak verirken gençlik aşklarını hatırlamaktır altmışlar. 

Bunları kimse senden alamaz zira sen yeni bir hayata başladın.

Evet sen altmişına vardığında bu özgürlüğü kazandın. Artık özgürsün sen; iş ve pozisyon peşinde koşuşturmayacaksın.

Aynalardan kurtuldun. Saçın başın artık seni fazla bağlamayacak, hatta kendini daha güzel ve daha karizmatik bulacaksın. 

Sen tanrının lütfu demeyi öğrendin artık. Saçla tarakla işin kalmamıştır.

Fön makinesinin enerji kaybından başka bir şey olmadığını anladığın artık.

Hayatın temelinin, mal varlığı değil sevgi oldugunu anladın artık. Hayat sevmektir; kıskanmak ve hırs değildir; bunu anladın artık. 

Güzellik sadeliktir; gösteriş değil! 

Topladıklarının pek işime yaramadığını hatta onları başkalarıyla paylaşma ve hatta bağışlamanın sana canlılık ve neşe kattığını anladın.

Sen, tüm benliğini acımasız hayat cenderesine çeken o canavardan kurtuldun artık. 

Artık hayata başlamanın zamanı geldi. 

Sevgini başkalarından esirgememenin; sevgini başkalarına sunmanın zevkini öğrendin artık. Seviyorsan gerçek budur; saflık ve dürüstlüktür hayatın anlamı.

Sen hayatın kısa olduğunu ve fırsatların sınırlı olduğunu anladın artık. "

 

Alıntı


3 Şey

 D: 25 Haziran 1903, Motihari, Hindistan

Ö: 21 Ocak 1950, Londra, Birleşik Krallık

20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Hayvan çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı kitapları ve Bin dokuz yüz seksen dört isimli romanda yarattığı Big Brother kavramı ile tanınır.

Derleme: Semihat Karadağlı

Mutlu olmak istiyorsanız şu 3 şeyi doğru seçmelisiniz..


1- EŞİNİ DOĞRU SEÇ

Doğru eş, uzun zaman flört ettiğin kişi değildir.

Önemli olan kısa zamanda da olsa fikirlerinin uyuştuğu,

Yaşam tarzlarınızın benzediği,

Espiri anlayışının yakın olduğu,

Zor zamanlarında hep yanında olacağını bildiğin,

Dertlerini sevinçlerini paylaşabileceğin,

Fikirlerine olaylara bakış açısına güvendiğin,

Senin fikirlerine saygı duyan,

Konuşmaktan sıkılmayacağın,

Hayata küstüğün zaman seni kabuğundan çıkarıp eğlendirebilen,

Gözlerine baktığında ne söylemek istediğini anladığın,

Aynı zamanda iyi bir arkadaş olan,

Fiziksel görünüşün ve işin dışında seni sen olduğun için sevebilecek birini EŞ olarak seçmelisin...


Böyle biri varmı diye soracaksanız şimdi emin olun var. Ama sayıları fazla değil. Hatta hayatta insanın karşısına 1 yada 2 defa çıkar yada çıkmaz...Önemli Olan Onu Farkedebilmek...


Eğer bu satırları okuduğun zaman aklından bu özellikleri barındıran bir isim geçirmişsen çok şanslısın. Ne olursa olsun onunla birlikte olabilmek için elinden geleni yap...Çünkü, bir daha onun gibi birini bulma şansın çok az. Emin ol...


Bütün aptal aşıklar gibi ilk hareketi ondan beklersen, çok geç kalırsın..


2- İŞİNİ DOĞRU SEÇ

Doğru iş rahat iş değildir.

Çok kazandıran işte değildir.

Kariyerde değildir.

Klimalı büro ortamıda değildir.

Doğru iş olmaktan zevk aldığın yerdir...

Sabah kalktığında gitmekten üşenmediğin, bıkmadığın yerdir.

Tabi yanında rahatlık, para ve kariyer varsa 

ne ala...


3- ARKADAŞINI DOĞRU SEÇ

Çok sayıda arkadaşının olması, iyi arkadaşın olduğunun ispatı değildir.

Güzel günlerdeki arkadaşlıklar geçicidir.

Mutluluklarının yanında acılarınıda paylaşabileceğin,

Fikirlerine ihtiyaç duyabileceğin,

Her zaman yanında olmasını isteyeceğin.

Seni madden değil, manen zengin eden,

Sana yalan söylemeyen,

Arkandan iş çevirmeyen,

Hatalarını yüzüne vuran,

Yeri geldiğinde eleştiren,

TEK bir arkadaş sana çok şeyler katacaktır...!


Alıntı


1984

 1984/George Orwell

Belki de deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktır. Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. Âmâ deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.

*

"Nerede olursa olsun gökyüzü herkes için birdi."

