1 Mart 2019 Cuma

REFİK HALİD KARAY








Senede altı kere kandiller ve bayramlar yaklaşırken bizim evde bir
telâş olur, üzüntü çökerdi. Zira o vesilelerle maliye hazinesinden
"maaş-ı umumi" verilirdi. Herkes aylık alacağız ve kandile erip bayrama
ulaşacağız diye sevinirken biz neden şaşalar, afallardık ? Sebebi
şudur..
Bizim aile, nedense, atalarımızdan beri maliye memuruydu ;
babam da o nezarette baş veznedar bulunuyordu. Her umumî maaş günü
maliye gişesinden bütün devlet dairelerine ve maaş sahiplerine 600.000
Osmanlı altını dağıtması lâzım geldiğinden, bu kargaşalık sırasında
yanlışlıkla birkaç yere fazla para verilerek açığımız çıkmasından, bu
açığı da ödemek zorunda kalmamızdan korkardık..
Dile kolay.. 600.000
lirayı, altın, mecidiye, çeyrek ve kuruş olarak binlerce adama birkaç
veznedarla bir günde -ne eksik, ne fazla- tas tamamına sayıp dağıtmak,
akşama kasaları doğru hesapla kapatmak, bu cesareti göze almak için
yürek ister !..
O devirde sıraya girme ve fiş usulü, bölme ve
gereken miktarda gişe, polis korkusu da yoktu. Saraydaki nüfuzlarına
güvenen alelacayip adamlar, Arnavut silâhşörler, harem ağaları,
yaverler, hafiyeler halkı yarıp veznedarların önüne dikilirler, biraz
bekletildiler mi çetrefil lehçeleri veya sıtma görmemiş sesleriyle
demediklerini bırakmazlardı.
Gerçi biz bu çileyi çekerken maliye
nazırı daha müthiş bir çileden henüz çıkmış, mânen sırtüstü uzanmış bir
halde bulunurdu. Zira umumî maaş için gereken 600.000 altını temin
görevi ondaydı. Zaten hemen hemen tek vazifesi de bu değil miydi ? Bütçe
yoktu ki yapsın.. Düzenli bir gelir kaynağı yoktu ki parayı toplasın,
hazırlasın. Haftalarca sağa sola başvurur, aranırdı. Kimden avans
isterdi ? Ya Osmanlı Bankası'ndan, ya Düyunu Umumiye İdaresinden yahut
Tütün Rejisi'nden..
Kulaklar o zaman bu, Frenkçe "avans" sözüyle
dolar, bütün yüksek maliye memurları kelimeyi -anadilden gelmişçesine-
bülbül gibi söyler, papağanca tekrarlardı. Osmanlı İmparatorluğu maliye
nazırının, adlarını saydığım yabancı kuruluşlar nezdinde "yalvar yakar"
oluşu, yüz suyu döküşü, haysiyetini bir paralık etmesi, acıklı bir
manzaraydı..Asıl kötüsü, bir kısmı kendi memleketlerinden kim bilir ne
gibi sebeplerle uzaklaştırılmak veya merkezde işe yaramadıklarından
kayrılmak için Doğu'ya gönderilmiş olan bu maliyeci döküntüler gözümüze
pek büyük görünürlerdi.
Fahiş faizlerle nihayet bu müesseselerden
biri parayı "avans" olarak vermeye güçbelâ rıza gösterdi mi nazırın
sevincine artık hudut çizilemezdi. Doğru mabeyne koşar, başarısını arz
eder, rütbe, nişan alır, mevkiini bir müddet için daha sağlamış olurdu..
İşte yılda altı maaş böyle verilirdi..
Fakat daha fenası, daha çirkini vardı ki, bunu benden başka bilen çok
kişi yoktur : Maliye hazinesi bazen kupkuru, tam deyimiyle meteliksiz
kaldı, öte yandan saraya para lâzım oldu yahut Yemen'den terhis edilip
vapurlarla Boğaz'dan geçen asker, "Padişahım çok yaşa !" feryatlarıyla
ne zamandan beri birikmiş maaşlarını istedi mi, koca imparatorluk
nezareti namına babam Galata sarraflarından bir miktar akçe tedarikine
gönderilirdi..
Bu Rum sarrafların o zamanki Havyar, yani Borsa Hanı
karşısında ufacık dükkanları ve yol üstüne birer camekânları vardı ; her
sarraf gibi para bozarlardı ama ufak tefek mali işlere de girerlerdi.
Bir tanesinin adı, acayipliğinden dolayı, aradan kırk küsur sene geçtiği
halde aklımda kalmış : "Altıparmak".. Gerçekten de iki kardeşin
parmakları altı tane idi. Bir sarrafa altı parmaklı eli çok görmemek,
tabiatın ona bir ihsanı saymak daha doğru..
Maliye nezaretinin,
dolayısıyla Devlet-i Âliye'nin, köşe başı sarraflarından faizle para
alacak bir yoksulluğa düştüğüne inanmak zor ama söylediğim tam
hakikattir ; hattâ şimdi bile, hâlâ yüzümde utanç kızıllığını duyduğum
şüphe götürmez bir gerçek !..
(REFİK HALİD KARAY, "Tan" gazetesi, 11 Nisan 1943)