Bu sefer başka yerlerden duyduğum öykülerle başınızı ağrıtacağım, idare edin artık...
Evvel zaman içinde bir bilge; öğrencilerinin önüne birer karış yüksekliğinde, basit, alçıdan yapılmış, birbirinin tıpatıp aynısı üç adet insan heykeli koyarak demiş ki:
“ Bu üç heykel birbirinin aynısı gibi görünebilir ama içlerinden biri diğerlerinden çok daha değerlidir. Bakalım onu bulabilecek misiniz?”
Öğrencileri, heykelleri ellerine alarak, evirip çevirerek dikkatle incelemişler. Fakat bir fark görememişler. Bilge, “ daha dikkatli inceleyin” demiş. Tekrar inceleyince heykellerin üzerinde çok minik bazı delikler olduğunu görmüşler. Öğrencilerden birisi koşarak gitmiş ve elinde uzun ince bir tel ile dönmüş...
Teli birinci heykelin kulağındaki deliğe sokmuşlar, tel ağzından çıkmış...
İkinci heykelin de kulağındaki deliğe teli sokmuşlar, bu kez tel diğer kulaktan çıkmış...
Üçüncü heykelinde kulağındaki deliğe teli soktuklarında, hiçbir yerden çıkmayarak aşağıya, kalbi hizasına indiğini gözlemişler...
Bunun üzerine öğrenciler düşünmeye başlamışlar. Bir süre sonra öğrencilerden biri “buldum!..” demiş...
“ Kulağından gireni ağzından çıkaran insan makbul değildir. Bu nedenle birinci heykel değersizdir.
Bir kulağından giren diğer kulaktan çıkıyorsa, o insan da makbul değildir ve ikinci heykel de değersizdir.
En değerli veya makbul insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Tabii ki üçüncü heykel değerlidir.”
Bilge de doğru tespit yapan bu öğrencisini ödüllendirmiş ve demiş ki:
“ İnsanları iyi dinleyin, söylediklerini aklınızda iyi tutun, fakat dinlediklerinizi ağzınızdan rast gele çıkarmayın, yani dedikodu yapmayın”...
“ Dilin zehirine karşı panzehir yoktur.”
( Dedikoducular için söylüyorum, heykellerin başka bir yerlerinde delik yokmuş.)
Ben öyküdeki son cümleye iki kelime ekleyeceğim. “Önyargılı olmayın”. Yani insanları yanlış tanımamak için ya o insanları çok iyi tanıyanlarla, ya da kendileriyle konuşun ( Vay be, büyük laf ettim)...
Önyargı ile ilgili bir öğreti geldi aklıma...
Bir fakültede, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretmek isteyen bir öğretmen, onlara şunu anlatır:
“Hasta, ne konuşuyor ne de söyleneni anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Yalnız nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Giysileri salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir neden yokken sinirleniyor. Birisi gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor...”
Bunu anlattıktan sonra öğretmen, öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler kesinlikle bunu yapamayacaklarını söylerler...
Öğretmen, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırır. Daha sonra öğretmen, bu hastanın fotoğrafını gösterir öğrencilerine...
Fotoğraftaki, öğretmenin altı aylık minik kızıdır...
Ya siz ne sanmıştınız? Muhabbet bu kadar, hadi dağılın... Noyan