24 Kasım 2017 Cuma

SU VE IŞIK

Hep o renk renk ışıkları anımsıyor T. Durmaksızın yanıp sönen, sıçrayan, kesik çizgiler çeken ışıkları. Sonra, upuzun kloş eteğinin kıvrımlarında pek çok uçan koltukla dönen balerini, bütün arabalar kendisininkine toslayıp durduğu için çarpışan otosunda ağlayan oğlanı ve O'nu... Adı, Su'ydu. Öyle demişti... Uçurduğu onlarca balonun arkasından bakıyordu; güneşe doğru yükseliyordu balonlar. «Beni de yanlarına alabilselerdi keşke...» diye düşünüyordu belki. Bir bulut geziniyordu yüzünde. Kocamandı gözleri; bir çocuğunkiler kadar kocaman. Üstelik ne çok lacivert ve parlak... Yakamoz-yıldız karışımı... Saçları kısacık, kulaklarında sallantılı, ağır küpeler... T. kızın omzuna atmıştı kolunu; dar, zayıf omuzlarına. Kendisine yaslanmasını istemişti... Çünkü penceresinin önünde üşüyen acemi kuştu o. Hani uçmayı beceremeyip aşağı, bahçeye düşen ve pusudaki yabanıl kedinin yaylanıp üzerine atladığı, ölümünden kendisini sorumlu tuttuğu yavru kuş... «Aynalar Odası'na buyrun...» diye bağırıyordu tellal, kukuletasının ponponunu sallaya sallaya... Uzundu, daracıktı durduğu koridor. Artık asla mutlu ya da mutsuz olamayan -aşağılık ya da aptalca buldukları için değil- bir yığın insan taşlaşıyordu çağrı henüz tamamlanmadan. Halkalarla gösteri yapan adamı, balonların peşisıra uçan halkalarının arkasından şaşkın gülümseyen adamı farketmişti o sırada. Sonra, adamın yüreğine sokulduğunu, oradaki en gizli noktaya parmağını dokundurduğunu sanıp ürpermişti. Bakışlarında, «Kendine bir mezar bul o halde...» anlamını yakalamıştı birden, gövdesini içine çekmişti (Kapkara, kocaman ağzı kapanıyordu midyenin). Korkunç bir kasırgaydı patlayan. Ağaçların belleri kırılıyor, binalar temellerinden sarsılıyordu. Bastıran yağmur, evrenin oluşum günlerini anımsatıyordu. Sonunda, tepedeki mağaraya akın etmişti sular. Sarkıtlar, yüzlerinin serinlediğini duyumsamıştı. Bir erkek, cebindeki tek halkayı gözü gibi koruyan biri, oturduğu dikit üzerinde balalayka çalıyordu. «Mührü ancak kirlenmemiş sevgiler açabilir...» diyordu şarkısında. Sonraki cümle: «Büyülü mağaranın duvarındaki şifreyi de ben çözebilirim; ben sevgiyim...» Sarı perçemi alnına düşüyordu. Sokak lambasının ışığını çevreleyen karanlık gitgide koyulaşıyor. Dışarının havasını daha da soğutuyor bu. Kızın yanında olmasını ne çok isterdi şimdi. Üşüyerek sarılmalıydı battaniyeye. Hayatına ilk giren ve hiçbir yaşamında unutamayacağı erkeği düşleyecek de olsa yüzüne baktıkça... Ağlasa da yastıkta boğarak sesini... Yıllar boyu her gün ciğerini yemeye gelenleri asla atamayacak olsa da kâbuslarından, razıydı. (Onu sevmek, korumak, dizlerine yatırıp saatlerce saçlarını okşamak, korkunç bir hazla dudaklarını dudaklarına yapıştırmak...) Gecenin sıyrıldığı o bilinmez, yakalanamaz andı yaşadıkları. On bir ay çiçekleri fışkırmıştı duvarlardan. Bütün darağaçlarındaki düğümler çözülmüştü. Bütün müzik kutuları kapaklarını açmıştı. Melodilere boyanmıştı her yer, havai fişekler patlamıştı ardarda. Ellerinde ışıl ışıl