3 Kasım 2017 Cuma

Her bozgun, bir varoluş...

Her bozgun, bir varoluş kapısıymış aynı zamanda. Işıkla gölgenin bir diğerinin varlık nedeni olmaları gibi; ayla güneş gibi. Bir tüpün içinde bekliyor rengarenk düşler. Koş, gel, sarıl iskarmozlara; aban öne doğru, heyamola, tayflasın kürekler suları. Gözlerinin içine hülyalı hülyalı bakarak, “Meleğim benim; seni seviyorum” demedi yıllardır, bir kez bile. Boşaltıp doldurduğu hiçbir şey ne boşalıyor ne doluyor. Bitişik odadan horultuları geliyor. Yüzükoyun yatmış olabilir. Şiir söyler gibi konuşurdu kendisiyle de… Bir zamanlardı; iyi hatırlıyor. Düşlerinde rengarenk, kristal tınlamalı kadınlar. Hüzzam bir maviyi giyinerek uzun bir yolculuğa çıkmak mümkün gerçi. Yatakta olduğunu bile fark etmeyecek, gözlerini yumup dalacak girdaplı dalgalara. Söyle ey dalga, senin koynun neresi? Kimsenin, kaderini bir giysi gibi çıkarıp atma şansı yok. Yine de bir şeyler yapılamaz mı! Saf, has, imbikten geçmiş bir mutluluk değil istediği. Karanlık ahtapot kollarıyla uzanıyor her yerden. Parmakları pencerenin soğumuş pervazını daha çok sıkıyor; niye? Bir gece, deniz kıyısında elinden tutup yürümüştü babasıyla. Belleğindeki babasına ait tek net görüntü o. Parıltıların çakıp durduğu sulara bakıp sormuştu: “Ne var ki orada” “Deniz kızının sarayı” diye yanıtlamıştı o; babası. Önü deniz. Banu, hemen şimdi, şu an karar vermek zorunda; istese, yeniden içeri çekilebilir. Demir kapı arkasında değil önünde kapanır. Ya da bir göçmen kuş, mevsimi gelince nasıl büyük bir aşkla salarsa kendini bulutlara… Kollarını iki yana açıp boşluğun koynuna usulca sokuluyor...