*

Biraz uğraşırsanız nefes alıp verişinizi bile denetleyebilirdiniz: Ama kalbinizin atışını denetlemeniz olanaksızdı.

*

"Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız."

*

"İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de."

*

Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir.

*

Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değildir.

*

Düşünmek, düşünmek, bir saniyecik bile kalmış olsa düşünmek tek umuttur.

*

''...Bize duymak istediklerimizi söyleyen kitapları severiz...''

*

Zekilik kadar aptallık da gerekliydi. Ama aptalca davranmak da zekice davranmak kadar zordu.

*

Acının karşısında kahramanlık olmaz.

*

"Eşitliğin olduğu yerde akıl ağır basabilirdi."

*

"Hiçbir kitap tek başına yazılmaz."

*

Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.  

*

Savaşın işlevi yok etmektedir: Yalnız insanları değil, insan emeğinin ürünlerini yok etmektir. Savaş, kitlelerin rahatını ve sonuçta zekâsının artmasını sağlamak için kullanılabilecek malzemenin havaya uçurulması ya da denizlerin dibine yollanmasıdır. Savaş endüstrisi, tüketim maddeleri üretmeksizin işgücünü kullanmanın akıllıca bir yoludur.

*

Savaş kazanmak amacıyla yapılmaz, aksine savaşın sürekli olması istenir… Toplumdaki hiyerarşinin sürmesi ancak yoksulluk ve cehalet temeli üzerinde sağlanabilir. Savaş başlatma çabası her zaman için, asıl olarak, toplumu açlığın eşiğinde tutmak için planlanır. Savaş, egemen grup tarafından kendi vatandaşlarına karşı yürütülür ve bu savaşın amacı zafer kazanmak değildir … 

aksine toplumun mevcut yapısını sağlam tutmaktır.

___George Orwell


Şems

 Dünyanın en harika şeylerinden biridir, kitap okuyan kadını seyretmek… Onun kapıldığı dünyaya bir de dışarıdan bakmak…


Bir kadının elinde kitap varsa eğer o kadın ışık saçar, parıldar. Etrafı artık sadece onun parıltısıyla aydınlanır. Güneş, önünde şapka çıkartır.


Bir kadın kitap okuyorsa, dünyanın en güzel melodileri çalınır kulağınızda. Beethoven sağır olur. Mozart müziği bırakır.


Bir kadın kitap okuyorsa, dinginleştirir etrafındaki her şeyi. Rüzgar eser hafif hafif, dalga sesleri berraklaşır.


Bir kadın kitap okuyorsa artık her şey saydamlaşır. Ruhunuz hafifler.


Bir kadın kitap okuyorsa artık yeşil daha çok yeşildir. Mavi daha çok mavi. Renkler secde eder kadının önünde.


Bir kadın kitap okuyorsa, hiçbir şey yapmadan yönetir etrafındaki her şeyi. Sayfaları çevirir gibi çevirir zamanı parmaklarında.


Bir kadının elinde kitap varsa, gün batımı ve doğumu da onun bakışlarındadır artık. Mutluluk verir onu seyretmesi.


Kitap okuyan kadın, bilgisiyle sizi aydınlatır. Kitaplardan öğrendiklerini, sizinle paylaşmaktan çekinmez. Anlattıkça anlatır.


Bir kadın kitap okuyorsa eğer, en güzel resimler yapılır o an hayal gücüyle, düşlerimizde oluşturduğumuz tuvallere. Salvador Dali bıyığını, Van Gogh kulağını keser.


Bir kadın kitap okuyorsa, dünyaya çarpacak olan bir göktaşı yönünü değiştirir de çarpmaz. Kıyamaz çünkü böyle güzelliklerin olduğu bir gezegene.


Bir kadın kitap okuyorsa, anlam bulur her şey. Havlu atar bütün o zor problemler, atom kendi kendine parçalanır, evrenin sırrı çözülür.


Bir kadın kitap okuyorsa, yer çekimi işlemez o an. Kitap okuyan kadın da, onu seyredenler de gökyüzünde süzülür.


Elinde kitap varsa bir kadının, masallar mutlu sona ulaşır. Periler dans eder mesela yaktıkları ateşin etrafında.


Kitap varsa bir kadının ellerinde, kediler de okumaya başlar köpekler de… Hatta tırtıllar, kelebekler bile.


Bir kadın kitap okuyorsa eğer yıldızlar sıraya geçer. Bulutlar kıskanır. Audrey Hepburn yattığı yerden uyanır.


Bir kadın kitap okuyorsa; susulur ve sadece  seyredilir.

♥️📚📖

"Okumayan için hiçbir kitap yazılmamış, 

Dinlemeyen için hiçbir söz söylenmemiştir..."