fenerlerle, fişeklerle insanlar doldurmuştu ortalığı... Su, balonlarının arkasından bakıyordu hâlâ. Dev bir vazodaki dev bir bukete benziyorlardı. Derken çevresindeki her şeyin küçüldüğü, oyuncağa dönüştüğü duygusuna kapılmış gibi iyice sokulmuştu T.'ye. Elini tutmuştu. (Sevilmek, korunmak, okşanmak, dudaklarının erkeğin kocaman ağzında eridiğini duyumsamak, insan sıcağında gevşemek...) «Ve babama o kadar benziyorsunuz ki... Ancak, onun ne beklediğini hiç bilmiyordum. Ördüğü taş duvarların ötesine geçmek çok zordu...» demişti. Sonra başını adamın sol omzuna yaslamıştı. Çizgisiz geniş alnını, kocaman gözlerini... Galiba ağlamıştı. Öyle kolaycacık kırılabilir görünüyordu ki... Sıkı sıkı sarılmıştı, tırnakları erkeğin ceketini delip tenine saplanacak kadar sıkı. (Kendisine âşık olunabilecek biri değildi o an... asla...) Soba yanıyor. Evin içi sıcak. Ama ayakları üşüyor. O gece hiç üşümemişti oysa. Üstelik ceketini çıkarıp kızın omuzlarına koymuştu. «Burada olsaydı...» diye düşünüyor. Burada olsaydı, anlaşmak zorundaki insanları yaşasaydılar. Belki kanepede pineklemekten sıkılır, okuması için eline tutuşturulan kitabı öfkeyle duvara fırlatır, televizyondaki çılgın müziğin eşliğinde dakikalarca dans eder, sonra yorgun ve bütün elektrik yükü hâlâ vücudunda olarak kanepeye uzanır yeniden, gözlerini yumar, kendisini bile bile ateşe attığını, bu mezardan hiçbir farkı olmayan yerde çürüyüp gideceğini düşünür acı ve pişmanlıkla... Ama içerki odadan, «Su, gelsene biraz...» diye çağıran sesi duyunca bütün karmaşık duygulardan sıyrılıp ona koşardı. Pencere açık, iki çift göz sanki yaşamlarında ilk kez görüyorlarmış gibi bakarlardı Ay'a. «Bir tuhaf şelâleyim ben...» diyor T... Durmaksızın yer değiştererek akıyorum. Belki hep ve yalnız onda akabilirdim!..» Ama emin değil... Yıllardır kapalı duran çekmeceyi sonunda açtıranın Su olduğunu bilmesine karşın kızın gidişini engellemedi... Bu yüzden kendisini hiç bağışlamayacak. Durdurması olanaksızdı belki ama hiç değilse deneyebilirdi... Ayrıca bunu yapmak zorundaydı. Yaşamında belki ilk ve son kez doğru zamanda, doğru yerde bulunma şansını kaçırmamalıydı. Bu, gecikmeli treniydi onun. Her şeyin anlamsızlığına lanet yağdırırken, sevginin hem ulaşılmazlığını, hem ölümsüzlüğünü savunurken, doyumsuzluğunu yarım kalacak şiirlerle bastırmaya çalışırken, uçurumlardan aşağı atlamanın saçma bile olmadığını düşünürken hep yanında bulmayı istediği kızdı o. Geçmiş zaman, gelecek ve şimdiki zamanların hepsinde seviyordu onu. Her şeyin değişmesi, mutlu sona bağlanması belki de olanaklıydı eğer o üç adam, bir başka zaman boyutundan çıkıp gelmeselerdi... İnsan kılığına girmiş canavarlara bakar gibi bakmıştı Su, her an en kötü şeyle karşılaşacaklarmış, her an bütün kötülüklerini dökeceklermiş gibi yürüyorlardı. Su, ışıkların yavaş yavaş çekildiğini farketmişti. Yalnızca ilerde, belki panayırın çıkışında bir ışıldak, göz kamaştıran ışığını yayıyordu. Bir macuncunun tablasındaki macun kadar mavi, tel tel ve kızın bütün geçmişini, gününü