8 Şubat 2019 Cuma

Bugün eşimin ellinci ölüm yıl dönümü.


Bugün
eşimin ellinci ölüm yıl dönümü. Evliliğimizin üçüncü yılında, henüz
yirmi yedisinde soluverdi canı bir tanemin. Bir evlat emanet etti bana,
oğlumu. Ailem, dostlarım, komşularım birçok kez baskı yaptılar evlenmem
için. Evlenmedim. Elli yıldır özlemimdeki sırlı güzelliktir eşim. Can
yoldaşımı çok özlüyorum ve ona bir mektup yazdım bugün. Kendimden,
oğlumdan, güzel günlerden, hoş hatıralardan bahsettiğim bir mektup. O
mektubu paylaşacağım sizinle ve mektubumun bitiminde kaval çalacağım
eşimin o güpgüzel ruhuna doğru…





Can Yoldaşım,





Bir
haftalığına oğlumuzun yanına gitmiştim İstanbul`a. Bugün döndüm köye.
Yolda yazdım sana bu mektubu. Şimdi mezarının başında okumak istiyorum.
Biliyorum ki, bütün zamanlardan ve bütün mekanlardan gören ve duyansın
beni sen; evimizden, bahçemizden, oğlumuzun yanından , yeryüzünden ve
gökyüzünden duyumsayansın ruhumu.





Oğlumuz profesör oldu geçen ay,
felsefe profesörü. Benim kadar sen de gurur duymuşsundur eminim.
“Babacığım seni her davet edişimde reddediyorsun; ama bu sefer beni
kırma lütfen. Üniversitede dersime girmeni çok isterim” dedi. “Peki”
dedim, “otururum bir kenarda.” “Hayır babacığım” dedi, “kürsümde sen
oturacaksın ve sohbet edeceksin öğrencilerimle. “ Şaşırdım. “Oğlum, ne
konuşabilirim ki öğrencilerinle?” dedim. “Felsefe üzerine elbette” dedi,
“onlar soracak, sen cevaplayacaksın.” Kızdım. Dedim, “senin gibi
tahsilli değilim ben, aklım ermez senin ilmine. “ “Kıracak mısın yine
oğlunu?” dedi sitemle. Sana baktım, senin duvardaki fotoğraflarına,
-hele kucağında oğlumuzun olduğu fotoğrafa-. Seslendin o fotoğraftan
bana, “git Derviş`im” dedin, “benim hatırıma, oğlumuzun hatırına git
canım benim.” Yıllardır köyünden çıkıp ilçeye bile gitmeyen ben,
oğlumuzun yolladığı biletle, on saatlik yola, İstanbul`a gittim.






Otogarda karşıladı beni oğlumuz. Nasıl özlemişim bir bilsen. Sımsıkı
sarıldım ona. Oğlum annesi koktu, sen koktun o anda. Evinde ağırladı
beni, -gelinimiz demeyeceğim kesinlikle- kızım ve torunlarımızla. Daha
evine giderken sordum arabada, “öğrencilerin biliyor mu dersine
gireceğimi?” “Evet babacığım” dedi. “Nasıl anlattın onlara beni?” dedim.
Gülümsedi. “Bir köylüm gelecek ve sizinle felsefe sohbetleri yapacak
dedim”. “Niye söylemedin baban olduğumu?” dedim. “Sana torpil
geçmelerini istemedim, çatır çatır sorular soracaklar sana!” dedi. Aldı
beni bir tedirginlik. “Bilmez misin, cahilim senin yanında oğlum” dedim.
“Sen benim yalnızca babam değilsin, hocamsın” dedi oğlumuz. Eve
vardığımızda kızımız, torunlarımız hep moral vermeye çalıştı bana.
Kızımızı ve torunlarımızı da çok özlemişim. Ah, o tedirginlik işte; gece
uyuyamadım, gözlerimi bile yummadım neredeyse.





Oğlumuz kavalımla
gelmeni söylemişti. “Olur” demiştim, “kaval çalışımı özlemiştir. “
Ertesi sabah üniversiteye gitmek için hazırlanırken, “kavalını da al
babacığım” dedi. “Öğrencilerine kaval mı çalacağım?” dedim. “Sen
sustuklarını kavalında dillendirensin” dedi. “Rezil olacağım bugün”
dedim. “Hayır babacığım” dedi, “her şey çok güzel olacak…”





Vardık
üniversiteye. Beni arkadaşlarıyla tanıştırdı oğlumuz; profesör, doçent,
asistan arkadaşlarıyla. Öyle mahcup oldum ki el sıkışırken. Bir şey
dediklerinde, sesim titredi konuşurken. Fısıldadı kulağıma oğlumuz,
“benim hatırıma ve annemin hatırına” dedi, “lütfen rahat ol babacığım.”