Şem-s Tebrizi


Sarışın Bir Asi: Göksel Arsoy’un Sessiz Devrimi


Yeşilçam’da 1950’lerin sonları… Perdeler açıldığında seyircinin aradığı yüz bellidir: Esmer, bıyıklı, kara kaşlı, mağrur bir erkek. Kalıplar nettir; jön dediğin, halkın alıştığı gibidir. Ama sonra bir gün sinema perdesine bıyıksız, sarışın, duru tenli, naif bakışlı genç bir adam düşer. Ve her şey değişmeye başlar.


O adam Göksel Arsoy’dur.


Giritli bir anneyle Dramalı bir babanın evladı. Gözünü göğe dikmiş bir çocukken, Kayseri Hava Üssü’nde pilotlara baka baka büyür. Tek hayali, kokpitte olmak… Öyle ki, Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olur olmaz soluğu Hava Harp Okulu’nda almak ister. Ama annesi izin vermez. Göksel Arsoy, bu hayalini yüreğine gömer; ama o gökyüzü tutkusunu, sonraki hayatında hep yanında taşır.


İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girer. Aynı dönemde Yeşilköy Havalimanı’nda çalışmaya başlar. Sessiz, kendi hâlinde bir yer hizmetleri görevlisidir. Fakat bir gün, kaderi değiştirecek biriyle karşılaşır: Yönetmen Sırrı Gültekin. “Bir filmde oyna” der ona. İlk filmi Kara Günlerim olur. Kamera karşısında ne yapacağını bilemeyen genç adam, içindeki oyunculuğun uyanışını bizzat hisseder. 1957’dir.


İki yıl sonra, Belgin Doruk’la birlikte Samanyolu filminde rol alır. Bu, sadece bir filmin değil, bir dönemin efsanesinin başlangıcı olur. Salonlar dolar taşar. Sarışın bir jön, Türk halkının kalbine girer. Adı artık “Altın Çocuk”tur. Bu unvanı ona ne yapımcılar ne dergiler verir; halk verir. Öyle sevilir ki, çikletlerin içinden çıkan kartlara resmi basılır, genç kızlar koleksiyon yapar.


Ama Göksel Arsoy sadece yakışıklılığıyla değil, eğitimi, terbiyesi, donanımıyla da fark yaratır. Yabancı dil bilir. Ata biner. Voleybol oynar. Yelken kullanır. Rol ezberlemeden kamera karşısına geçmez. Ve en önemlisi, duruş sahibidir.


Çoğu kişi bilmez: O dönemde Zeki Müren’in sesiyle ilk karşılaştığında “Fazla tiz ve süslü” bulur. “Sade ve içli bir sesi daha anlamlı bulurum” der bir röportajında. Yıllar sonra sahneye çıktığında ise bu sözlerin tam tersini yaşar: Zeki Müren, onu izlemeye gelir. Yani Arsoy’un sesi, o çok beğenmediği “Sanat Güneşi”ni bile etkiler. Bu, hem alçakgönüllü bir yüzleşme hem de Arsoy’un çok yönlülüğünün bir kanıtıdır.


Yesari Asım Arsoy’dan aylarca şan eğitimi alır. Gazinolarda 15 yıl boyunca sahneye çıkar. Sesi güçlüdür, sahnede doğaldır, yapaylıktan uzak bir assolist gibidir. Yeşilçam’dan gazinoya geçip bu kadar başarı yakalayan başka kimse olmamıştır.


Ama onun en az bilinen yönlerinden biri de sansürle mücadelesidir. Sol eğilimli olduğu gerekçesiyle yasaklanan Kızgın Delikanlı filmini bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e anlatır, izletir ve gösterime alınmasını sağlar. Hava kuvvetlerini anlatan Şafak Bekçileri sansüre takıldığında, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel’in kapısını çalar. Bu, bir oyuncudan öte, mesleğini sahiplenen bir sanatçının hikâyesidir.


Belgin Doruk’la 20’ye yakın filmde kamera karşısına geçer. Seyirci onları birbirine öyle yakıştırır ki, gerçek hayatta da birlikte olduklarına inanılır. Oysa Göksel Arsoy, kalbini Soley Hanım’a verir. İstanbul Üniversitesi’nin bahçesindeki büyük çınarın gölgesinde evlenme teklif eder. Nikâh gününde hayranları binayı doldurur, içeri dostları bile giremez. “Belgin Doruk’a ihanet etti” diye düşünen hayranlar bile olur. Ama o, hep tek bir yastık, tek bir kadın der.


Bugün 88 yaşında. Uzun yıllardır gözlerden uzak ama gönüllerde dipdiri duruyor. Sadece filmleriyle değil, kişiliğiyle, emeğiyle, duruşuyla hatırlanıyor.


Göksel Arsoy’un hikâyesi, sadece bir “Altın Çocuk”un değil, bir dönemi zarafetle omuzlamış, kıymet bilen bir adamın hikâyesidir. O, jön değil; bir döneme yön vermiş, kimseye benzememiş bir yıldızdır.


Göksel Arsoy