yansıtabilecek perdeyi arar gibi... Karanlık, kollarından, bacaklarından çekip duruyordu. Adamlardan biri, sivri burunlu parlak ayakkabılarını masanın üzerine uzatırcasına bacak bacak üstüne atmıştı. Ötekiler, onun iki yanında, gölgeleri gökyüzünü kapatarak dikelmişlerdi. «N'aber Lotus... Görüşemiyoruz...» demişti, gümüş tespihiyle bir örnekti bakışları. Başını önüne eğmişti Su. Sivilceleri kanı-yordu adamın. Sonra kızın kulağına eğilmiş, fısır fısır bir şeyler söylemiş, ardından sesini yükseltip, «Şöyle bir eğlenecektik... İstersen gel...» demişti... Dolunay vardı. Bir uluma duyuluyordu. Giderek ayrışmış, yaklaşmış ve kanona dönüşmüştü ses; hep daha da artarak sürmüştü. Bir ilaç tüpünün tıpası düşmüştü o ara. Küçücük avucuna boşaltmıştı içindekileri. Tırnağındaki oje kadar kırmızı, minik minik haplar... (Ne garip, henüz yumuşaktı çizgileri ve teni hâlâ sıcaktı. Oysa çok önce bitmemiş miydi her şey?) «Dönüşme zamanıdır!.. Geç kalmayın!.. Çabuk olun!..» diye bağırıyor mikrofondaki ses. «Kozada kalacaksınız yoksa... Haydi, eskisi gibi de olamayacaksınız çünkü...» Dudağını ısırmıştı, kadehini ve avucundakileri bir dikişte içtikten sonra bedenini dikleştirmiş, «Öyleyse ne duruyoruz ki?» demişti, bıçak ucu bir kahkaha atarak... Ay, kalın bir perde çekmişti yeryüzüyle arasına. Artık balonları olmadığı için mi gitmişti gümüş tesbihi gözleriyle bir örnek adamın arkasından... Bilmiyor... «Benimle konuştu, güldü, hüzünlendi, sevindi, sonra da... Belki adımı bile anımsamayacak... Öylesine soluk, sönük biriyim onun için. Ama haklı. Kolundan sürüyüp götürmeliydim...» diyor yalnızca. Bir koku giriyor pencereden. Çok iyi tanıyor bu kokuyu. Pastayı anımsatıyor; kızın ensesinin kokusu. Final repliği: «İlk hazan yaprağını gördüğünde beni düşün. Bir kasımpatı bulup suya at...» Bir an geriye dönüp umutsuzca bakmıştı, uzun kara cüppeli cellatlarının arasından. Gülümsemeye çalışarak hızlı hızlı başını sallamıştı. Dirense, kanatları güçleninceye dek orada kalsa bütün şifreleri çözebilirdi bir gün... Bir gün alnını yükseltip bütün bir dünyanın karşısına çıkabilirdi. Yoksa... Belki... Zaten... Ama... Kesinlikle... Evet, bundan korktuğu için... O sırada balalayka çalıyordu adam. «Gel benim evime...» dememişti. Kız da kalmak istediğini belirten bir şey yapmamıştı. Binlerce kukuletalı adam, uzun, dar bir koridorda, «Aynalar Odası'na buyrun» diye bağırıyordu... Bir kara kedi, kuyruğunu dikmiş, bacakları, sırtı, karnı gergin, beklemenin son anını geride bırakmış, saldırının ilk anını yakalamaya hazır... Kuş düşüyor yavaş yavaş... Kanat çırpmaya, yükselmeye çabalıyor. Bir mavi tüy uçuyor. Balonlar, sanki her birine aynı anda bir iğne sokulmuş gibi patlıyor. Gökyüzüne dağlıyor parçaları. Korkunç bir ışık yayılıyor ardından. İncecik bir ses duyuluyor: «Cik...» Bir gölge, fırlayan bir gölge yansıyor duvara. Mağaradaki adam yerinden hiç kıpırdamadan balalayka çalıyor hâlâ. Ama iki damla yaş süzülüyor gözpınarlanndan. Şarkısındaki son cümle! «Aşk gözyaşıdır...» Zeynep Aliye