Koluma girdi oğlumuz ve sınıfına geçtik. Gülümseyerek karşıladı bizi
gencecik çocuklar. “Size bahsettiğim köylüm” dedi oğlumuz, “Derviş
Amcanız bizimle olacak bugün.” “Hoş geldiniz” dediler. “Bugün aranızda
oturacağım” dedi oğlumuz, “Derviş Amca kürsüde yer alacak.” Yüzümün
kızardığını, hatta yandığını hissettim kürsüye yönelirken. “Önde bir
yere otur bari” dedim usulca, “bir şey olursa yardım edersin bana”.
Gülümsedi, omzuma dokundu hafifçe ve en arkada bir yere oturdu hınzır!






Ön sıradan bir öğrenci dedi ki kürsüdeki bana, “sizinle felsefe üzerine
konuşabileceğimizi, her şeyi sorabileceğimizi söyledi hocamız.”
Çekinerek dedim, “vakıf değilim felsefe ilmine, ama bildiğim bir şey
olursa söylerim.” Gülümsedi hepsi, içtenlikliydi gülümsemeleri. “Köyde
yaşıyormuşsunuz” dedi bir öğrenci, “anlatsanıza köyünüzü”. “Bizim
oralarda gökyüzü daha hür” dedim, “yıldızlar daha bol.” “Eminim ki
öyledir” dedi bir başka öğrenci, “İstanbul`da gökyüzü bile tutsak.” Bir
ferahlık süzüldü ruhuma. “Buğday ekerim ben” dedim. “Bir buğday
tanesinde ne görüyorsunuz?” diye sordu biri. “Emeği görürüm “ dedim.
“Emeği ekinde gördüm ömrüm boyunca; ekin ektikçe huzur buldum, ekmeğimi
kazandım ve ektiğim buğdaylarla hem doydum, hem doyurdum.” “Derviş Amca,
sen ne güzel bir insansın” dedi bir başkası. “Sağolasın” dedim,
“hepimiz can`ız ve hepimiz güzeliz.” Aynı öğrenci,“sana ironik bir soru
sormak isterim” dedi. İronik ne demek bilmiyorum. Dedim içimden
“başlıyor bilmediğim yerlerden sorular gelmeye!” “Kaç sorusu olabilir
bir kedinin?” dedi. Torunlarım geldi gözümün önüne, “onlar sorsa bu
soruyu, ne derdim acaba?” diye düşündüm. Bütün gençler merakla bana
bakıyor. Göz gezdirdim sınıfa, dedim ki, “sokak kedisinin sorusu olmaz
hiç, ev kedisinin de cevabı...” “Derviş Amca, süpersiniz” dedi biri.
“Müthiş cevaptı” dediler. “Ben de bir ironik soru soracağım” dedi bir
genç. O kadar tedirgin olmadım bu sefer! “Bir balık mı yaşamımız kuş
olmaya hüküm giymiş?” dedi. Torunlarımızı düşündüm yine. Onların her
muzır sorusuna, aynı muzırlıkta cevap verişimi. “Kuş olamayacağını
anlayınca uçanbalık olmuş bir yaşamımız var belki de” dedim.
“Alkışlıyorum sizi” dedi soruyu soran öğrenci. “Helal olsun Derviş
Amcaya” diyenler, “harikasınız amcacığım” diyenler… Felsefe
akımlarından, düşünürlerden soru sormadılar bana. Biri dedi, “çok güzel
kaval çalıyormuşsunuz, bize kaval çalar mısınız?” “Eşimi kaybettikten
sonra öğrendim kaval çalmayı” dedim. “Kaval ne ifade ediyor sizin için?”
dediler. “Sevgiyi ifade ediyor” dedim; “eşimin sesi, nefesi, ruhu
kavalımın tınılarında dolaşıyor her üflediğimde.” “Bize eşinizi anlatır
mısınız kaval çalarak?” dedi bir genç. Demedim bir şey. Çıkardım
kavalımı kılıfından. Yanı başımda seni gördüm sanki. “Çal Derviş`im”
dedin bana, “benim için üfle kavalına bir tanem…” “Gel gör beni aşk
neyledi”; ne çok severdik Yunus`un mısralarını değil mi… Onu çalarken
öğrenciler de eşlik etti bana…





Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi…






Bitiremeden ezgiyi, gözlerim doldu, nefesim ıslandı… Baktım, çocukların
da gözleri dolu dolu olmuş. Yanıma geldiler, “eşini çok sevmişsin
Derviş Amca” dediler. “Seviyorum” dedim. “Can olana ölüm yok ki;
bedenimiz çürüse de sevgimiz taptaze dolaşacak yeryüzünü, doğayı,
evreni…” Sevgiden konuştuk, aşktan, umuttan… “Aşkı tarif etsenize”
dediler. “Aşk” dedim, “zemheride bile kelebek olmaya heveslenmektir.”
“Kelebeğin ömrü üç günlük” dediler, “üç günlük dünyadayız zaten” dedim.
Hiçbiri sırasına dönmedi, hepsi yanımda yöremde. Oğlum geldi en arka
sıradan. “Müsaade eder misiniz?” dedi. Çekildiler geçebilmesi için.
“Derviş Amcanız benim babamdır, ama babam olduğu kadar hocamdır da. “
Şaşırdılar. “Elinizi öpmek isterim hocam” dedi oğlumuz. “Estağfurullah
oğlum” dedim, “ben senin elini öpmeliyim asıl.” Kavradı elimi oğlumuz,
öpüverdi saygıyla. Sarıldık birbirimize. “Sizin hocanız bizim de
hocamızdır” dedi bir öğrenci. Bir de baktım, hepsi sıraya girmiş elimi
öpmek için. Oğlumuz dedi ki, “felsefe, sevgiye ulaşmak için bir
köprüdür; babam da bir köprü işte görüyorsunuz.” “Derviş Hocanın
üflediği kaval bana çok şeyi sorgulattı birkaç dakika içinde” dedi bir
öğrenci. Bana “hoca” denmesi, ah nasıl mutlu etti beni. “Neyi
sorguladın?” dedi oğlumuz. “Doğadan ne çok uzak düştüğümüzü sorguladım”
dedi, “ne çok hırsımızın, kibrimizin olduğunu sorguladım.” “Derviş Hoca
aşmış” dedi bir başkası, “annenizden bahsederken gözleri ışıl ışıl”
dedi. “Derviş Hocamın sayesinde profesörüm” dedi oğlumuz. Duygulandım.
“Estağfurullah hocam” dedim. “Ama ondan başka bir şey daha öğrendim”
dedi. “Karıncayı incitmeyenlerden değil, bir çay kaşığı şekeri
karıncadan esirgemeyenlerden olmayı öğrendim. İyi bir insan olmanın
ötesinde, can olmayı, can`a kıymet vermeyi öğrendim.” Yanıma sokuldu
yine. “Teşekkür ederim babacığım” dedi, “sana ve anneme çok teşekkür
ederim…” Bütün öğrenciler alkışladı bizi. Oğlumuzla, çocukluğunda,
karıncaları doyurmak için, karıncaların yollarına koyduğumuz toz
şekerleri anımsadım… “Karıncalar…” dedim. Tutamadım kendimi, hıçkıra
hıçkıra ağladım, dakikalarca hem de… Sarıldı bana yine oğlumuz, o
sıcacık gençler sarıldılar sımsıkı. Korkarak girdiğim sınıftan sevinç
gözyaşları içinde çıktım. Hatıra fotoğrafları çekildik hep beraber.
Arabaya binene kadar, hatta araba hareket edip de gözden kayboluncaya
kadar alkışladılar bizi ardımız sıra. Beni çok sevdiler karıcığım…






“Sana bir hediye almak istiyorum” dedi oğlumuz. “Üzerindeki montu ver”
dedim. “Sana yeni, daha kalın bir mont alayım babacığım” dedi. “Hayır”
dedim, “seni her kokladığımda annenin kokusunu da alıyorum ben. Montunu
giydikçe hem sen yanımda olacaksın, hem de annen.” Demedi bir şey.
Üzerimde oğlunun montu var şimdi. Bir giyside canımdan parçalar,
kokular, dokular saklı…





Oğlumuz, yazdığı felsefe kitaplarını,
tezlerini, makalelerini koydu çantama. Onun yazdığı kitaplara, emeğinin
olduğu dergilere dokunmak, sana dokunmak gibi bir tanem. Oğlumuz bizim
emeğimizdi, sevgimizdi, umudumuzdu. Onun felsefeye serpilen emeğini,
sevgisini, umudunu okuyacağım her gece ve aşk`ı ,-öz`ümdeki felsefeyi-
yollayacağım kavalımın tınılarıyla sana…





Seni sevmek başlı başına
bir felsefeymiş can özüm; seninle yan yana geçen zamanlarımız,
bitmesini istemediğim felsefe derslerimmiş benim. Ah, o dersler ki aşk`a
erdirdi beni. Ah güzel kadın, ah sevgili karıcığım, minnettarım
varlığına…
*Yazan: Ergür Altan